Yaşamak için topu toplam altı haftam kalsaydı ne mi yapardım? Tuşlara daha hızlı basmaya bakardım. -Isaac Asimov |
|
||||||||||
|
Bir zamanlar, dalgaların sonsuza kadar sakinliğe mahkum olduğu bir koyda, geçimini denizin incilerinden sağlayan bir köy vardı. Köy, doğanın yer göstermesiyle masmavi okyanus ve yemyeşil orman arasında kalan, altın sarısı bir kumsalda kuruluydu. Evlerse, bu muhteşem güzelliği bozma endişesiyle kumsala inci bir kolye gibi düzgün sıralanmıştı. Bu köydeki bütün evler ve kayıklar birbirinin aynıydı. İnsanlarda öyle… Yüzyıllardır denizden esen rüzgar, insanları hep bir örnek yontmuş ve güneş, tenlerini hep aynı renge boyamıştı. Bu yüzden, köye gelen yabancıların köyü büyük bir aile sanmalarına şaşmamak gerekir. Tüccarlar, çoğu zaman, karıştırıp yanlış kapıyı çalarlar hatta yanlış kişilerle pazarlığa bile tutuşurlardı. Gelin görün ki hiç kimse onlara benzerliklerini kabul ettiremezdi. Hatta şaşırıp da birine başka bir isimle hitap etseniz, ona hakaret etmiş gibi azarlanmaktan kurtulamazdınız. Durumu düzeltmek için tek yapmanız gereken şey; aslında kendisinin ne kadar da farklı olduğunu söylemenizdir. Bu kez de, saatlerce, bu farklı yaratmak için ne kadar çok uğraştıklarını dinlemek zorunda kalırdınız. Sözün kısası, köydeki herkes herkesten nefret ederdi. Ama ne gariptir ki, bir örnek olan nefretleri bile benzerliklerini güçlendirmeye yarardı. İnsanları bir arada gülüşürken görmek imkansızdı. Zaten beceremezdi de… Yüzlerinin küçümsemeye hazır çizgileri, gülmeye çalıştıklarında ancak hasetçi bir ifadeyle kasılıp kalırdı. Sözlüklerinde ki ‘yücelmek’ kelimesinin karşılığı çoktan ‘diğerlerini alçaltmak’ olarak değişmişti. Tıpkı, bir zamanlar Bilge Dedenin anlattığı ‘On Dağ’ hikayesinde olduğu gibi: Hikayeye göre birbirinin eşi olan on dağ varmış. Bu dağlar dünyanın en yüksek dağlarıymış. Boyları aynıymış ama hiç birinde ‘en büyük’ olma sevdası yokmuş. Zaten dağ olmanın sırrı mütevazı ve ketum olmakmış. Çünkü tabiat, sırlarını ancak güvendiği dağların içinde saklarmış. Günlerden bir gün tepelerinde Zümrüdüanka kuşu görünmüş. Dev kanatlarıyla üstlerinde süzülüp duruyormuş. Maksadı dünyanın en yüksek dağını bulmakmış. Yuvasını ancak dünyanın en yükseğine kurabilirmiş. On dağı görünce aradığını bulduğunu anlamış, anlamış ama hangisinin en yüksek olduğuna bir türlü karar verememiş. Bir sağlarından bakmış, bir sollarından… Bir milim fark bile görememiş. Bir de dağların kendisine sorayım demiş: “Ey yüce dağlar! diye seslenmiş. Söyleyin bana hanginiz daha yüksek?” Dağlar önce şaşırmışlar kendilerine seslenen sese; çünkü Davut Peygamberden beri hiç kimseyle konuşmamışlar. Ama bakmışlar ki bu Zümrüdüanka Kuşu, “ne sorarsın” diye karşılık vermişler, tok sesleriyle. “En yüksek dağı ararım,” demiş Zümrüdüanka. “Kimse o dağ söylesin bana. Yuvamı onun üzerinde kuracağım…” Ve devam etmiş: “Ne mutlu ona ki benim yavrularımı üstünde barındıracak; ismi masallarla, efsanelerle anılacak; yiğitlerin rüyası, aşıkların sevdası olacak ve hiçbir dağ ondan daha yüce ve daha şanlı olmayacak…” Bu sözler dağların içine zehrini akıtmış. Hepsi o dağ ben olsam diye iç geçirmiş. Açıp gözlerini bakmışlar, kim ki o dağ diye. Ama kendileri de bir fark görememişler. Sonra tüm güçleriyle gerinmişler, belki biraz uzayabilir miyim diye… ne yazık ki çabaları boşunaymış; bir milim bile yükselmek, binlerce yıl demekmiş. Bakmışlar ki görünüşte bir fark yok, farkı içlerin de aramışlar. Sahip oldukları sırları hatırlamışlar birer birer. Hepsi de tabiatın en nadide sırlarıymış. Zihinlerinde evirip çevirdikçe iyice kanaat getirmişler ki o dağ olsa olsa ben olurum! Bir daha batkılarında, artık diğerleri küçük görünmüş gözlerine. Zaten kibrin merceğinde her şey küçük görünürmüş. Bağırmışlar hep bir ağızdan: “Vallahi benim o en büyük!” diye. Sonra başlamış aralarında bir büyüklük kavgası. Daha önce kim görmüş koca dağların mahalle kavgası ettiklerini! Ama hırslarından açmışlar ağızlarını yummuşlar gözlerini. Sırlarını bağıra çağıra açık etmişler evrene. İşte o an toprakları gevşeyivermiş. Kayaları çakıl taşı gibi sapır sapır dökülüyormuş! Meğer topraklarını bir arada tutan şey ketumluklarıymış. Savrulup gitmişler rüzgarla. Artık hiç biri dünyanın en yüksek dağı değilmiş, ama oralar dünyanın en büyük çölü olmuş. Zümrüdüanka kuşu da çekmiş gitmiş, yuvasını Kaf Dağına kurmuş. Bu hikaye anlatılmayalı uzun yıllar olmuştu köyde; çünkü köyün Bilge Dedesi yıllar önce çekip gitmişti buralardan. Dayanamamıştı insanlarının bu kadar çirkinleşmelerine. İyi başlayıp kötü biten masallar gibi, en baştan beri her şey böyle kötü değildi tabi ki… Önceleri, bir evde bir çocuk ağlasa bütün anneler koşar, biri diğerinin hakkında kötü düşünse gidip özür dilerdi. Gözlerinde güneş parçacıklarını, yüzlerinde ormanın huzurunu görürdünüz. İnsanlar, aynı kayaya tutunmuş bir avuç midye gibi yaşar, aynı denizden bulduklarını aynı sofrada yerlerdi. Doğanın verdiği her şey herkesindi. Neleri varsa paylaşırlardı. En çok da sevgilerini… Her gece, kumsalda yakılan ateşin etrafında daire olurlar, ışığı aralarında tutup karanlığı arkalarına atarlardı. O gün topladıkları istiridyelerden inci ararken saatler sessizlik içinde geçer, gündüzden topladıkları baharatlı duyguları yüreklerinde demlenmeye bırakırlardı. Çükü her şey gece olunca demlenmeye başlardı; orman, deniz ve toprak buram buram kokardı. Huzur yüzeyden derinlere çöker, orada tortulaşır. Böylece, yaşamın incisi büyürdü ağır ağır. Keşke her şey böyle ağır ağır devam etseydi! Bir gece içlerinden biri “Neden büyük bir şenlik düzenlemiyoruz! dedi. “Ne iyi olur! Dedi başka biri. Dostluğumuzun ateşini harlatırız!” Herkes bir şeyler söylüyordu: “Ta okyanusun karşısından bile görünür!” “Kocaman bir masa kurarız, sonra onu ne güzel süsleriz!” “Danslar ederiz!..” “Şarkılar söyleriz!..” “Oyunlar oynarız!..” “Yarışmalar yaparız!..” “Her sene aynı günde tekrarlarız…” Birden herkes susup Bilge Dedeye baktı; onaylanmayı bekliyorlardı. Fakat o kaygılıydı. Neden sonra konuştu: “Yapmayın,dedi. Henüz cılız olan ateşinizle en değerli cevherinizi işlemeye mi kalkıyorsunuz? Ya henüz mücevher olmadan ateşiniz sönerde, cevheriniz simsiyah kalıverirse?” Herkes Bilge Dedenin söylediklerini dikkatlice dinlerdi. Çünkü o konuştu mu kimsenin göremediği uzaklardan konuşurdu. Hatta bir zaman onu gelecekten haber veren sandılar da evinin önünde biriktiler; ben ne zaman evleneceğim, bizim çocuğumuz ne zaman olacak, daha ne kadar yaşayacağım? diye. O ise buna çok sert çıkmış, “gelecekten ancak bilgisiz şarlatanlar haber verebilir. Ben sadece işin sonunu söylüyorum. Bunda sihir yok, şaşılacak bir şey de yok. Tanrı geleceği söylememişse de, geleceğinizi yapacak kuralları söylemiş. Her şey bu kurallara göre değişir. Siz, denize attığınız taşın dibe çökeceğini biliyorsunuz, ben biraz daha fazlasını...”demişti Bilge Dede dünyadaki bütün hikayeleri bilirdi. O gecede bir hikaye anlattı: “Adamın biri ölüm yatağındayken, yanına biricik oğlunu çağırmış: “Oğlum, demiş. Sana çok değerli bir miras bırakacağım. Can kulağıyla dinle. Bahçedeki kuyunun dibinde bir yaratık yaşar. O yaratık senin ikbalindir. Başına sonsuz mutluluğun tacını takar. Yeter ki sen onu her gün besle. Sen onu besledikçe o büyür ve zamanı gelince kuyudan kendi kanatlarıyla çıkıverir. Sakın acele etme. Günde bir kazdan fazla verme. Yoksa… diyip, daha cümlesini tamamlayamadan son nefesini vermiş. Oğul, babasının acısı geçtikten sonra vasiyetini hatırlamış. Kuyunun başına gitmiş, içine bakmış. Kuyu en karanlık geceden bile daha karanlıkmış. Sanki dünyadaki tüm karanlıkların güneşi o kuyuymuş. İçeri doğru seslenmiş, ama kuyu sesini yutuvermiş. Bir taş atmış. Kuyu öyle derinmiş ki saatler sonra ancak bir ses işitebilmiş. Gelen ses ne sesinin yankısına benziyormuş, ne çığlığa, ne de iniltiye… Ne bir maymununki kadar inceymiş, ne de bir aslanın ki kadar dolgun… Adam, bu acayip ses olsa olsa kuyudaki yaratığın sesidir, diye düşünmüş. Babasının vasiyetine uymuş, yaratığı beslemeye başlamış. Her gün bir kaz atıyormuş, sonra da kuyudan gelen sesi dinliyormuş. Günlerle birlikte ses de güçlenmiş, biçimlenmiş. Dinlediği sesten yaratığın her gün daha büyüdüğü anlıyormuş. Ama yıllar geçmiş, hala kuyudan çıktığı yokmuş. Bu arada geleceğin hayali her akşam adamı zaptediyormuş. Hayalleri sabrını süpürüyor, tüm dünyanın kendi adını öğreneceği günü fısıldıyormuş. En sonun da dayanamamış, bir gün kuyuya iki tane kaz atmış. O gün yaratık daha fazla büyümüş. İki kaz… Üç kaz… Derken develer, inekler atılmış. Ve bir gün yaratık kendi kanatlarıyla dışarı çıkmış. Adam tam ona emredecekken, yaratığa yem oluvermiş!” Bilge Dede, hikayeyi bitirdikten sonra şöyle devam etti: “İste dostlarım, o kişi acele etmiş; çünkü karanlık kuyuda geçmesi gereken süre, yaratığın faydalı olmayı öğrenmesi için gerekli olan süreymiş. Sizde içinizdeki inciyi sabırla beslemeye devam edin. Kabuğu açılan istiridyenin incisi artık büyümez. Bekleyin civciv yumurtayı içerden kendisi kırsın.” Fakat bu kez insanlar Bilge Dedenin endişelerini yersiz buldular; ‘Kendi aralarında eğlenmenin ne zararı olabilirdi ki!..’ Gecikmeden şenlik hazırlıklarına başlandı. Önce, köy meydanını çevreleyen büyük bir masa yaptılar. Orta yere dağ kadar odun yığıldı. Herkes, şenlik gecesine özel kostümler hazırlayacaktı; çılgın, rengarenk, acayip… Yapılanlar sır gibi saklanıyordu; her şey şenlik gecesine sürprizdi. Şenlik günü, dev masa binbir çeşit yiyecekle donatıldı. Üzeri denizin ve ormanın verdikleriyle süslendi. Havanın kararmasıyla odunlar yakıldı. Bu, dünyanın en büyük şenlik ateşiydi. İnsanlar evlerinden kıyafetleriyle çıkıp ortaya gelmeye başladılar. İşte o an kahkahalarını duymalıydınız! Birbirlerine bakıp iki büklüm kendilerini yere atıyorlardı!.. Sonra masaya geçildi. Ama gülmekten fırsat bulup da yemeklerini yiyemediler. Çalgıcılar neşeli ezgilere başladığında masalardan kalkıp ateşin etrafına koşuştular. Herkes dilediği gibi dans etti. Yorulunca orta boşaltıldı, hazırlanan oyunlar oynandı. Artık gülmek canlarını yakıyor, çeneleri ağrıyor, midelerine kramplar giriyordu. Sonra hep bir ağızdan içli şarkılara geçildi. Bu kez de hüzünleri coşuyor, kahkahaları gibi hıçkırıkları da setsiz çağlıyordu. Tüm gece boyunca coşkularının sandalı onları bir neşenin, bir hüznün kıyılarına taşıdı durdu. Sabaha karşı artık iyice hırpalanmış bedenleriyle ateşin etrafında sızıp kaldılar. Daha ertesi gün, seneye yapacakları şenliklerin planlarını kurmaya başladılar. Ve böylece şenlikler her sene tekrarlanarak devam etti. Önce köye gelen inci tüccarları gelişlerini şenliklere denk getirdi. Onlar da başkalarına anlattı. Sonra onları görmeye diğerleri geldi. Bunlar genelde zengin insanlardı. Kısa zamanda, soylu hanımefendi ve beyefendiler, şehirlerin sıradanlaşan renkli gecelerini bu köyün ‘sade’ ‘doğal’ ‘egzotik’ ortamında soluklandırmayı adet edindiler. ‘Üstelik hava değişikliği sıhhatlerine de iyi geliyordu!..’ Fakat köylülerin içten davetlerine karşılık şenliğe katılmıyorlar, köyün etrafındaki tepelere kurdukları çadırlardan seyretmekle yetiniyorlardı. Kim bilir, beklide yapmacıklıklarının bu doğallık içinde saklanamayacağından korkuyorlar; ya da bu insanların farkına varamadıkları soyluluk zırhlarından korunmasız hale gelmenin tehlikeli olacağını düşünüyorlardı. Misafirler, köyden ayrılmadan önce inci kolyeler almayı ve karşılığında cömert paralarla köylüleri sevindirmeyi görevleri sayardı. Köylülerin bu iki günde kazandıkları para, bütün sene tüccarlardan kazandıklarından daha fazlaydı; çünkü zenginlerin arasında, köylülerin göremediği bir rekabet vardı. Özellikle büyük incilerden yapılma kolyeleri satın alma konusunda üzeri nezaketle gizlenmiş büyük bir yarış… Bazen, alış veriş bir mezata dönüşüveriyor, birbirlerine fırlatırcasına söylenen fiyatlar havada uçuşuyordu… Kadınlar kocalarının kulaklarına tıslıyor, fesatlıkla kızışan suratlar yelpazeleniyor, etten püften konularda çıkan tartışmalar büyük kavgalara dönüveriyordu. Önceleri bu durumdan köylüler kendilerini suçlu buldular. Onlar, kimsenin kavga etmesini istemezdi. Büyük incileri hediye edip bu tatsızlığı kapatmayı denediler. Bu kez şehirliler, köylülerin haklarını koruyan yırtıcı avukatlar gibi parladılar: “Ne demekti bu! Tabi ki kahraman dalgıçların hakları verilmeliydi. Büyük inciler derinlerden çıkardı, bunu herkes bilirdi. Onları çıkarmak için hayatlarını tehlikeye atanlar onurlandırılmalıydı.” İşte hastalığın mikropları, ağızlardan sıçrayan bu kelimelerle bulaştı: Büyük inciyi bulan… Daha derinlere dalan… Daha kahraman… Daha çok para… Daha çok onuru hak ediyor… Hastalığın mikrobu üreyebileceği yere; yüreklere yerleşti... Yabancılar gittikten sonra, ateşin etrafında geçen gecelerde mikrop usul usul yayıldı. Mikrobun çürüttüğü yerler şüphe veren bir ağrı yapıyordu. Ve oyulan deliklere sahte gözler yerleşti. Bu gözler, ömür boyu hayran hayran bakarak kurbanını bir yanılsamanın içinde tutsak edecek ve görmeyi unutturup görülmeye alıştıracaktı. Artık ateşin çevresinde geçen gecelerde insanlar, düştükleri kısacık dalgınlıklarda bu gözlerin önünde yeni değerlere göre biçilmiş elbiselerini deniyorlardı. Mikrop yayıldıkça dalgınlıkları da arttı. Bilge Dede belirtilerden hastalığın teşhisini koydu: Adem’den beri insanlığın en büyük düşmanı şimdi köyünü ele geçiriyordu. İyileştirmek için nice şifalı hikayeler anlattı, ama nafile… Köylüler, içlerinde alıştıkları hayranlığı çevrelerinde göremeyince bozuluyorlardı. Kendilerini fark etmeyen gözler iyi niyetli olamazdı. Artık her şey apaçık ortadaydı; dost görünen bakışların arkasındaki tüm hikayeyi biliyorlardı. Şimdiye kadar iyi niyetlerinden yararlanmışlar, haklarını kendi aralarında bölüşmüşlerdi. Şimdi sıra kendilerindeydi… Sessiz geçen saatler, sinsi bir hesaplaşmaydı. Hastalık yüreklerini tamamen sardığında yaşam, onları tecrit etti. İnsanlar, kapatıldıkları sanallık içinde büyüklük oyunu oynayarak zamanlarını tükettiler: Terazinin kefesine koydukları taşlarla yaşamlarının değerini anlamaya çalışıyorlar; sonrada kendilerine bir ‘en’le başlayan unvan buluyorlardı. En hamarat, en güzel, en bilgili ve en çokta en cesur olmak vardı. Bir en’e sahip olanın, çevresindeki herkes düşmanı olabilirdi. Çünkü diğerleri de kendini en sanıyordu! Aynı konuda iki en olamazdı. Oyunun kuralı böyleydi. Yok bunu kabul etmezlerse, başka birilerinin hakemliği gerekirdi. Böylece köylerine gelen yabancılar, dört gözle beklenmeye başlandı. Şenlik gününe hazırlıklar yine devam ediyordu. En hamaratlar en güzel giysileri dikip, en güzel yemekleri yapıyor; en güzeller, ayna karşısında güzelliklerine zarafet ve sevimlilik ekliyor; en bilgililer güya şimdiye kadar yanlış bilinen gerçekleri çözümlüyor ve hatta deniz kabuklarına bakarak geleceği söylüyordu. En cesurlarda, en derin denizlerde en büyük incileri çıkartmakla meşguldüler. Zengin beyefendiler ve hanımefendiler artık tepelerin üzerinde değillerdi, masalarda oturup ve köylülerden hizmet bekliyorlardı. Şenlik alanı bir tiyatroya dönüşmüştü; her şey seyircilere dönük yapılıyor, yüzlerden zafer aranıyordu. Zafer çoğu zaman intikam demekti. Ama sıra en büyük inciyi seçmeye gelince… Onurlarını başka birine kaptıranlar gururlarına yediremeyip kazananı dövüşe davet ediyordu. Onlar köyün ortasında birbirine girince, kavga ailelere sıçrıyor, çoluk çocuk herkes yumruklaşıyordu. Zenginler için asıl eğlence buydu. Dövüşenlerin üzerinde bahis oynanıyordu. Ve Bilge Dede bu rezilliğe dayanamadı ve köyü terk etti. Ama bir gün dönmek üzere… Ve yıllar sonra bir şenlik günü geri döndü. Köyde yine herkes kavga ediyordu. Bilge Dedeyi fark edenler donup kaldılar. Sessizlik tüm insanlara sıçradı; çünkü bilge dedenin boynunda iri bir elma büyüklüğünde bir inci asılıydı! Kimileri inanmayıp inciye dokundu, gerçek olduğunu anlayınca çığlık attılar, bayılanlar oldu. Zenginler inciye sahip olma hırsıyla kendilerinden geçti. Köylüler uğrunda dövüştükleri incileri fırlatıp attılar. Bilge Dede köyün ortasına gelince herkes sustu. “İşte size dünyanın en büyük incisi. Ben, onu denizin en derin yerinden çıkardım. Ve o hak edenin olacak.” Zenginler tüm servetlerini bağışlıyorlardı. Fakat Bilge Dede hepsini köyden kovdu. Ortaya bir ateş yaktı. Etrafına oturdular. İnciyi teker teker köylülerinin eline verdi. Eline alan uzun süre onu tutuyor, okşuyor, yüzüne sürüyor, avucunda sıkıyordu. Sahip olmanın yanılsamasına düşmeye yakın Bilge Dede onu alıp başkasına veriyordu. Yürekler incinin paylaşılmasından çılgına dönüyor, hırs keskin, soğuk bir rüzgar gibi yürekleri sızlatıyordu. Bu seremoni, geceden sabaha, sabahtan gün batımına kadar sürdü. İnsanlar neredeyse bu paylaşımı kanıksayıp geçmiş günlerini özleyeceklerdi, ama hastalık buna izin vermiyordu. Sonra kayıklara binildi, koyun dışına doğru kürek çektiler. İnci, Bilge Dedenin elindeydi. Denizin en derin yerinde durdular. Güneşin kıpkızıl ucu az sonra suya gömülecekti. Bilge Dede inciyi öyle uzağa fırlattı ki kimse arkasından atlamaya teşebbüs bile etmedi. İnci güneşle birlikte denize gömüldü. Şimdi herkes aynı duygu paylaşıyordu. Kaybettikleri, tüm kaybedilenleri hatırlatıyordu. Bilge Dede, istiridyenin kabuğunun tekrar kapanacağını umdu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat YOLYAPAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |