En büyük mutluluk ve en büyük sıkıntı anlarında sanatçıya gereksinme duyarız. -Goethe |
|
||||||||||
|
Susan Sontag, söz konusu kitapta, veremle kanserin karşılaştırmasını yapmıştı. Onu bu karşılaştırmaya iten asıl neden, yazarın kanser hastalığına yakalanmış olmasaydı. 2004 yılında dünyaya gözlerini yuman yazar, kitabının yayınlandığı dönemde kendi gayretiyle kanseri yenmiş olsa da çağdaş dünyanın “amansız hastalığa” nasıl yaklaştığını şaşırarak, irkilerek gözlemlemiş bunu da kitabına ustalıkla aktarabilmişti. Kanser çağımızın. Verem ise 18. yüzyıl sonunun ve 19. yüzyılın hastalığı olarak bilinir. Bu kitabı okurken insan bir yüzyıldan diğerine, bir hastalıktan başka bir ölümcül hastalığa geçiyor. Bu geçişlerde insanların değer yargılarının nasıl değiştiğine şahitlik ediyoruz. Açıkçası kitabı ilk okuduğumda yorulmuştum. Bu dönüşüme, değişime tanıklık etmek beni çok germişti. Verem bir ara sevilmiş bir hastalıkken, kanser ve türevlerinden iğrenilmiş, Veba’nın izdüşümü gibi görülmüştü. Sontag bu duruma karşı şaşkınlığını gizlemeden 20. yüzyılın hissiz, gaddar bir çağ olduğunu savunmuştu. Sonra, neden insanların böylesi hissiz ve gaddarlık yaptığı üzerine açıklamalarda bulunmuştu. İlerlemiş, teknik açıdan genişlemiş modern tıbbın, kanserli hastalara karşı sevginin ve merhametin kalmadığını anlatan bu eserin bir benzerini Simone de Beauvoir’ın “Sessiz Bir Ölüm” kitabında da görmek mümkün. Orada da hastalığı sadece “yaşlılık” olan annesinin hastane günlerini Simone de Beauvoir büyük bir keder ve üzüntü ile kaleme aldığını görebiliriz. Oysa hastaya bakım muhteşemdir. Hastane son teknoloji ile donatılmış ve tıkır tıkır işlemektedir. Her yer, her şey tertemiz ve pırıl pırıldır. Ne var ki ölmek istemeyen, biraz daha yaşamak özlemiyle dolu yaşlı kadın, modern hekimlerin gözünde bir kobaydan farksızdır. Beauvoir’ın doktorlara olan öfkesi de işte bu duyarsızlıklarınadır. “Bir Metafor Olarak Hastalık” kitabını “Derinden Dergi” isimli edebiyat dergisinde Rabia Doğru hocanın kaleme aldığı “Hastalık” öyküsü sebebiyle ikinci kez okumuş oldum. İkinci okuyuşumda birçok şeyi kaçırdığımı fark ettim. Örneğin, Shelley’in Keats’i avutuşu; Shelley veremli Şair Keats’e şöyle yazmış: “Verem, özellikle, senin yazdığın gibi iyi dizeler yazan insanları seven bir hastalık…” Derinden dergisinde okuduğum öykünün yazarına bunu söyleyebilmeyi çok isterdim. Biliyorum, Verem çok ince bir hastalıktır. Aslında kanser de öyledir. Peki ya ağrılar, sızılar ve başka başka acılar?… İşte yazarımız Sontag bu konulara yaptığı tespitlerle başka başka yollar açıyor. Edebiyattan, operadan yararlanarak veremin 19. yüzyıl boyunca alımlanmasını irdeliyor. Tabii, 20. yüzyıla sarkmış eserler de yok değil. Örneğin, Alman edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ” adlı eserinde yazar Verem’e yakalanır ve tedavi sürecinde doktorların, hastalar dünyasını, Batı felsefesinin iki kutbunu, platonik bir aşk serüveninin sarhoşluğu içinde yaşayarak anlatır… Kitapta, sanatoryumda kaldığı süre içinde hastalık ve ölüm gibi deneyimlerin ötesinde hayatın mucizesini kavrayan Castorp’un yalın ruhu bir değişim geçirir… I. Dünya Savaşı öncesinde çağın sorunlarını, bir uygarlığın çöküşünü, burjuva geleneğini, ahlâkını hem sert, hem de ironik bir dille eleştiren yazarın eseri içinde bulunduğu çağa tutulan bir ayna olur.. Evet, Verem muhakkak ki bizim edebiyatımızı da etkilemiştir. Sontag gibi derinlikli incelemecilerden yoksunluğumuz, edebiyat tarihlerimizin veremi konu edinmiş eserlerle, özellikle romanlarla alay etmesine yol açmıştır. Eski edebiyat tarihlerimizde istihzalı “Verem Edebiyatı” tanımlaması çokça geçmiştir. Verem edebiyatı ile ilgili eserlerin bu ülkede hor görülmüş olması açıkçası bir okursever olarak beni de üzmüştür. Abdülhak Hamit Tarhan’ın karısı Fatıma Hanım’ın ölümü üzerine yazdığı şiire bu anlamda kimse saldırıp eleştirmemiştir. Ama, fakat ve lakin aynı şairin “Finten” adlı eserindeki o unutulmaz veremliler hastanesi, o sahneler üzerinde niyeyse hiç kimse durmamış, verem hastalığı berbat bir klişe sayılarak görmezden gelinmiştir. Yine “Aşk-ı Memnu”un en güzel bölümlerinden biri, çölünün güneşinden çalınmış Beşir’in güneşleri, sıcaklıkları özleyerek verem hastalığından ölmesi değil midir? Yerinden yurdundan kovulmuş Beşir için Halid Ziya bundan daha güzel bir son biçemezdi herhalde… Edebiyat tarihçilerimiz ve bu alandaki eleştirmenlerimiz hiç olmazsa sinemaya da aktarılmış: “Aşk-ı Memnu”da verem edebiyatının klişelerden arınmışlık üzerinde konuşabilirlerdi ama bu olmadı… Diğer taraftan Türkiye’de Verem edebiyatı üzerine okuduğum en güzel kitap hiç kuşkusuz Kerime Nadir’in “Hıçkırık” adlı eseridir. Yaklaşık 200 sayfalık bir aşk romanı olan “Hıçkırık” ben dahil okuyan herkesin gözünden gözyaşı döktürmüştür… Roman, bir subay ile verem hastası genç ve güzel bir kız arasındaki muhteşem aşkı konu edinmişti… Bu romandan etkilendiğim için yazarın tüm eserlerini takibe almıştım. Yine bir mezatta satın aldığım ve 1950 yıllarında yayımladığı “Posta Güvercini” adlı eserini okuyunca yazarın bu sefer Verem hastalığını değil de “Kanser”i işlemiş olması açıkçası beni çok şaşırtmıştı. Kerime Nadir’in, Sontag’dan önce Verem edebiyatından, Kanser edebiyatına değinmiş olması ilginç bir durumdur. Amerikalı Love Story, Kerime Nadir’in Posta Güvercini’nden yıllar sonra yazılmış olmasına rağmen hiçbir edebiyatçımız tarafından ilginç bulunmamış olması da ayrı bir üzüntü vesilesi benim için. Peyami Safa’nın eşsiz romanı “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nda da bir “arthrite tuberculeuse” vakasını anlatır görünerek, daha 1930 yılında yazarımız bu hastalığı bir metafor olarak kullanmıştır. İşte uzun bir aradan sonra fikir dünyamızı şekillendiren edebiyatımızın hür kalelerinden abonesi de olduğum Derinden Dergisinde okuduğum “Hastalık” öyküsü sevindirdi beni… Onlarca dergi arasında hiçbir yazarın değinmediği, görmediği belki de bilmediği bir alan üzerinde ilk kez bir yazının kaleme alınmış olmasını çok önemsedim, değerli buldum. Bu ülkenin böylesi öykülere, denemelere, romanlara da ihtiyacı olduğunu düşünüyorum… Kalın Sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |