İnsan özgür doğar, ama her yanı zincire vurulmuştur. -Rouesseau |
|
||||||||||
|
Sizleri bilemem ama ben bu döngüye hayranım. Hatta gençlik yıllarımdan beri akıp giden zamanla, gökyüzüyle, mevsimlerle her zaman dirsek temasında oldum. Özellikle senenin bu dönemlerinde gökyüzünde gerçekleşen tuhaflıkları, ciddiyeti, ketumluğu, kasvet ve suskunluğu fark edip uzun uzun düşüncelere dalarım… Peki herkes böyle mi? Değildir herhalde… Herkesin böyle düşüncelere dalmasını da beklememek gerek. Hem çoğu akranımın gökyüzünü beton bloklar gibi gördüğünü ve gerçekleşen bu muhteşem değişim ve dönüşümü fark edemediğini de iyi bilirim. Bilirim, çünkü benim ve benden sonraki kuşaklara yukarılara bakmak, geçip giden zamanı düşünmek, mevsimlerin muhteşem değişim ve dönüşümünü düşünmek unutturuldu resmen... Oysa göğe bakmak; bakışları yukarı çevirmek umuda yönelmek demekti. Ve bu umutla dünyanın künhüne vakıf olmak, vakıf olduğu mebzul miktar kadar yarına dair yeni bir okuyuşun, kavrayışın minik bir cemresi biz yerliler için… Hususiyle ülkemin büyükşehirlerinde yaşayan insanların çoğu için durum tam olarak böyledir herhalde… Hiç kimse tabiatın bu gizemli dilini çözmeye, hayret ve gayretle yengeç sepetine girmeye razı değil. Kimselerin büyük fotoğrafa bakmaya, düşünmeye zamanı yok. Öte taraftan insanımız da zaman bulamamak için gönüllü olarak kuşatılmışlığın pençesinde yaşam sürmeye alıştı çoktan. Dijital çağın bahtsız kuşakları denilen yeni toplumun halini, tavrını, düşünce biçimini, hayat felsefesini görüp düşündükçe burnumun direkleri sızlar… Görüyorsunuz insanları, onlar ister gemide olsun ister trende, ister metroda; otobüste veya özel otomobillerinin içinde, birbirini görmeden, hatta kimsenin yüzüne bile bakmadan, hiç bir şey hissetmeden yaşıyor hayatı! Bakışlar aşağıda, yönelişler telefon ekranlarında! Herkes buz gibi soğuk, likit bir kristal pencereye mahkûm olmuş adeta. Bir nevi dijital pranga ile yaşamaya mecbur bırakılarak, aldanıp gidiyoruz haberimiz yok… Peki ne yapmak gerek? Cevabı basit. Uzun yolculuklara çıkmak gerek. Evet, yanlış duymadınız, uzun yolculuklar yaparak bu prangaları kırabilirsiniz. Gökyüzüyle baş başa kalmak, binaların tutsaklığından, yeşilin, ağaçların, çiçeklerin, kuşların, börtü-böceğin içinde yolculuklar yapmak siziz bu esaretten kurtarır… Şehirlerde hiçbir zaman fark edemeyeceğiniz o bulutları selamlayarak başlarsınız evvela. Bu bir tür ertelenmiş yüzleşmeniz olacak ya da ihmal edilmiş mesafeli bir kavuşmanız… İnsanın hayatla olan ilişkisinde bir kanaat edinmesi için çevresine, hiç fark etmediği o ağaca, ağacın üstündeki kuşlara, güneşin doğuşuna, batışına, çevresinde olup bitene bakması gerek. Şayet çevrenizde bir ağaç görüyorsanız orada umut ve hayat belirtisi var demektir. İşte çıkılan uzun yolculuklarda bu güzelliklerin bakışınızı beklediğini hissedersiniz. Bakışıp, selamlaştıktan sonra birden yaşadığınızın da farkına varırsınız. Sonra bulutları ve gökyüzünü anlamlı kılan yeşilin her tonuna sahip güzelim ağaçlara daha dikkatli bakıp, inceleyecek her şeyi sorgulamaya başlayacaksınız. Evet, size bunları şehirde dikkatinizi bile çekmeyen, her gün önünden onbinlerce kez geçtiğiniz o ağaç sağlayacak. Yolda gördüğünüz o ağaçlar… Hem bir yolda ağaç varsa hangi yol çirkin veya kötü olabilir ki? “Ama sen de iyice doğacı çıktın” diyebilirsiniz. Deyin, hiç gücenmem. Ama lütfen! Bir ağacı sakın küçümsemeyin. Bana ağaçları ilk Risale-i Nur sevdirmişti. 300’den fazla yerde ağaçları konu eder üstad. Risalelerde verilen ağaç örneklerine hayran olmamak, düşünmemek, ilgisiz kalmak mümkün değil. Öylesine güzel örnekler vardı ki bu örnekleri en güzel dile getiren de rahmetli Çantacı Necmi abiydi. Ağaçların kökleri, dalları, meyveleriyle ilgili; “Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.” der Lem’alar’da örneğin… O güzeller güzeli “Sekizinci Gün” (Le huitième jour) filminde; “Eğer bir ağaca dokunursanız, siz de ağaç olursunuz.” diyordu. Ağacın bir ana gibi nasıl dinleyici, sakinleştirici ve sarıcı olduğunu anlatıyordu. Biz ise en çok parlak ekranlara dokunuyorduk bu dönemlerde. Ve farkında değildik belki ama hepimiz ruhsuz, köksüz, düşüncesiz, eciş bücüş insanlara dönüştük. Dikkat ederseniz Bediüzzaman gibi daha ağaçlarla yoldaş olmayı, hayatı ağaca yaslamak gibi bir mevzudan bahis bile açamıyorum. Çünkü öyle bir derinliğim olmadı hiç. Zira yaşanılan tüm hayat hikâyelerinde startın bir ağaçla başladığını görebilmek zor bir mesele. Bu yüzden Üstad’ın hayatı denildiğinde sanki kökü yerin derinliklerinde büyük ve güçlü bir çınar ağacının öyküsünü dinler gibi oluyorum. Öyle ya Katran, Kara Dut, Çam… Hepsinin ayrı bir sergüzeşti, encamı, serencamı vardı… Kim bilir? Kim bilir, belki de bu yüzden öfkesine paratoner olmuştur tüm kötülerin. Tarih sahnesinde iyiye, güzele, o güzelim ağaçlara nefretle bakılmış, düşmanlık edilmiş, kökleri budanmaya çalışılmış her zaman. Bu ülkede budanmış, kurutulmuş, köklerinden sökülmeye çalışılmış ağaçların sayısı kahramanlarımızın sayısından fazladır herhalde. Ama birtakım gafillerin bilmesi gerekir ki Allah dilerse öyle bir ağaç bitirir ki iyiliğin topraklarında, onu kesebilecek bir keskinlik, bir çelik bulamazsınız yeryüzünde! İşte böyle düşünce ve hislerle mesafelerinizi aşar, bir süre sonra dostlarınıza kavuşursunuz çıktığınız yolculuklarda… Tıpkı bulutların dallara akması gibi, siz de akar gidersiniz hasret bitiren, dosta götüren ağaçlı yollarda. Kim bilir belki de bu yüzden severiz avlusunda çınar ağaçlarının yükseldiği mabetleri. O mabetlerin avlusunda kökü derinlerde, dalları göklerde adeta ilahi bir köprü yükselir de yanlarından farkında bile olmadan geçip gidenler olur. Biz ise içeride, elimizdeki telefonlarla duvarlarda serlevha edilen ayetlerin resmini çekeriz tuhaf bir ritüelle… Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |