Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
Huzursuzluğum, umutsuzluğum, anlamsızlığım. Aniden uyandım, her tarafım titriyordu. Terlemiştim, korkuyordum, bunalmıştım. Saatin tik-taklarına kalbimin tik-takları, beynimin boşluğuna, düşümün boşluğu karışmıştı. Düş görmüştüm, düşümde kendimi, beni ben yapan her şeyi görmüştüm. Ne anlamsızdı, ne garipti, ne korkakçaydı, ne bedbahttı. Düşümdeki ben, gerçekteki ben kadar berbattı. Yaşamım kocaman bir balondu. Boooommmm...Patladım!.. ‘Kaybettiğimi anlamalıyım, anlamalıydım’ dedim kendi kendime, yüksek sesle... Kaybettim, kaybettim, kaybettim!.. Bu evrende başıboş dolaşıyorum, amacım yok, umudum yok. O hâlde soyutlanmalıyım, bırakmalıyım yaşamın, kazananlarının yakasını. Kazanmışların ayak bağı kaybedenler, gerçek bu. 'Soyutlanmalıyım!..' Birde yok olma var ama ben buna hazır değilim, biliyorum. Çünkü, tamamen yok olmak istemiyorum. Yok olmadan yaşamak ama yokolmamayı becerdiğim yaşamdan soyutlanmak, evet, isteğim bu!.. Düşünüyorum bir ân, neler yaşamışım, ya da gerçekten yaşamış mıyım? Cevap yok!.. Heyhat, bu basit sorunun cevabını bile veremeyecek kadar acizliğe nasıl olmuş ve neden katlanmışım? *** Bir çocukluk masalı hatırımda, içinde benim olmadığım çocukların masalsı çocukluğu... Onlar eğleniyor, ben düşünüyorum. Onlar oynuyor, ben dalıp gidiyorum. Onlar yükseliyor, ben sürekli düşüyorum. Ne mi düşünüyorum, neye mi dalıp gidiyorum, neden mi sürekli düşüyorum? Anneme, babama, kardeşlerime, savrukluğumuza, kopuşumuza, zorluklarımıza. Tahtarevalli çocukluğum benim, bir o yanda, bir bu yandayım. Çaresizim, kısa pantalonlu boşluklardayım. Ya gençliğim, söz etmeye bile değmez sessiz adımlarım. Adımı bile bilmeyen yığınla insan, yığınla yüz, yığınla söz. -Şey sizin adınız? -Evet o şeydeki siz benim, adım yok, unuttunuz beni, unutunuz beni. Adımı bilmeden sevenlerim, adını bilmeden sevdiklerim oldu. Bu muamma benim yazgım oldu. Ne acı!... Özür dilerim gençliğim, yaşanmamış baharım. ‘Şimdi de gençsin’ diyor birileri... ‘Gençliğimi gömeli çok oldu, yaşlılığa alışkanlığım doğumumdan başlar’ diyorum. Geçiyorum, geçmeliyim... Bu saçlar, bu yüz, bu eller, bu ayaklar. Bu beden!.. Neden görüntüde varlar, ya benim içimde neden yoklar? Bazen gözüm görmüyor. Silinip gidiyor yaşam, felç oluyorum dakikalarca. İşlevim yok, bildiğim yok, unuttuğum çok. Anlıyorum, bu bedene, bu beyne gelecekte bir yer yok. *** İşe gidiyormuş gibi çıktım evden, işim yoktu, iş bulma umudum vardı, ilk cinayetimi bu umudu boğarak öldürdüm. İlk önce köşedeki bakkala uğradım, günaydın bile demedim, bakkalda bana günaydın demedi. Gözlerle anlaştık, borcum dedim, borcun dedi. Ne çok sigara içmişim, ne çok çay, şeker, şaşırdım ve şaşırdığım için kızdım kendime, şaşkınlığımı da öldürdüm o ânda. Bakkaldan çıkar çıkmaz sokağın sonuna koşmaya başladım, kimse görmesin beni, tanımasınlar, anlamasınlar, bu kimseler kim, ben ne bileyim? Otobüs durağına vardığımda soluk soluğayım, çevreme bakıyorum, aynı tipler, daha birkaç gün öncenin tanıdık simaları, şimdinin tanınmayacak, tanınmaması gereken gölgeleri. Gölgelerin bakışları bir süre sonra tuhaflığıma odaklanınca vazgeçtim otobüse binmekten, yürümeye karar verdim, onca yol, olsun, ne de olsa onca yol, bunca ben. Yürürken düşünmedim, ne gökyüzüne, ne yola, ne evlere,ne sokaklara ne de sokak aralarında oynaşan çocuklara takıldı gözüm. Hayatımda ilk kez anlamaya çalışmadım hiçbir şeyi.. Eskiden ne çok düşünürdüm insanları, yaşamları, zamanları. Şu çamaşır asan kadın mutlu mu acaba? Ya avazı çıktığı kadar bağıran eskici arabasına yüklediği eskilerden ne kazanıyordur, kazanıyorsa bile kimleri nasıl besliyordur? Çocuğa bak, her tarafı yırtık pırtık, bu çocuk nasıl büyüyecek, büyüyünce ne olacak? Köşede bir yaşlı, yürümüyor âdeta sürünüyor, ölecek galiba, ama nasıl, nerede, ne zaman? Şimdi yok oldu bütün bu düşünceler, savurdum beynimi, yüreğimi rüzgara... Savruldular, dağıldılar, parçalandılar... Ve rüzgar, evet rüzgar, aklıma gelen, sahi bugün ne keskin bir rüzgar esiyor yüzüme, bedenime.. İlik acıtan rüzgar, düşünce kaçıran rüzgar... Beni inatla yürüten rüzgar... *** Bankaya giriyorum, banka cüzdanımı evde unutmuşum, ama kararlıyım alacağım paramı. Üç kuruşumu, son nefesimi, son paramı. Tartışıyorum memurlarla, kimliğimi suratlarına çarpıyorum, alın diyorum kimliğim, benim bu hesabın sahibi, gerçekten benim. Sıkılıyorlar garipliğimden, paramı verip savuşturuyorlar ve hesabımı kapatmaktan duydukları zevki okuyorum gözlerinden. Ardımdan gelen bir sesle irkiliyorum: ’İğrenç biri!..’ Sonra gülümsüyorum: ‘Evet iğrencim’.. Üç kuruşum elimde, bir çöp tenekesinin yanına gidip onu da değersiz hâle getiriyorum, benden bir özellik taşıyor artık. Çöpte parçalanmış üç kuruş, faydasız, anlamsız. Tıpkı ben!.. Okul kaydım, kulüp kaydım, sigorta kaydım, kimliğim, ehliyetim, pasaportum derken akşam oluyor. Soyutlandığımı hissediyorum iyice hayattan, hem de bir günde, bu kolaylık olacak iş değil, keşke daha önce...diyorum, sonunu getiremiyorum. Sahi bir öncem, bir geçmişim var mıydı? Son soru bu, son soruya cevap yok. Tekrar eve dönmek için şehrin kuytularına doğru yöneliyorum. Kuytu caddeler, kuytu sokaklar, kuytu adamlar adımlarıma karışıyor. Kuytularda kaybolmak ne denli kolay bir bilseniz. İnsanın silindiği yerler bu kuytular, burada yaşam var diyenlerin halt ettiği yerler bu kuytular. *** Eve girerken kapıcıyla karşılaşıyorum, ‘aidat’ diyor, cevap vermiyorum, bir daha yineliyor, yine cevap vermiyorum. Yüzünden çıldırdığımı düşündüğünü okuyorum. Doğru düşünüyor!.. Ev sabah bıraktığım gibi, hiç değişmemiş, her şey aynı, ama hepsinin dünden beri korkumu, soyutlanmamı paylaştıkları açık, öyle olmasa bu denli soluk görünmezlerdi. Salonun ortasında duran akvaryuma gözüm ilişiyor, yanına gidiyorum, onları beslemem gerektiğini hissediyorum,alışkanlıkla elim yem kutusuna dalıyor, hızla elimi geri çekiyorum kutunun içinden, kutu yere düşüyor, yemler savruluyor salonun zeminine, soyutlanmaya çalıştığım yaşamdan özür diliyorum kendisine müdahale etme isteğimden dolayı, bu nedenle balıklarımı yaşama veya ölüme terk ediyorum. Salondan ayrılıp mutfağa giriyorum.Mutfak masasının üzerinde bayat ekmekler ve beş tane zeytin var. Ekmekleri kemiriyorum, zeytinlere dokunmuyorum. Bu benim son yemeğim biliyorum. Kemirilecek ekmek kalmayınca kendime bir bardak su doldurup yatağıma gidiyorum, hemen uzanıp gözlerimi kapatıyorum. Hiçbir düşünmemeye, yalnızca karanlığı izlemeye çalışıyorum. Telefon çalıyor, bir telefonum olduğunu hatırlıyorum, onu da yaşamımdan çıkarmam gerek biliyorum, telefonu kablosundan söküp yere atıyorum, yaşamımdan kolayca çıkıyor. Yerde parçalanmış telefona bakarken kimin aradığını merak ediyorum, kim olabilir? Bir süre öylece kalıyorum, merakımın yersizliğini anlar anlamaz yatağıma tekrar dönüp kendi oluşturduğum karanlığımı izlemeye devam ediyorum. Karanlıklar düşüncelerimle doluyor, düşünmek istemiyorum, düşünceme engel olamıyorum. Siyah nasıl bir renktir? Siyah karanlıktır, korkudur, kasvettir. O hâlde benim rengim siyah olsun, bana ait olsun. Evet, evet siyah benim olsun. Yüzüme süreyim, elime süreyim, yüreğime süreyim, ruhuma süreyim, adıma süreyim. Adımda siyah olsun. Annem ne yapıyor acaba? Üç sene önce ölmüştü, aniden. Doktorlar zatürcem dedi, ben dinledim, doktorlar kurtaramadık dedi, ben sustum. Zatürcem ne demekti? Bilmiyorum Annem kurtulmalı mıydı? Onu da bilmiyorum. Sahi şu ân annem ne yapıyor acaba? Beni düşünüyor olabilir. Hep babamı, beni düşündü, hep başkalarını düşündü, Ölürken bile beni sayıklamış, ‘kurtarın beni’ dememiş. Gerçi dese bile kurtaramayacaklarmış ama, neden hayatında bir kez olsun ben dememiş. O nedenle merak ediyorum zaten, annem şu ân bensiz ne yapıyor acaba? Anne!.. *** Bu düşüncelerle uyumuşum. Uyandığımda vakit sabaha karşı, ne yapacağımı bilemiyorum. Odamın penceresine kum taneleri atılıyor, kim olabilir? Pencereye koşuyorum:Yağmur... Yağmur yağıyor dışarıda. Üzerime,ruhuma, pencereme yağmur yağıyor. Yağmur bana doğumumu, acılarımın başlangıcı, yani sonbaharı hatırlatıyor. İçim acıyor, korkuyorum, gözlerimi yumuyor, kulaklarımı ellerimle kapatıyorum. Yağmur ve sesi yok artık. Uçtu, gitti, silindi!.. Olması gereken buydu. Düşünüyorum, böylelikle hiç sonbahar gelmeyebilir hâneme... Gözlerim ve kulaklarımda mühür! İyi fikir!.. *** Günler geçiyor, ya da ben öyle zannediyorum. Pencerelerim, perdelerim, kapım, bacam, gözüm, kulağım, beynim, ruhum sımsıkı kapalı yaşama. Zaman dışarıda akmakta, yaşamda varılmakta, bende zaman yok, bende yaşam yok. Bazen acıktığımı hissediyorum, yalnızca su içiyorum, beynimde kendimi yatak odama hapsediyorum. Çok nadir yatak odama bitişik banyoya gitmek zorunda kalıyorum.Bir süre sonra bundan da vazgeçiyorum. Daha öncede söylemiş olduğum bir sözü yineliyorum: ‘Evet iğrencim!..’ Kapı zili çalıyor, gece yarısı bu zili de sökmeye karar veriyorum, gece yarısını bekliyorum. Zili söküyorum, sabahın ilk ışıkları ile bu defa kapımı yumrukluyorlar, kapıyı sökmeyi düşünüyorum, sonra kapıyı da sesleri de unutuyorum. *** Hâyâller görmeye başladım, birkaç saat önce babamın yanımda oturup beni azarladığına yemin edebilirim. -Sigara içme, verem olursun, kanser olursun, yok olursun -Yok olmak istemiyorum, ben sigarayı bıraktım -Hayır, yine de yok olursun!.. -Ben yol olmayacağım baba, yalnızca yaşamdan soyutlanacağım. -Hiçbir halt beceremezsin sen. -Görürsün baba!..Başaracağım... -Görmek istemiyorum, ne seni ne başaracağın şeyi!.. Ama doğru söylüyorum, uzun süredir sigara içmiyorum ve bu nedenle biliyorum ki verem veya kanser olmam için hiçbir neden yok ortada. Yok olmam için hiçbir neden yok, sıkıldım babamın bu anlamsız çıkışlarından!.. Sıkıldım babamdan!.. Hem neden annem değil de babam geliyor hâyâllerime anlayamıyorum, anlamsız buluyorum, korkuyorum, korkuyorum... *** Artık kapımı yumruklayanlarda kalmadı. Her şey susmuş, soyutlanmamı izliyor. İzleniyorum, bunu biliyorum. Yaşam beni izliyor. Seni şeytan!.. Ama yaşam yok artık, onun getirdikleri, isteklerim, arzularım, düşlerim, düşüncelerim yok olup gittiler benden. Bakın uzun zaman oldu, ben hâlâ bu odanın ve bu yatağın içindeyim, ihtiyacım kalmadı yaşama, ben soyutlanıyorum, o öfkeden deliye dönüyor. Rahatım, huzurluyum, artık açlıkta hissetmiyorum. Seviniyorum, seviniyorum, seviniyorum. Sevincim yüzüme yansıyor, gülümsediğimi duyumsuyorum, bu sevinçle ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama bir an yatağımın başucunda duran sehpanın üzerine koyduğum bardağımdaki suyun bittiğini fark ediyorum, ayağa kalkmak istiyorum, kalkamıyorum. Bedenime gücüm yetmiyor, felç olmuş sânki. Olsun diyorum, su olmadan da yapabilirim, açlığımı yok ettim, susuzluğumun da icabına bakabilirim, onu da yok edebilirim. Ama unutmadığım tek şey var ki ben yok olmak istemiyorum, yalnızca soyutlanmak istiyorum. Yaşamdan istifa etmek, yaşamla bağlarımı koparmak, geçmiş ve gelecek kavramlarını gömmek, yaşamın adice, şerefsizce belirlenmiş kurallarına uymak, onlar için çabalamak değil yalnızca nefes almak, susmak, karanlığımda kalmak istiyorum. Bir kasılma hâliyle kendimden geçiyorum. *** Gözlerimi yeniden açtığımda daha önce hiç tanımadığım iki kişiyi farkediyorum. Evime nasıl girdiklerini bilmiyorum. ‘Kapıyı kırmış olacaklar’ diye düşünüyorum, aklıma kapıyı kırma düşüncem geliyor, benim adıma bunu yaptıkları için seviniyorum. Ama kapı uzun süre açık kalmamalı, gidecekleri zaman onlara kırdıkları kapıyı yeniden onarıp takmalarını isteyeceğim. Bunu benim için yapabilirler, yapmalılar. Uzun boylu ve kuyruklu olanı konuşuyor, kısa boylu ve kuyruksuz olan hiç konuşmuyor. Uzun boylu konuşurken ben onun kuyruğuna bakıyorum, insanların kuyrukları olmadığı, olamayacağı geliyor aklıma, kendime kızıyorum sonradan, soyutlanmak istediğim yaşamın öyle marifetleri vardır ki insanda kuyruk bile çıkarabilir, en azından bunu daha önceden düşünebilirdim değil mi? Beni tebrik etmek istemişler. Hatta kısa boylu kuyruksuz olan ve hiç konuşmayan bana beraberinde getirdiği çiçekleri uzatıyor. O kadar güçsüzüm ki kollarımı uzatamıyorum çiçeklere, oysa görüntüleri öyle hoş, öyle güzel ki. Beni daha fazla yormadan çiçekleri yanı başıma bırakıyor. Evet, tam şuraya bırakmıştı, hayret yoklar, yatağın altına düşmüş olmalı, neyse, ne diyordum beni tebrik etmeye gelmişler, dünyanın ilk soyutlanmış insanı olmuşum, herkes beni konuşup, beni yazıyormuş, itiraz ediyorum, lütfen insanlar beni konu etmesinler, böyle giderse tam soyutlanmış olamam ki diyorum, bu cevabım karşısında beni bir kez daha tebrik ederek boynuma sarılıyorlar. Gözlerim bir an pencereye çeviriyorum, tekrar onlara döndüğümde yok olduklarını görüyorum. Üzülmüyorum, çünkü yaşamdan soyutlanmamın başarısı için ister kuyruklu, ister kuyruksuz hiçbir insanla, potansiyel yaşam uşaklarıyla temas etmemem gerekir. Ancak bir daha gelecek olurlarsa soyutlanmam konusunda insanların ilgi ve alakalarını kesmelerini, beni hiçbir şekilde konu etmemeleri konusunda onları bir kez daha uyaracağım. Ayrıca kırdıkları kapımı yeniden yerine taktılar mı acaba? Kapısız bir eve binlerce insanın, yaşamın girebileceğini mutlaka düşünmüşlerdir, belki de uzun boylu ve kuyruklu olanı kapımı tekrar yerine takmakla da yetinmeyip yeniden taktıkları kapımın üzerine ‘burada yaşam ve insan yok!..’ yazılı bir kağıt dahi asmış olabilir. ‘Burada yaşam ve insan yok!..’ *** Artık sonsuz bir karanlık var gözlerimde, artık istesem de bir şey düşünemiyorum, zaman durmuş, ben durmuşum, dünya durmuş... Seviniyorum, çünkü soyutlanmamın son aşaması da bu olmalı, felç olmak, hareket edememek, bir eşyaya dönüşmek, düşünemeyen, hareketsiz bir eşya... Yaşam duy beni, ben bir eşyayım, eşya, sözünü geçiremeyeceğin bir eşya!.. Ha..Ha..Ha... Ama nefes alamıyorum, göğsüm sıkışıyor, acılar içindeyim, acı kötüye işaret, acılardan soyutlanmadan tam anlamıyla nasıl soyutlanmış olacağım ki? Oysa ki ben yaşamdan soyutlandım biraz önce, yaşamın sonu buydu, eşya oldum, ruhum, bedenim eşyalaştı, nereden çıktı bu acı? Acılar değil mi beni soyutlanmaya karar verdiren? Acılar değil mi, o iğrenç, sinsi acılar, yüreğimi, beynimi sıkıştıran, kalbimi çatlatan... Acı, ruhuma saplanan bıçak... Acı, insanlığımın sonu.... Acı insanlığın sonu... Beni soyutlayan ben, nasıl olurda acılarımı soyutlayamaz aynı benden!.. Demek ki problem bende gizli, benim yaşamı güçlü kılan, benim yaşamdan soyutlanmadaki en büyük engel. Acı varsa, soyutlanma yok, ben varsa soyutlanma yok, ben bana düşman, bu nasıl bir kısır döngü, böyle hayat, heyhat!... Nefes almaya çabalıyorum, yok oluyorum, acım artıyor, canım acıyor... Bir ses kulaklarımda: ‘Dayan’ Beynim çırpınıyor yok olmamak için, vücudumun her hücresi çılgına dönüyor yokluk fikri karşısında. Hızla geçiyor zaman ve hızla geçiyoruz ruhumla bir bilinmezden, vazgeçiyoruz soyutlanmaktan, yaşam diyoruz, feryat ediyoruz, yalvarıyoruz... Ama çok geç, yaşamın adımları uzaklaşıyor odamdan, yatağımdan, anlıyorum ki yok oluyorum... İstemiyorum!..İstemiyorum!..İstemiyorum!.. Son bir çabayla gözlerimi aralıyorum, gözlerimin önünde silik yüzlü bir hayalet, konuşuyor, sesini duymaya çalışıyorum. Ah!..Kulaklarım, duyamıyorum!.. Ölüyorum, yok oluyorum, oysa ben yok olmak değil, kaçmak, kurtulmak istedim yaşamdan, bunu bana basbayağı söyleyebilirlerdi birileri, yaşam kendinden soyutlanmana asla izin vermez, ölebilirsin diyebilirlerdi, o zaman onlara inanır bana yardım etmelerini isterdim, bir parça su, bir parça kemirecek bayat ekmek, hatta bir doktor, hatta annemi isterdim, annem üç sene önce ölmüştü, hastalığı zatürcem, doktorlar kurtaramamış, annem şu an ne yapıyor acaba, geçelim, yaşama döndürün beni, sigarayı bıraktım, kanser-verem yok edemez beni... Vücudum titremeye, kasılmaya başlıyor, kalbimin göğsümü delip çıkacak gibi atıyor içimde, gözümün önündeki hayalet bir görünüp bir kayboluyor, kollarımı tutuyor, hissediyorum, bir şeyler söylüyor,bir şeyler söylüyor, bir şeyler söylüyor... Onu duymalıyım, duymalıyım, duymalıyım... Ve sonunda onu duyuyorum, bana soruyor: ‘Yaşıyor musun?’ Cevap veriyorum: ’Ölüyorum!..’ Bilgehan Buğra-Nisan-2003
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bilgehan Buğra, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |