..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Zamanı gelen bir düşüncenin gücüne hiçbir ordu karşı koyamaz. -Victor Hugo
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > cankor sönmez (CEMİL CEVİZ)




28 Haziran 2003
Sıradışı Bir Gün  
cankor sönmez (CEMİL CEVİZ)
Taşralı bir yazarın yalnızlık ve düş kırıklıklarıyla dolu günlerini baştan sona değiştiren sıradışı bir günün öyküsüdür.


:BEDJ:
”... Düş bayırlarında
Papatyalar bir kızıl düğün.
Mor sinekler kan içici...
                         Gez – Göz – Arpacık!
Ha vuruldu ha vurulacak hüzün...

Ey dağların özgürlüğüne koşan çocuk!
Göksünde o kanlı gülle,
Hangi sayrılığın akdidir bu?
Umut, tutsak edilmişken ölüme..
C. S.”

     “- Bugün sıra dışı bir gün olacak biliyor musun? “ dedim karıma. “İçime doğdu...”
     “- Nasıl, yani?”
Bu sıradan yanıt öyle bezginlikle verilmişti ki, üzerinde durmamaya çalışarak giyinip çıktım hemen. Hangi gün anlamıştı ki bu gün anlamasını bekliyordum ondan? Günlerden beri kıskacında boğulduğum o sıkıntı, o umutsuzluk ilk kez azalmış ve içimde umuda dair bir şeylerin ufacık kıpırtılarını duymuştum. Belki bölüşmek ister o umudu diye düşünmüştüm. Ne gezer, Onun için ben hala, çocuk kalmış çocukça düşlerin peşinden koşan kır saçlı bir düş gezginiydim sadece..
Dışarıda nefis bir hava vardı, son pastırma yazının o güneşli serin havasını ciğerlerime doldurarak ağırdan aldım yürüyüşümü. Nasılsa yine gecikecekti belediye otobüsü. Gerçi duraklar her zaman ilgimi çeker orada bekleyenleri izlemek hoşuma giderdi ama bu gün içimdeki o gizemli umudu, hiç kimsenin hatırına heba etmek istemiyordum. Düşündüğüm gibi otobüs hala gelmemişti ve durakta birkaç gündür görmeye alıştığım o yolcular vardı yine. Hatta o genç kadınla kızı da oradaydı.
Geldiğimi görünce, belli belirsiz gülümsediğini ayrımsadım küçük kızın, nedense annesi - yada her nesi ise - görmemiş gibi davranmıştı bu kez. Diğerleriyle sessizce selamlaştım dayayıp sırtımı direğe gelmesini bekledim otobüsün. Hiç birisiyle daha önce konuşma gereği duymadığım her otobüs durağında görünen türden yolculardı diğerleri. Birini emekli bir öğretmene, konuştuğu kişiyi de bir işçi emeklisine benzetmiştim. Mesela şunlar, semt pazarına giden iki kadın olmalıydı ve daha genç olanı muhtemelen duldu ve büyük bir olasılıkla alışverişten çok, benim gibi evden uzaklaşmayı düşünmüştü. Bir başka kadın, hayli kilolu ve sırf arkadaş olsun diye, kendisinden de iri bir başka kadınla çıkmıştı evden. Kızı yada gelini.. Büyük bir olasılıkla kabul gününe gidiyorlardı ve kim bilir neler tıkıştıracaklardı gün boyu.. Giderek kalabalıklaşıyordu durak ve Allah’tan otobüs de görünmüştü sonunda.
‘ Nasıl yani’ imiş!.. ’
İçe doğmak ne demek, hiç düşündün mü sen? Hiç içine bir şey doğdu mu senin, ya da doğacağını sezinledin mi bir kez olsun?
Bu kez tıka basa dolu gelmişti otobüs, daha az yolcu olurdu bu saatlerde oysa. Yakın semt pazarının günü olmalı bu gün diye, düşündüm. Önce o güne giden kadınlar tıkıştılar otobüse, sonra yaşlı öğretmen ve emekli işçi, daha sonra diğer kadınlar ve küçük kızıyla genç annesi.. Ben en sona kalmıştım yine. Önümde küçük kızıyla annesi vardı ve onlarda ayakta kalmışlardı. Genç kadını fazla sıkıştırmamaya özen göstererek bir ayağım çıkış basamağında düşmemeye çalışıyordum. Ancak kapının kapanmasıyla tırmanmak zorunda kalmış, adeta kadını kollarımın arasına almıştım. Hiç bu kadar yakın olmamıştım yabancı bir kadına, kollarımın arasındaydı ve sabun kokuyordu saçları. Karıma inat, kokladım genç kadının o sabun kokan saçlarını..
‘ Nasıl yani,’ imiş! ‘İşte sana, sıra dışı bir gün (!)‘ diye, güldüm içimden. ‘Sen istediğin kadar törpüle umudu, istediğin kadar ruhunu gömdüğün tek düzelikte anaç bir tavuk gibi eşin dur.. ’
Otobüs, hala dolmaya devam ediyordu. Henüz hiç inen olmamış ve her binenle biraz daha yaklaşmak zorunda kalıyordum genç kadına. Bir ara öyle oldu ki, genç kadının gergin kalçalarının sıcaklığını duydum kasıklarımda. Eğer böğürlerimden kasıklarıma doğru sıcacık bir şeyin aktığını ve ardından engellenemez bir fazlalığın aramızda sorun olacağı hissetmesem, oralı bile olmazdım ama, birden, o malum fırsatçılara benzettim kendimi! Şu halimle ne farkım vardı ki onlardan. Son bir gayretle arkamdan itekleyen kitleyi, olabildiğince geriye küreyerek elimdeki çantayı aramıza yerleştirdim. Yoksa, rezil kepaze olmak işten değil!..
Benim bu saygın çabamı genç kadın da fark etmiş olmalı ki, tutmalıktan kurtardığı bir eliyle saçlarını bir kenara itmiş teşekkür etmek ister gibi gözlerime bakmıştı kısa bir süre. Bu kısacık sözsüz diyalog - aramızda ki o, aynı otobüsü birkaç kez paylaşmaktan öte hiç bir şey ifade etmeyen bu zorunlu birlikteliğe – sanki masum bir de suç ortaklığı eklemiş gibiydi.
Otobüs semt pazarı durağında durmuş, neredeyse yolcuların yarıdan çoğu inmişti. O ferahlıkta hem ben hem de genç kadınla kızı, oturmak için yer bulabilmiştik sonunda ve karşılıklı koltuklarda oturuyorduk. Az önceki o beklenmedik münasebetsizliğin sıkıntısıyla göz göze gelmemeye, meşgul görünmeye çalışıyordum. Son günlerde üzerinde çalıştığım öykü karalamalarını çıkardım çantamdan ve onları gözden geçirmeye koyuldum.
Oysa o hiçbir şey olmamış gibi kızına bir şeyler anlatıp onu güldürmekle meşguldü. Bir ara o kocaman gözleriyle beni süzdüğünü fark ettim. Gözleri çok güzeldi, kahve telvesine yeşil fıstık parçacıkları serpilmiş gibiydi. Kaçamak bakışmaktansa konuşmayı yeğledim:
“-Küçük hanımı siz götürüyorsunuz galiba okula?” Saçma bir soruydu, ne kız okul çağındaydı ne de üzerinde forma vardı.
“-Okula değil hastaneye,” diye yanıtladı genç kadın. Sanki o da o sıkıntıyı üzerinden atmaya çalışıyordu. “Dişlerinde sorun çıktı da..“
Dişlerinde ki teli göstermeye çalışan küçük kıza eğildim, genç kadın, bu ilgiyi boşa çıkarmak istemez gibi sürdürdü konuşmasını:
“- Her gün azar azar sıkıştırıyorlar amcası...”
“- Geçmiş olsun, zor olmalı..”
Gülümsediğini fark ettim genç kadının, dişleri ne kadar beyaz, ne sağlıklıydı. Bakışlarından gülüşünden yaşam fışkırıyordu sanki. Gözlerimi zor aldım onun o öpülmek için dizayn edilmiş dudaklarından. Ne var ki O:
“- Siz nereye böyle, her gün bu saatte?” sorusuyla bir kez daha o güzel yüze bakmama neden olmuş; kusursuz bir vücuda ancak bu yüz yaraşır diye düşünmekten kendimi alamamıştım.
“- Büroya,” dedim kısaca. Ardından, ‘Ne iş yapıyorsunuz,’ demesini bekledim umutla. Zira, ‘Yazar olduğumu, bu günlerde bir öykü kitabımın basılmakta olduğunu,’ anlatmaya can atıyordum. Sormamıştı ne yazık ki; yine küçük kıza dönmüş onunla konuşmayı yeğlemişti. Ama kararlıydım; bu güzel kadını mutlaka düşlerime katacak ve ilk öykümde kullanacaktım, kimse engel olamazdı buna.. Bir sonraki durakta:
”-İyi günler“ dileyip indiklerinde bunları düşünüyordum. Elinden tuttuğu o küçük kızdan daha çocuktu. Öyle coşkulu, öyle yaşam doluydu ki, o inince sanki otobüs bomboş kalmış, sabah içime doğan o esrik umut bile onunla birlikte o durakta inmiş gibiydi. İki durak sonra da ben indim.      
Han girişindeki büfeden ayırttığım gazete ve dergileri alırken, bana bırakılacak asıl paketi beklemiştim her günkü gibi. Hiç sözünü etmemişti gazeteci çocuk. O düş kırıklığı içinde merdiven altındaki çaycıya sabah kahvesini ısmarlamış, aynı kattaki berber, ayakkabı tamircisi, nalbur ve terziye mutat selamlarını vermiş öyle çıkmıştım büroma.
‘En kısa zamanda terk etmelisin bu sigara denen illeti!’ diyerek ilk sigaramı yaktım, dergileri okunmamışların arasına bıraktım ve gazetelerin başlıklarına göz atarken ilk kahvemi içtim. Bizzat kendisi getirirdi kahveyi Rasim Usta, bana verdiği önemin tek işaretiydi bu, çırakla onunla bununla muhatap olmamı istemediğini vurgulamak isterdi aklı sıra. Aslında basılmasını beklediğim kitabımı sormaktı amacı.
“- Henüz bir haber yok” dedim sıkıntıyla. “Merak etme sen, basılır basılmaz biliyorsun, imzalayıp ilk sana vereceğim...”
“ - Beni de yazmışsın Bey, onu merak ederim. Yoksa ne anlarım ben kitaptan, şundan bundan...”
‘Seni gidi çarıklı erkan seni (!)’ diyerek güldüm içimden. ‘ Senin, neyin peşinde olduğunu bilmez miyim hiç; kitap filan hikaye, gerçekten yazar olup olmadığımı öğrenmenin peşindesin. Ama az kaldı, hele sabret bakalım,’ dedim. Aslında, adama kızmaktan çok, giderek yitirdiğim o umudu canlı tutmanın derdindeydim.
Biten fincanı masaya bırakırken bir kez daha gözlerimin önüne gelmişti o güzel kadının o kahve telvesine fıstık tozu serpilmiş gözleri. Nasılda sıcacık bakmıştı öyle, insanı tutup ellerinden olmadık düşlerin gözesine sürüklemeyi, nasıl da iyi biliyordu. Sanki ‘ Düş ardıma gel’ der gibi bakmıştı otobüsten inerken.. Yada bana öyle gelmişti, Öyle ya valizi elinde bir düş yolcusuna, o bakışlar başka nasıl gelebilirdi ki?
Biliyordum, aslında ne genç kadın umurumdaydı ne de onun yeşil fıstık tozu serpilmiş kahve telvesi gözleri; bütün derdim, karımın o umursamaz tavrını unutmaya çalışmak, özellikle de basımı bir yılan hikayesine dönen şu öykü kitabımı biraz olsun usumdan uzaklaştırmaktı.
Üzerinde çalıştığım yeni öykünün, daktilo makinesinde beklemekten eprimiş kağıtlarına baktım sıkıntıyla, dünden beri tek bir sözcük ekleyememiştim ve bugün de ekleyebileceğimi hiç sanmıyordum. Bir yazar yazdıklarını birileriyle bölüşemedikten sonra hala oturup yazmanın ne manası vardı ki! Kalktım daktilonun başından ve yarım bıraktığım gazeteye döndüm yeniden. Emindim artık, bunca yıl yapabildiğim tek şey, kendi düşlerimle kendimi oyalamak olmuştu. Hiç şüphem kalmamıştı buna, sevgili karım gibi Rasim Efendi de haklıydı; benden ne köy olurdu ne kasaba. Ben sadece, çağ dışı kalmış bir düş gezginiydim..
Oysa, basalım demişlerdi, telif konusunu bile açmamıştım ne olur ne olmaz diye, ürkütmek istememiştim adamları. O halde niye bekliyorlardı hala, beklenmedik bir aksilik mi çıkmıştı, yoksa ta başından beri başlarından mı savmışlardı beni? Bilemiyordum doğrusu. İşin kötüsü açıp sormaya da cesaret edemiyordum o lanet yanıtı alırım korkusuyla.
Aslında kaç günden beri, editörün o üstü kapalı uyarısını elimin tersiyle ittiğim için kendime kızıyordum. İyi güzel de, hani ilk kitabım olmasa, ya da başka bir ad kullanarak yazdığım o saçma sapan şeylerden olsa dert etmeyecektim basılıp basılmamasını. İlk kez kendi adımla basılmasını istediğim öyküleri göndermiştim basımevine ve kendi adımla çıkacak ilk kitabım olacaktı bu. Bundan sonra yazacağım eserler için bir temel, bir basamak oluşturmasını istiyordum. En azından okur, gerçek yaşam öyküsünü bildiği bir yazarı okusun, öykülerinde ileri sürdüğü savların arkasında durduğunu, zemin oluşturduğu dünya görüşünü sonuna dek savunduğunu bilsin istiyordum. Bu da her yazarın hakkı olmalıydı en azından..
Sigara paketinin neredeyse yarıya indiğini fark ettim, güya bırakacaktım. İnadına bir tane daha yaktım! Hiç bu denli umutsuzluğa düşmemiştim oysa. Kendimi bir halt sanmıştım onca zaman. Yazdığımı sandığım onca öykü, onca kurmaca, iskambil kağıtlarından yapılmış birer kule gibi yığılıp kalmıştı önümde. İçim acıyordu, beni yaşama bağlıyan o yazma tutkusundan vazgeçebilecek miydim acaba, sıradan bir orta yaşlı gibi evimin küçük bahçesiyle uğraşmak yetecek miydi bana? Hiç sanmıyordum, o an aldığım yazmama kararı, yaşamı kaldırıp rafa koymak gibi bir şeydi benim için..
Zil çalıyordu galiba. Evet, doğru duymuştum, nicedir sesini bile unuttuğum büromun kapı ziliydi bu. Oysa kilitli değildi kapı, bilenler açar girerlerdi. Bu ilk kez gelen biriydi besbelli. Her kimse, kalkıp kapıyı açmama bile fırsat bırakmamış içeri girmiş, salondan ayak sesleri geliyordu. İlk kez gelen biri olduğu belliydi. Merakla salona geçtim.
Yanılmamıştım. Salonda etrafına bakınan adamı ilk kez görüyordum. Kıyafetine bakılırsa koltuğunun altından sarkan o birkaç dergiyi satmaya gelen bir satıcı olmalıydı. Ancak, boynundan göbeğine kadar sarkan yakın gözlüğü, başının arkasında tıraşı uzamış beyaz saçları, hele o, son zamanlarda pek rastlanmayan posbıyığı ile zamanın dışına düşmüş bir filozofu andırıyordu ki, dergi satıcısı olmadığı kesindi.
“ - C.. S... siz misiniz?” diye sorduğunda, geciken bir borcu tahsile gelmiş bir alacaklı olduğuna bile düşündüm.
“ - Evet, buyurun. Nasıl yardımcı olabilirim?” dedim.
O çipil gözleriyle baştan ayağa beni şöyle bir süzüp - yaptığım sürprizi nasıl buldun diye gülümseyen - yaşlı bir akraba edasıyla soruma bile yanıt vermemiş, doğruca az önce çıktığım çalışma odama yönelmişti. Gözü odadaki kitap raflarında, “Sizi bulabileceğimi pek sanmıyordum ama buldum işte” diyerek boş koltuklardan birine oturmuştu. Sonra da aklına gelmiş gibi elini uzatarak:
“- Efendim, kendimi tanıtmayı unuttum. Bendeniz, T. A.”
Kulaklarıma inanamadım ilkin! İsim benzerliği olmalıydı, yoksa ne işi olurdu koskoca (T.A.)’nın benim yazıhanemde? Ama oydu! Yıllar önce bir imza gününde gördüğüm T. A. dı bu.. Çocukluğumdan beri, kim bilir kaç kitabını okumuştum bu adamın ve hala kitaplığımın bir yerlerinde en azından bir kitabı olmalı diye düşünüyordum.
Şaşkınlığımı yenip ayağa fırladım:
“ - Bu ne büyük onur Hocam! Bu ne ulaşılmaz şeref benim için,” diye bağırdım. Hala elimdeki eline kapandım hemen. “Lütfen, ahmaklığımı hoş görünüz, çıkaramadım birden...”
Güldü yaşlı yazar. Önden birkaç dişi hatır porseleniyle kaplıydı. Yüzünün derin çizgileri, gözlerindeki sevecen bakış, üzerindeki kırış kırış ceket, yakaları üç kat olmuş gömlek ve bir daha çözülmemek üzere bağlanmış gibi duran bir hayli fazla sıkılmış kravatıyla, öyle sevimliydi ki:
“- Bunda şaşacak ne var, bazen ben bile çıkaramıyorum kendimi, bu ben miyim diye.”
“- Ne ikram edebilirim Hocam?” diyebilmiştim ancak. “En iyisi Rasim Ustayı çağırmak” diyerek dışarı koşup aşağı seslendim.
Geri döndüğümde o ufak tefek adam, kitap raflarının önünde ayakta durmuş, kitaplarımı gözden geçiriyordu.
“- Özür dilerim Hocam, yalnız bıraktım sizi” demek zorunda kaldım.
O, ‘Önemli değil,’ der gibi, yakın gözlüğünün üzerinden bana kısacık bir nazar atmış ve onca kitap cildinin arasına sıkışmış gibi duran yıllar önce basılmış ve halen aransa da pek piyasada bulunamayacak olan kendi kitabını kurtarmaya çalışıyordu..
“- Gözlerime inanamıyorum! Bu kitap burada ha!” derken, üzerindeki incecik tozu silkelediğini, bunu yaparken de çocuğunun giysisini düzeltmeye çalışan bir baba gibi itinalı davranışını izliyordum. Kitabın solgun eprimiş kapağını okşarken, yıllardır uzak kaldığı yavrusundan özür diler gibiydi..
Nereden çıkıp gelmişti bu adam, beni nereden tanıyordu? ‘Hani şu basımını beklediğim kitabım filan çıkmış olsa, bir derece,’ diyordum. Eften püften birkaç dergide, asıl adımla bir iki öyküm yayımlanmış, bir iki yerde de birkaç küçük şiirim çıkmıştı hepsi o kadar.. Peki, ne istiyordu bu koskoca T. A. benden, adı sanı bilinmez benim gibi taşralı bir yazarı nereden tanıyordu?
Nereden tanıyacak, birileri bu adama, ‘yazardır’ filan diye benden söz etmiş olmalı ki; O da kalkıp - Adamın olmadığı yerde keçiye, Abdurrahman Çelebi derler, hesabı – ‘Uğrayıp yoklayalım hele, kendisine yazar denilen bu zibidi de kim (!)’ deyip çıkıp gelmişti işte..
Onu izliyordum. Hani bıraksam kitabını baştan sona okuyacak ve beni unutup gidecekti. Sabah evden çıkarken sevgili karıma söylediğim o söz gelmişti aklıma birden. Öyle ya, bundan daha sıra dışı bir gün olabilir miydi benim gibi yazarlığı rafa kaldırmaya hazırlanan bir kişi için?
‘Al işte!’ diyecektim akşam eşime. ‘ T. A. bugün, beni ziyarete geldi!’ Ancak korkuyordum karımın, ‘O da kimmiş!?’ diyebilme olasılığından.
Ama ne önemi vardı ki, T. A. buradaydı ve benimle görüşmeye gelmişti, bundan daha sıra dışı hiçbir şey olamazdı benim için. Herhalde, bir yazar bozuntusunun kitaplığında kitabını bulmak için uğramamıştı yanıma. Onun:
“- İnsan, bazen terk edilmiş çocuğuna rastlar gibi rastlayıveriyor işte. Hay Allah! Kimi köprü altlarında yatıp kalkan bir çocuk gibi darmadağın, kimi sizin gibi değer bilir bir zatın çok nadide eserlerinin arasında böbürlenen soylu bir asıl zade gibi şımartılmış halde, kimi de, bir varsılın lüks kitaplığında göstermelik bir yanaşma gibi sayfaları bile açılmamış olarak.. Nasıl da özlemişim..
Bir keresinde, bir kitapçının kapı dışarı ettiği ve çöp fiyatına sattığı bir yığın kitap arasında rastlamıştım bu yaramaza. Kendisi gibi kim bilir ne emeklerle ne umutlarla yazılmış ve aynı kaderi paylaştığı onlarca kitapla birlikte sokağa düşmüştü.”
Gözleri ıslanmış gibiydi yaşlı yazarın, dalıp gitmişti. Sanki o küçücük sevinç, yüzündeki o derin çizgileri aralamış ve küçücük çipil gözlerini ıslak birer mendile çevirmişti. Rasim Ustanın kapıyı tıklatması, biraz daha gecikseydi eğer; elinin tersiyle gözlerindeki yaşı siliyor olacaktı belki de.. Gözlüğünün üstünden şöyle bir bakıp Rasim Ustaya, kahveci olduğunu anlamış gibi:
“ - Evladım, bir orta şekerli, yanında su olsun.” Sonra kaldığı yerden sürdürdü sözlerini. “ Onca kitap, kitapçık.. Sokağa düşmüş onca eser, içim bir tuhaf olmuştu. Çömeldim başlarına, bildiğim on - on beşini ayırdım diğerlerinden, ya geride kalanlar, onlar ne olacaktı? Onlar, hepten sahipsiz, yetimler gibi kalmıştı soğuk tozlu kaldırımda.
İçim elvermedi evlat, içerdeki kıza seslendim; ‘Ne vereceğiz bunların hepsine,’ diye. O, süslü kuşe kağıda basılmış o çok kıymetli (!) bildiği gösterişli kitapların arkasından uzanarak, başından savmak ister gibi ‘Ne verirseniz verin,’ demişti.
Hepsini, orada bulduğum iki eski poşete doldurdum ve taşıdım arabama. Arabamın arka koltuğuna doluşmuş sokak çocukları gibiydiler, bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı bana. Döküm - saçımdılar ama biliyordum, yıpranmış giysileri içinde her birisi, bir yazarın bir şairin dünyalara değişemeyecekleri düşleriydi..“
Yaşlı yazarın dalıp gittiğini, sayfalarını çevirdiği kitabı bile görmeden kendi kendisine konuşur gibi anlattıklarını dinliyordum. Onları nasıl tek tek, türlerine göre ayırdığını, sökülmüş kaplarını nasıl büyük bir sabırla tamir ettiğini ve her biri için o daracık kitaplığında nasıl yerler bulduğunu, geceler boyu, bir ona bir ötekine sataşarak onlarla sabahlara dek nasıl sohbetler ettiğini anlatıyordu.
“- Bir daha Başkentin o gösterişli kitapçısına uğramamaya karar verdim evlat, cezalandırdım o kitap katillerini (!)..”
“- Haklısınız hocam,” dedim yüzde yüz katılarak duygularına. “Hurdacıya sarraflık yaptırmak gibi bir şey, kitap sevmeyen birine kitapçı dükkanı açtırmak...”
Onun, nihayet kitabını bir kenara bırakarak getirdiği dergilerden birini açtığını ve bir küçük kağıtla işaretlediği sayfayı önüme sürdüğünü fark ettim.
“- Bakınız genç dostum,” diyordu. Sigaradan sararmış tırnaklarıyla bir şiirin kırmızı kalemle işaretlenmiş bir dizesini gösteriyordu.
Şirin başlığı ve gösterdiği dize, benim beş altı yıl önce bir dergide yayımlanan şiirlerimden birisiydi ve hemen tanımıştım. İiçim ‘cız!’ etti birden! Basım hatalarıyla dolu bu dergide keşke yayımlatmasaydım dediğim şiirlerdendi. O günlerde fazla slogancı bulmuş, yayımlatmayı düşündüğüm kitabıma yeni yazdığım şekliyle koymayı düşünüyordum.
“ - Bu dergi, o kitaplarla birlikte elime geçti. Sizin bu şiirinize o dergide rastladım. Sadece adınız ve tarih vardı. Bunu yazan şairle tanışmalıyım diye düşündüm. Zira diğer şiirlerinizi de merak ediyordum. Birkaç kez, derginin basımevinden, adresinizi ve telefonunuzu sordum, yeterli yanıt alamadım. Sadece sizin bu kentte oturduğunuzu ve hala oturup oturmadığınızı da bilmediklerini öğrenmiştim. Bir vesile ile yolum buraya düşünce, rehberden adresinizi bulmak zor olmadı. Umarım, rahatsızlık vermiyorum?”
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Koskoca T.A. bana şair demişti!.
“- Bu yaşlı keçi (!) burnunu sokmadan duramaz! Her işe karışır inatla; şu dizeniz diyordum – özellikle şu dizeniz - çok etkilemişti beni.” Kırmızı kalemle altını çizdiği dizeyi gösteriyordu ısrarla:
“Umut, tutsakken ölüme...”
Korkarak, o şiiri yazdığım günleri anımsamaya çalıştım. Nesi vardı ki bu dizenin? Şiirin en güzel dizesiydi. Mersin’de yazmıştım, yazlıkta... Bir gazete haberindeki bir resimden etkilenmiştim. Dağlarda vurulan birkaç ayrılıkçı militanın, bir yamaca dizilmiş cesetlerinin fotoğrafıydı bu. O gün, ‘Acaba hangi umut, bu gençleri böylesine bir ölüme koşturmuş olabilir,’ diye, düşünmüştüm. ‘Hangi umut olursa olsun, bu öyle bir umuttu ki; ölümle her zaman kol kolaydı, hatta ilkin, “ Umut, kol kolayken ölümle!” diye yazmıştım o dizeyi. Sonradan dergiye gönderirken “Umut, tutsakken ölüme,” diye düzeltmiştim.
“- ‘Umut, tutsakken ölüme’ İçeriği öyle zengin ve öyle yerinde sarf edilmişti ki - haddim olmayarak - ‘acaba, bir yerlerden aşırma mı bu şiir, özellikle bu dize,’ diye çok araştırdım. Ne kitaplığımdaki ne de fırsat buldukça uğradığım kütüphanelerdeki başka şiir kitaplarında bulabildim bu dizenin benzerini. Hatta bir çok çeviri şiir kitaplarını bile karıştırdım bunun için. Çok özgündü. Ne biçemi, ne içindeki ses uyumu ne de şiirin başından sona eksilmeyen o melodisi benziyordu diğer şiirlere. Bir şeylere, birilerine de öykünme yoktu... Yalınlığa yüklenmiş bir büyük birikim vardı o kısacık şiirde...”
Adamın, ‘Önce sizi kutlarım,‘ sözcükleriyle başlayan ve giderek sadece kulaklarımda bir uğultuya dönüşen o takdirlerini dinlemiştim büyük bir mutlulukla. Keşke, karım da duysaydı bunu diyordum. Ya o genç kadın duysaydı şu konuşmaları..
Sabahtan beri bungunluk içinde kıvranırken, şu beklenmedik konuk, ne bungunluk bırakmıştı yüreğimde, ne bir küçük bezginlik zihnimde; bu yaşlı şairi Allah göndermişti, bildiği doğruları yazsın istiyordu belki de o yüce Mevla.. Hala inanamıyordum, bu güne dek belki yüzlerce şiir yazmış, onlarcası bir yerlerde yayımlanmış, ama bir kez olsun, ‘Şu şiirin şöyle, şu öykün böyle,‘ diyen bir eleştiriye, bir beğeniye rastlamamıştım. Oysa bugün, Türk Yazın Dünyasının duayenlerinden biri, hem de yanı başımda, yüzüme baka baka, şu unutulmuş şiirim hakkında benimle konuşuyordu, üstelik eleştirmiyor, hayranlığını belirtiyordu..
Saatlerce sürmüştü şiir ve öykü üzerine söyleşimiz. Hiç bu kadar mutlu olduğumu anımsamıyorum. Daktilomdaki öyküyü incelemiş, basım aşamasında ki öykülerimi gözden geçirmiş, eğer arzu edersem - basılmasını beklediğim o kitabım için – bir sunu bile yazabileceğini söylemişti bana.
Kendi dar ve çıkışı bulunamayan dünyasında yok olup gitmeye hazırlanan bir taşralı yazar için, bundan daha sıra dışı ne olabilirdi ki..

Cemil CEVİZ , 2002 MALATYA



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
sakıncalı(!) dizeler [Şiir]
İstanbulu Yaşamak İstanbulsuz [Şiir]
Hayallerim Kederlerim Vebalim [Şiir]
Yine 14 Şubat [Şiir]
Sevgililer Günü [Şiir]
Tut Ki [Şiir]


cankor sönmez (CEMİL CEVİZ) kimdir?

sonradan olma Malatyalı, aslen ANKARA\'lıyım. TIP DOKTORU VE genel cerrahım. Yazmaktan arda kalan zamanlarda sayrılarla uğraşıyorum. . .

Etkilendiği Yazarlar:
EZİZ NESİN, E. HEMİNGWAY, ORHAN VE YAŞAR KEMAL, CRONİN, J. KOSİNSKY vs


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © cankor sönmez (CEMİL CEVİZ), 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.