Sevmek bir başkasının yaşamını yaşamaktır. -Balzac |
|
||||||||||
|
Kardeş ülke derken hep bıyık altından güldüğümüz Pakistan’dan bir sanatçı. Kavval söylüyor kısaca. Kaval yada Kavvali denilen şey Pakistan dini müziği. Çok ama çok farklı bir müzikal yapısı var. Dinleyince ilk elden o bizim bildik dini müzik kalıplarına asla sığmıyor. Onu dinlediğimde etkilendiğim kadar çok az günü hatırlarım. Güney Afrikalı cazcı Abdullah İbrahim’in zenci direnişi sırasında öldürülen arkadaşı İsmail hakkında yaptığı “İsmail” adlı parçaydı. Arkadaşını anlattığı inanılmaz lirik parçasının ortasına caz ritimleri ve caz gırtlağıyla Müslüman olan arkadaşı için Fatihayı Arapça aslından okuyordu. Benzerini ne duydum de birisinden rivayetini işittim. Ama bugün konumuz Nusrat Fateh. Yani Nusret Fatih. Sağlığında herkes onunla albüm yapmak için yarışırdı. Batılı müzik dahileriyle yaptığı albümlerin sayısı bilinmiyor. Ama toplamda sanırım 400 civarında albüm doldurmuş. Ağzını açsa kayıt yani. Türkiye’yle karşılaştırıp bir yere koyalım deseniz, Kâni Karaca derim ben fakat hatalı olur, duruş tavır ve ülkenin müziğe bakışı bambaşka. Nusrat Fateh Ali Khan’ın müziğe getirdiği yorumsa hala tarif edilemiyor. Sadece alıp dinliyorsunuz. Ben onun sayesinde öğrendim, mastikanın aslında bir rakı adı değil “mast kalender” yani “büyük üstat” kelimesinin bozuk söylenişi olduğunu. “taverna müziği mi abi bu” yorumlarına surat asmak zorunda kalarak dinledim yeni aldığım albümü otomobilde ilk kez. Bizdeki o malum müziğin yalan yanlış aparılmış uzak doğu ezgilerinin taklidi olduğunu anlatamadım kimseye. Ve bir Pakistanlının “yar” ve “car” gibi Türk tasavvufundan kelimeleri kullandığını duyunca kültürel bağların ne kadar derin olduğunu anladım. Dini müziğe aşina bir toplumuz. Daha doğrusu öyle idik. Gazeller, nefesler, dede perdesinden deyişler vs. Ama hakim görüş ve merkezi otorite sonunda deyiş ve nefeslere türkü adını verip kalanı da turistik gösteri seviyesine indirgeyince kala kala “sordum sarı çiçeğe” ilahisine kaldık. TRT senelerce perşembe günleri İnanç Dünyası programında bir grup takkeli adamın tek düze sesinden beş on ilahiyle milleti avuttu. Sonunda zikir deyinde kafa sallayıp hu çekmek, ilahi deyince de Cat Stevens’ın 1400 yıllık "ay doğdu üzerimize" ilahisine yaptığı yorumu kaldı elimize. Geri kalan da çocuk korosunun nakaratları. Nusrat Fateh’i dinlediğinizde fark ediyorsunuz ne kısır bir müzik hayatımız olduğunu. Biri Pakistan Kavval'ini evrenselleştirsin biz dünkü çocuk Cat Stevens’tan ilahi kasetleri taşıyalım evimize. Nusrat Fateh, Sühreverdi tarikatının bir üyesi ve solistiydi. Sıkı durun “Sühreverdiler” Şii-Sünni çatışmalarını ortadan kaldırmak için Pakistan’da kurulmuş bir tarikat. Hangi mezhepten olursan ol kabul ediliyorsun. Ülkenin dini müzik piyasasında da önemli yerleri var. Nusat Fateh ise inanılmaz bir hikayenin kahramanı. Onun hikayesi Neşet Ertaş’ınkine benziyor biraz. Babası Fatih Ali Han Pakistan’ın en büyük sesi iken Nusrat babasının çalışmalarını izler gizli gizli alıştırmalar yaparmış. Baba bu zor sanatın oğlu tarafından yapılmasını asla istememiş. Anlaşılan Pakistan’da popüler olmak pek keyifli ve kolay bir iş değilmiş o devirlerde. Ancak bakmış olmayacak bir gün çağırmış oğlunu ve sesini test etmiş. Ardından da onu eğitmeye başlamış. Ancak kısa süre sonra vefat etmiş. İşte Nusrat ilk defa babasının cenazesinde onun grubunun başına geçerek ilahi söylemiş. Henüz 16 yaşındaymış ve o günden sonra ölene kadar aynı şeyi yapmış. Ünlü müzikçiler onun için “geçmiş kavval geleneğine bağlı, gelecek olandan ise bağımsız” yani nevi şahsına münhasır ve tekrarlanamaz olarak yorumluyorlar. Ölene kadar dünyanın büyük müzik adamları peşindeydi. Onunla albüm yapan kişilerden, Peter Gabriel, Jan Garbarek, Michael Brok, Massive Attack, Shankar, Yossu N’dour aklıma ilk gelen isimler. Rock operacılar , cazcılar, New Age tutkunları, metal müzik grupları. O klasik İslami ilahileri öylesine yorumladı ve her tür müziğe o kadar iyi uyum sağladı ki sonunda bir parçası "Katil Doğanlar" adlı sıra dışı bir kült filmde soundtrack olarak kullanıldı. Nusrat Fateh ilahinin ortasına gırtlaktan caz ritmleri vurur, bluz tarzında parçalar seslendirir. Saksafonun yanında Serengi denen Hint yaylı sazını çaldırır. Jan Garbarek’in saksafon solosunu “Allah Muhammed Ali” nidasıyla böler ve saksafonu aratmayan duru bir sesle parçayı alır götürür. Maasive Attack “must must” adlı parçasını remix yapar Avrupa diskolarında tarikat üstatlarına söylenmiş bir methiye yankılanır senelerce, “Must kalender” büyük üstadımız diyerek. İnsan düşünmeden edemiyor. Pakistan gibi yoksulluk içinde yüzen bir ülkede böylesine insanlar çıkıyor. Utanmadan, üstünü basını değiştirmeden, çekinmeden inancını söze çeviriyor. İşini yapıyor. Yaptığı işe saygı duyuyor ve kültüründen getirdiği değerleri tüm dünyaya yayıyor. Bizde ise diyanetten icazetli bir ilahi grubu başlarında beyaz takke, üzerlerinde jilet gibi ütülü takım elbise, boyunda kravatla komik olduklarının bile farkında olmadan bağdaş kurup ellerini dizlerine vurarak başlıyorlar tek sesli bir ilahiye. Tek tip düdük bıyıklardan hiç bahsetmiyorum; sanki İslam’ın şartı o bıyık. Evet kimse ilahi okuyana karışmaz. Ama dedelerimiz bunu mu yaptılar? Geleneğimizde bu mu var? Modernizmimiz takım elbise kravatla diz büküp oturmaktan mı ibaret? Bizim müziğimiz bu mu? Bunca inkarın, olduğundan farklı görünmenin sonu nereye varacak? Sorulacak çok soru var Ülkede her branştan kaç tane devlet memuru sanatçı var bileniniz var mı? Nusrat Fateh’le aynı yıllarda ama farklı kulvarlarda hayata atılan ülkemizin en büyük değerlerinden Neşet Ertaş Almanya’da, gurbetçi düğünlerinde çalgıcılık yaparak hayatta kaldı senelerce. O sırada sadece devlet onaylı adamlar çıkabiliyordu radyoya ve televizyona . Pakistan’la farkımız neydi. Orada devlet karışmadı Nusrat’e ne önünü açtı ne engel oldu. Sonra devir değişti. Ekranlar kimlere açıldı malum… Yıllar sonra elimizde kalan ne? Nusrat Fateh’ten bir anı kaldı geriye. “Bir gün bir adam geldi ve bir miktar bozukluk verdi babama, ona şarkı söylemesi için. O ise “gel” dedi. Kasabanın meydanına çıktı ve şarkısını orada yüzlerce kişiye söyledi. O satın alınamaz bir adamdı.” Ne küçük, ne sıradan ve ne büyük ve sıra dışı bir öykü. İstanbul’da iki Konya’da bir sema ekibi. Eski ustaları geçmek ve yeni bir şeyler üretmek bir yana, onları aynıyla taklitten yoksun birkaç neyzenin zayıf çırpınışları. Yok olan müzik geleneği. Lafa gelince “batının operasına karşı bizim de klasik Türk müziğimiz var” lafları. Modernizm ve gelişme adına Yıldırım Gürses’in “eller eller” şarkısının üzerine bile çıkılamadı hala. Sonunda Kanada’dan bir çocuk çıktı çok sesli bir soundla sufi müzik yaptı da itibarımızı kurtardı. Ha bir de devlet destekli Eurovision zaferimiz var. Bir daha ne zaman tekrarlanacağı ve kaç yıl akılda kalacağı bilinmeyen bir zafer. Yapılan iş komik. Sipariş usulü Avrupa'ya kendimizi beğendirme müziği. Bir de şu şark işi modern danslar topluluğu var. “Sultanların dansı” mı, “Anadolu ateşi” mi yoksa “en öz Anadolu ateşi” mi? Yok yok sanırım en son “en hakiki Anadolu” ateşiydi. Hatırlarsınız ilginç makyajlı acayip duruşlu adamın posterini. Sultanların dansı topluluğu.Tam, işte iyi bir şeyler oldu derken, Sultanların dansçıları ikiye bölündüler . Sanat bölünerek mi çoğalır ki acaba?.. Farkları nedir? Farkları birbirlerini sevmemeleri. Sonra üçüncü bir eğilim oluştu onlar ne yaptı bilmiyorum şahsen. Fıkranın devamında Hikaye söyle devam eder. Sonunda fraksiyonlardan biri yeni dansçılar almaya karar verir. Yani yeni tarz yok, yeni fikir yok, yeni dansçı da yok, sadece egolar var. Kadroyu doğrultmaya çalışıyorlar. Devlet memurluğu sınavı gibi bir organizasyonla beş bin genç dansçı arasında seçme yapılmış. Merak ettim bu gençlerden kaç tanesi bir gün olsun modern dans ile Anadolu halk oyunlarını bağdaştırmayı aklından geçirdi. Ve beş bin dansçıyı birkaç günde sınayıp eleyecek o kadro nereden çıktı geldi Türkiye’mize. Şaşkın kere şaşkınım. Şimdi sultana dansçı olmak moda ya herkes bir heves koşturmuş. Ne yapacağı önemli değil. Prestiji var alemde, ne iş olsa yaparlar. Dünyaya bizi tanıtacaklar. Trend ondan yana, onu yapacak ülkem gençliği. Ama akıl kârı iş değil. Sen tut günde 8 saat tepin. Ola ola yüzlerce dansçıdan biri ol. Yakın çevren hariç pek adın sanın duyulmasın. Daha iyi işler biliyorum doğrusu . Bu moda da tez geçer zannımca. Geçenlerde Türk hayranlarının hazırladığı bir internet sitesine rastladım Nusrat Fateh’in. Bende olmayan birkaç parçasını dinledim oradan. Onlarca fan kulüp ve site kurulmuş tüm dünyada onun adına. Hayranları her gün forum köşelerinde onun müziğini tartışıyor . İslam’ı ve Sufizm'i tanıyorlar. Yavaş yavaş, adım adım Nusrat’ın müziği aptal, cahil Pakistanlı önyargısını değiştiriyor. El Kaide’ye, Molla Ömer’e, Peştun savaşçılara rağmen ülkesinin ve Müslümanların imajını ölümünün 6. yılında bile temizliyor. Üstelik ardında bayrağı taşıyacak genç sanatçılar yetiştirerek gitmiş. Ekibi yeni lideriyle yoluna aynen devam ediyor. Öğrenecek çok şeyimiz var. Nusrat Fateh'in yaptıklarına bakınca pek çok şey kafamıza dank ediyor. Demek din diyanetin değilmiş. Müzik ise hiçbir kalıba sığmazmış. O kalıp sahte bir Modernizm aldatmacası bile olsa. Son söz mesneviden: “Tanrını iksiri bakırları altın olmaya götürdüğünde o altın yaldızlıya ne olacak?"
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cengiz İZGİ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |