İBRAHİM SADRİ
YALAN DÜNYA KAHBE DÜNYA
Bu böyledir.
Hayat bana ilk kez sağlamına dokunduğunda onaltı yaşındaydım. Lise ikinci sınıfa gidiyordum ve okula gitmeyi sevmiyordum. Okula gitmek için evden çıkıp, yaşımızın küçüklüğüne göz yumarak bize oynamaktan aşınmış kağıtları verip dört çay parasına ellibir oynamamıza imkan tanıyan Vehbi Abi'nin Tepebaşı'ndaki kahvesine gitmeyi yeğliyordum. Şopti, Frankeştayn ve Yerli, kahve karesin! oluşturan diğer arkadaşlarımdı. Hepimizin esas isimlerinin yanı sıra, okulda birbirimize verdiğimiz böyle özel isimlerimiz vardı.
Onları çok seviyordum, çünkü onlar da benim gibi okula gitmeyi sevmiyorlardı.
Aynı şeyi sevmemenin ortak bir sevgi oluşturabileceğinin felsefesi o sıralar beni hiç ilgilendirmiyordu.
Üstelik bir sürü diğer şey de beni hiç ilgilendirmiyordu.
Her şey biraz basit, biraz sıradan ve biraz güzeldi.
Bin dokuz yüz yetmiş dokuz yılıydı.
Evimiz Cihangir'deydi.
Cihangir güzeldi.
Geceleri sokak köpeklerinin ürküten çığlıklarına bekçi düdükleri karışıyordu.
Bakkalımızın adı Dimitri idi.
Oturduğumuz ev. Demir Apartmanı'nın altıncı ve en üst katıydı. Pencereden sepet sallıyor, "Bakkal Dimitri!" diye bağırıyor, sonra da apartmanın tam karşısındaki binanın altındaki bakkalından Dimitri çıkınca da herkese duyura duyura siparişimizi veriyorduk.
Bakkaldan istediğimiz şeyler, herkesin isteyebileceği şeylerdi. Bu yüzden çekinmeden, bu yüzden utanmadan, bu yüzden sıkılmadan bağıra bağıra altıncı katın penceresinden ünlüyorduk bakkal Dimitri'ye.. Ekmek, sana yağı, biraz zeytin, Vim, akşam babam işten gelince okuması için Tercüman gazetesi, annemi kandırabilirsem çokomel, ya da abim için siyah yazılı Samsun sigarası...
Ben o zamanlar o yaşıma rağmen Dimitri adındaki o adamın gece gündüz orada yaşadığım sanıyordum. Bir keresinde Taksim'de görmeme rağmen, ihtimal vermemiştim o olduğuna.
O derece bakkaldı adam. Mahalle bakkalının hayatınızda bir yer edinerek, kendinizi tanımlamanız ve ifade etmenizde ekstra zenginlikler katabildiği günlerdi. Gazeteye "kaste" diyor, içinde "ı" harfi geçen bütün kelimeleri "i"lerle çıkarıyordu. Ben onun en çok dükkanından içeri gir-diğimde gülümseyen çehresiyle "nasilsin bakalim" demesini çok seviyordum.
Sonra, bir sürü şey bozulduğunda bir gün bakkaldan Dimitri yerine Niyazi adında yeni biri çıkınca nasıl da yıkılmıştım. Bakkal Niyazi ne Dimitri gibi gülümsüyor ne de bakkala gittiğinizde "nasilsin" diyordu. Sadece kalın gözlükleri vardı ve ıksıra tıksıra tezgahının arkasında duruyordu."
Ve çokomellerinin tadı, Dimitri'nin çokomellerine hiç benzemiyordu. Bir şey bozulmuştu ve ben bunu o yaşımda tanımlıyamıyordum. Önce öldü sandığım Dimitri'nin artık Yunanistan'a gittiğine ise hala inanmıyorum. Onun da buna inanmadığına da eminim. Belki Atina'da, belki Pire'de belki de başka bir kentinde olabilir oraların. Ama onun da kalbinin bir yerleri şüphesiz hala benim gibi Cihangir'de kalmış olmalı...
Herhalde Mart idi.
Çünkü soğuktu ve yağmur adamın içine işliyordu.
Sabahın yarım aydınlığında okula gitmek adı altında evden çıktığımda üşüyordum.
Nasılsa, o yıllarda okula böyle karanlık sabah vakitlerinde gidiyorduk ve nasılsa hava uzunca bir süre kötü bir kabus gibi hep karanlık oluyordu.
Bütün sokakların duvarlarında yazılar vardı.
O yazılar bazen haftalık bir dergi, bazen günlük bir gazete tadında kısa periyodlarla değişiyordu.
Yazılanların üzerleri alelacele çekildiği belli olan daha koyu renk bir boyayla kapatılıyor ve o boyanın da üzerine yeni şeyler yazılıyordu.
Çoğunluğu "tek yol" diye başlayan kısa ve vurucu sloganlardı bunlar.
Çok nadir de olsa içinde bir zeka ve akdenizlilik barındıran buluşlarla da yüzyüze gelebiliyordunuz.
Önemli olduğu varsayılan kimi militanların ölüm yıldönümleri, ya da ölümlerine de duvar yazıları aracılığı ile ulaşma şansınız olabiliyordu. Günlük illegal bültenler gibiydi duvarlar. Hepsi taraflı hepsi mutlaka bir propaganda özü barındıran, çoğunlukla kargacık-burgacık alelacele yazılmış bilgi ya da öneriler içeren şeylerdi. Birilerinin "ölmez"liği, kurtuluşun hangi fraksiyonda daha "acil" olabileceği, doğru "yolun hangisi olduğuna dair kesin yargı sözcükleri ve daha bir sürü kocaman laflarla doluydu evlerin, apartmanların duvarları..
Geceler, birçok yerde olduğu gibi, Dimitri'nin apar topar terkettiği Cihangirde de "duvar yazıcıları"nındı.
O sabah, okula gitme adı altında annemi ikna edip, evden çıktığımda Lenger sokağının köşesinde duydum silah seslerini.
Filmlerdekine hiç benzemiyordu.
Daha tok ve ifadesizdi.
Önce, belki yaşları benim kadar ancak olan iki delikanlı fırladı tam köşeden.
Bana çarparak can havliyle koşuyorlardı.
Bu "can havli"nin ne olduğunu bana çarptıklarında şıp diye anladım.
Sonra aynı köşeden iki adam fırladı. Onların kalın bıyıkları vardı.
Ben yere ve çamura düşen kitaplarımı almak için eğilmiştim. Başımın üstünden arka arkaya geçen serinlikler hissettim. Bir de o tok ve ifadesiz silah seslerini.
Hem arkalarından sıkıyorlar hem koşuyorlardı.
Niyeyse, vurulmasınlar istedim.
Vurulmadılar da o iki delikanlı.
Can havli biraz da sür'at demekti. Hızla kayboldular öbür köşede.
Bıyıklı iki adam köşeye varmadan vazgeçtiler takipten ve ateş etmekten.
Tekrar geri döndüler.
Ben hareketsiz, Yeni Melek sinemasında Charles Bronson filmi seyreder gibi donmuş kalmıştım, çöktüğüm yerde.
Ama bu film değildi ve bana doğru koşar adımlarla geliyorlardı.
Hayat sağlamına ilkkez dokunmak üzereydi.
Yanımda durdular.
Biri yerdeki kitaplarıma baktı.
Öbürü tam tepeme dikildi: "kaça gidiyon lan?"
Bunun doğru cevabinin hangisi olabileceğini düşündüm bir an.
Yani kaç dersem vurulmazdım acaba?
En iyisi doğrusuydu.
Hiç olmazsa doğru söyleyerek vurulayım bari dedim.
Çünkü o sıralar, uğruna ölünebilecek sözlerin, yeminlerin, ütopyaların neler olduğunu tam olarak bilemiyordum.
Evet, duvarlara yazılan şeylerin önerdiği bir sürü uğruna ölünebilecek durum sözkonusuydu hiç şüphesiz, ama bütün bunlar benim için p ana dek sadece okuyup geçtiğim ve üzerinde çok da derin derin düşünmediğim olgulardı.
"Lise iki abi.." diyebildim.
Öbürü aceleyle tekrar sordu: "hangi okul lan?"
işte bunun çıkışı yoktu.
Çünkü adım gibi biliyordum ki okulların herbiri bir tarafa aitti.
Yine adım gibi biliyordum ki, benim okulum, bu "bir tarafa ait"lerin içinde en bilindiklerden biriydi.
Ben gittiğim okulun hangi tarafa ait olduğunu biliyordum, ama bu iki kalın bıyıklı abinin hangi taraftan olduklarım bilmiyordum.
Çok küçükken, annemin yeni aldığı hakiyeşili pantolonomu daha ilk giydiğim gün maçta kalecilik yapacağım diye dizinden cart diye yırttiğımda "ben şimdi ne diyeceğim" korkusuyla altıma işemiştim, ikincisi o soğuk ve kasvetli Mart sabahında "ben bu abilere ne diyeceğim" korkusuyla işedim.
Açıkçası bu ikincisi daha korkutucu ve kötüydü.
"Kasımpaşa lisesi abi... Beş Fen A sınıfı..." dedim.
Sınıfımı niye söylediğimi bilmiyorum.
Herhalde alışkanlıktan olsa gerekti.
Hatırlayabildiğim tek şey bağrışma sesleri oldu. Apartmanların pencereleri yarım açılmış ye kimi kadınlar bağrışmaya başlamışlardı.
Annemin sesini net olarak ayırabiliyordum içlerinden.. Öyle bir "ibrahiiim!" diye canhıraş feryad ediyordu ki, iki bıyıklı abi mevcut gelişmelerden ürkerek ve havaya iki üç el ateş
ederek yine koşarak uzaklaştılar. Ben hala çömeldigim yerde, altına hafif kaçırmış bir vaziyette
kalakalmıştım. Hayat, fena dokunmuştu. Kısa bir süre sonra etrafıma toplanan mahalleli komşu teyzeler
ve amcalar nezdinde hürmete layık bir adam gibi hissettim kendimi. öyle ya da böyle altıma kaçırdığım! Fark ettirmediğim sürece, iki militanla sıcak temaşa girmiş bir liseli olarak
ortalıkta duruyordum. Üstelik hazttaydım. Keyiflenmiş ve sükse yapmıştım.
Okulda bütün bunları büyük bir iştahla arkadaşlarıma anlattığım gün, arama yapıldı.
Polisler hemen yanımda oturan ve dünya umurunda olmayan sıra arkadaşım Ferit'in çantasında bir bildiri buldular.
O zamanlar, okula girerken dağıtılan bildirileri almak adettendi.
Almayanlar sağlam dayak yiyordu çünkü. En azından mimleniyordu.
Bildirileri alıyor, sınıfa girerken de yırtıp atıyorduk.
Dünya umurunda olmayan Ferit o gün yırtmayı unutmuştu ve o gün arama yapılmıştı.
Feriti alıp götürdüler.
Tam iki ay sonra geri döndü Ferit.
Bulunan bildiriye ait fraksiyonun koğuşunda kalmış iki ay.
Tam olarak solcu olmuştu ve hepimize "üç gerilla elde mavzer dağlarda/yemini var and içmişler kavgaya" marşım söylüyordu aksama değin..
Biz ise; yani Şopti, Frankeştayn, Yerli ve ben, Orhan ahinin yeni çıkan "Benim Dertlerim" long playindeki "bir kapıdan gireceksin/neler neler göreceksin/seveceksin çok seveceksin" sarkısını tercih ediyorduk.
Çünkü o daha güzeldi.
Herşey, biraz daha hareketli, herşey biraz daha kendiliğinden ve biraz daha sevimliydi.
O yıllarda biz, Mısır Çarşısı'nın önünde her karne dönemi öncesinde karaborsa olarak boş karne satıldığına inanmaya devam ediyor, ve her karne dönemi öncesinde oraya giderek karaborsa karne satıcılarını arıyorduk umutla.
Mutlaka oralarda bir yerlerde olmalıydılar ve biz onlardan boş karne satın alarak ders notlarını keyfimize göre karnelerimize yazarak babalarımızdan, ağabeylerimizden dayak yemekten kurtulacaktık.
Bu hiç olmadı ve biz, yani Frankeştayn, Şopti, Yerli ve ben her karne döneminde babalarımızdan dayak yiyip durduk.
Yıllar sonra birgün, Mısır Çarşısı'nın önünde karne satıldigına inanmanın bir fanteziden öte bir şey olmadığım anladığımda, birsürü delişmen, havai, insan yanımı da gömdüğümü hissedecektim.
Efsaneleri elinden alınmış biri olarak, oraya buraya savrulurken;
reelliğin, nesnelliğin aslında ne kadar da beş para etmez bir zımbırtı olduğunu farkediyordum.
Benim için Mısır Çarşısı önünde boş karne satıldığı da, Halicin dibinin Bizans altınları ile dolu olduğu da, yine Suriçi'nin yeraltından birbirine gizli dehlizlerle bağlı olduğu da ne kadar gerçekti ve hep öyle kalmalıydı.
Bu yüzden masalları, halk hikayelerini, devleri, ejderhaları, ağıtları, efsaneleri çok sevdim.
Bütün o serüvenin içinde şimdi geriye dönüp baktığımda beni en çok şaşırtan, bir Lunapark eğlencesi yaşarcasına paylaştığımız okul günlerinin ardından kalan o güzel tadın, ondan sonraki yıllarda nerdeyse hiçbir şeyde karşıma çıkmış olmaması..
insanın canı acısa da, hayatı bir lunapark akşamında geçirilen çarpışan arabalar tadında yaşamaya çabalamasının ve onu öncelemesinin ne kadar keyifli olduğunu düşünmüşümdür hep.
Herşey, size tuhaf bir şakayla dokunup geçerken sanki daha keyifli gibiydi.
Yoksulluk ve yoksunluk acıtıcı gibi dursa da, eğer siz ona bir Sami Hazinses keyfiyeti, bir Sadri Alışık aldırmazlığı, ya da bir Cevat Kurtuluş algılamızlığı katmayı başarabiliyorsanız, bir Adile Naşit-Münir Özkul birlikteliğinin Voltran oluşturabilme gücü ve yeteneğiyle elinizin tersiyle itelemeyi sağlıyabiliyorsanız, hayat size herbir keresinde sağlamına dokunsa da; hakikaten acıtıcı olmayı bir türlü beceremiyordu.
Ve bu önce onu, sonra hayatı kendi diledikleri gibi kurmayı hedefleyen gündelik yaşam yarasalarım fena kızdırıyordu.
Ben kendi adıma, üçotuz paralık kısır mafyaların memlekette niyeyse yaşam kalitesi yükselip, insanların alım gücü arttıkça palazlanmalarım, bütün şerefsizlik, onursuzluk gibi aşağılık pozisyonların da buna bağlı olarak değer kazanmasını hep buna bağlamışımdır: Yoksulluk ve yoksunluğun ortasından, safın alabilmenin vahşi tadına daha bir yaklaştıkça hayatı "ti"ye alabilme yeteneğimizin giderek daha dumura uğramasına..
Evet.
Hayat bana ilkkez sağlamına dokunduğunda onaltı yaşındaydım.
Sonra hayat, beni yoklamaya hep devam etti.
Bu kitapta sizlerle bu yoklamalardan bazılarım paylaşmak istiyorum.
Bana öyle geliyor ki, hemen herbirinde kendinizden de farklı anlamlar bulacaksınız.
Çünkü hepimizin yaşadığı herbir "şey"in, herbirimizle teması olduğunu, herbirimize biryerinden değdigini düşünüyorum.
Ne bileyim işte birinin kazanması için birinin de kaybetmesi gerekiyor ya, öyle bir şey.
Hiç günlük tutmadım.
Düzenli olmayı hiç sevmedim. Hiçbir şeyi kaydetmedim. Öyle yapsaydım, belki şimdi karşınıza en azından şöyle kalın üç ciltlik bir anı yığınıyla çıkabilirdim.
Öyle yapsaydım, yani daha düzenli, daha tertipli, nizamlı ve intizamlı yaşamayı becerebilseydim herhalde "daha çok şeyim oturdu.
Ama ben hep az, ama tamamen bana ait " kalan "ları seviyorum.
O yüzden hep ceketim! alıp çıktım, birsürü çok masalı, çok müdürlü, çok katlı yerden.
Ne yalan söyleyeyim, bundan sonra da öyle yapmaya devam edeceğim.
Bildiğim gibi, sevdiğim gibi, inandığım gibi, biraz ve sıradan...
O yüzden bu kitapta, yaşadıklarımdan kalan şeyler bulacaksınız..
Belki bölük pörçük, yarım yamalak şeyler.. Doğru hatırlayabildiğim anlar, tatlar, etkiler, fotoğraflar.. Benim için çok keyifli ve eğlenceli bu geriye dönüşlerin size de iyi gelmesin! umuyorum.
Belki kiminiz, "henüz böyle bir kitap için çok erken değil mi" diye düşünebilirsiniz.
Ama, ihtiyar olmadan da insanın anılarım yazabileceğini ve bunları tartışmaya açabileceğini düşünüyorum.
Bir de bu kitapta okuyacağınız "şeylerin, birer anıdan çok, "yaşamın kıyısından kartpostallar" olduklarım düşünüyorum.
Yani bir yolculukta kendinizi susamış hissettiğinizde ve bir çeşmenin önünde durup yüzünüzü yıkayıp, kana kana su içerken geldiğiniz yolu anımsamanın suyun tadına karışan keyfini sizinle paylaşmak istedim.
Eğer beğenirseniz, gerçekten şöyle üç ciltlik bir anılar yığınıyla karşınızda olabilmeyi çok isterim. O yüzden bu kitabın içindeki anı bölümlerini biraz böyle kapsamlı bir çalışmanın önsözü gibi görmenizi öneririm.
Ben hayatımda hiç kimseyi tam olarak kırmadım. Beni kıranların çoğuyla da, sonra tekrar dost olmayı seçtim. Belki hıncımı ya da öfkemi şiirle çıkardım onlardan.. O yüzden hiç okumadığınız yeni şiirlerimi de koydum kitaba.. Onların da yaşadıklarım arasında özel yerleri var.. Düzyazıyla anlatamayacağım şeyleri şiir diliyle paylaşmak istedim.. Özellikle bağırmak istediğim şeyleri ve durumları ve anları ve
duruşları ve yaşadıklarımı ve yarım kalmışlıkları.. O yüzden kimseyi yaralamayacağımdan da adım gibi eminim. Ama saklamayı da, eğip bükmeyi de pek sevmiyorum. O yüzden olduğu gibi ve geldiği gibi aksın istiyorum zihnimde
ve yüreğimde yaşadıklarımdan geriye kalanlar... Tabii ki her hatırladığım ve her yaşadığım şeyi yazmadım. Kimseye zarar vermemek için zaman zaman ayıklamalar yaptım.
Kim olursa olsun ve nasıl olursa olsun ve niye olursa olsun; şüphesiz ki bazı şeyler kalmalı diye karar verdim kendime.
Bir sıra, bir kronoloji izlemedim. Yazmak için oturduğumda otuzsekiz yılın içinden hangi "an" ya da hangi "durum", ya da hangi "yüz" öne çıktıysa, aklı-
ma geldiyse onu yazdım.
Yazarken de öyle davrandım; olduğu gibi ve nasıl geldiyse öyle.
Şimdi buyrun:
Bu okuyacaklarınız, otuzsekiz yaşında dolu dolu yaşadığım sanmakta olan bir adamın geriye dönüp baktığında, zayıf hafızasına bir yerlerden takılıp kalmış gerçek hayat kartpostallarıdır.
Onlardan herhangi birini, dilediğiniz herhangi birisine armağan edebilirsiniz..
Bu bir şiir ya da hayatın kıyısından küçük bir an olabilir..
Çünkü bütün bunları sizlerin de varolduğu bir dünyada sizlerle birlikte yaşadım..
Yani bunlar biraz da sizin öyküleriniz, galiba...
içindeki herhangi bir devi, bir ejderhayı, bir teyzeyi, misket oynayan küçük bir çocuğu, yazlık bahçe sinemasında Sadri Alışığa katıla katıla gülen bir genç kızı bir yerlerden tanıyabilirsiniz.
Puslu bir Cihangir sokağının sabahında basımın üstünden geçen
birkaç kurşunla da bir yerden bir tanışıklığınız olabilir. Aslolan, galiba paylaşma yeteneğimizi sevmek galiba. çünkü bu namert yenilgiler, insafsız acılar ve bütünüyle kahpe
dünyanın fendelekleri gerçekten paylaşıldıkça azalıyor. Bana güvenin, vallahi doğruyu söylüyorum...