Fırtınalar insanın denizi sevmesine engel olamaz. -Maurois |
|
||||||||||
|
Devem dizlerinin üzerine çöküverdi. İki gündür onu, dur durak bilmeden, buluşma yerine doğru sürüklüyordum. Kumsala fazla mesafe kalmamıştı ama o hayırsız hayvan büyük bir homurtuyla yığılıp kalmıştı. Çölün nihayetinde olduğumu, havadaki artan nemden ve denizin tuzlu rüzgarından anlayabiliyordum. Ne var ki deniz görünürde değildi. Gün batmadan o buluşmaya yetişmeliydim. O, belki de, her gün o kumsala gidiyordu benim gelmem ümidiyle ve her akşam gök mahcup kızıllığına bürünürken gerisin geri dönüyordu. Bu gün “o” gün olmalıydı; gün batmadan ona kavuşmalıydım. Yalnızca onunla, içimde yanan ateş bir nebze olsun küle döner, susuzluğum bir zerreyle de olsa –yeniden küllerden doğmak üzere- dinerdi. Yürümeyi kolaylaştırmak için entarimi yukarı çekip ikinci bir kuşakla belime sabitledim. Devemin başını okşadım gözlerimi yumup; bir kavuşma için ödenebilecek en yüksek bedellerden birisiydi o. Bir de her akşam umutlarını bayatlatıp, yüreğini söndüren ve her sabah onları yeniden doğuran o kadın... Heybeden deri mataramla, bir parça kurutulmuş et çıkardım. Hantallaşan kalbim hala bendeyken daha fazla yüke ihtiyacım yoktu zaten. Güneş tepelerin öte yanında kızıla dönmek üzereyken bacaklarımda takat tükenmişti; her adımımı bir öncekinin hızıyla, zorluk içinde, atıyordum. Oysa canımın çıkacak gibi olmasına rağmen sevincim gitgide artıyordu. Zira deniz kokusu kendini daha çok belli etmeye başlamış, her yanımı sarmıştı. Nemi hissetmek için derin bir nefes çekmeme gerek kalmamıştı. Sonra tepelerin birinin üstünde gelen parlaklık girdi gözlerimden içeri. Milyonlarca yıldız bir olmuş, sonsuz yörüngelerindeki seyahate davetkar bir ışımayla çağırıyorlardı. Kamaşan gözlerin bir süre sonra ayıldı. Denizin şuh benliğiydi raks eden: Salome’nin dansı gibi teklifsiz, kışkırtıcı, benlik-alıcı... Ateşe kanan pervaneye döndü coşkunluğum; o dermansız bacaklarıma bir lütuf kondu ve delişmenlikleri geri geliverdi. Koşmaya başladım: Bir adımım üç adım mesafe aldırıyordu; kalbimin bir çarpışı binlerce ateşin akkor halinde patlayışıydı. Ayaklarım tökezlemedi, nefesim kesilmedi, kalbim durmadı. Oysa tersinin olacağından emindim. O elem dolu çöl yolculuğum puslu anılarımın arasında yitiverdi. Tazelenmiş, yeniden doğmuştum da o, orada, kumsalda mıydı?! Heyecanım endişeye dönüşmeye başladı. Belki de dönmüştü geriye, ya da çoktan bırakmıştı kumsala gelmeyi. Umutları kırılmıştı hatta; beni aklından çıkarmıştı! Orada olmayabilirdi. Kanıma işleyen vehimden çabucak kurtuldum son tepeyi aşınca. Bir gölge vardı kumsalda. Dört direkten kurulmuş bir çardağın altında oturuyor, denize bakıyordu. İlk başta seçemedim, karar veremedim o olup olmadığına. Yüreğimdeki ikilik kederle mutluluk arasında salınıyordu. Oysa o, bu ıssız kumsalda geçirdiği günlerden olsa gerek, yanı başına bir varlığın sokulduğunu seziverdi ve döndü arkasını. Aramızda üç beş adım mesafe kalana kadar koştum: O’ydu. Birbirimizin karşısında dikeliyorduk; donmuştuk ve sadece biz değil her şey donmuştu. İkimizden de bu müthiş anı bozmamak için bir nefes daha çıkmıyordu. Bir an yine kuşkuya düştüm özlemin deliliğinden. Karşımdaki kadın gerçekten de ‘o’ muydu! Yaşlanmamıştı, değişmemişti muhtemelen. Ancak benim aklım çürümüştü ve gördüğüyle bildiğini ayırt edemez haldeydi. Ancak bir an, gözlerinde gördüm onda bıraktığım kendimi. O yeşil gözlerdeki sonsuz kıvrımların arasından ürkekçe başını uzatan o değildi, bendim. Onun içindeki bendim kendime bakan. Ondaki ben, sadık bir köpek gibi varlığını korumuştu değişmeden. Gözlerine tamamen akabilsem, yeniden bütün olabilecektim. Gün kızıllığa teslim olana kadar çardağın altında oturduk yan yana. Tek kelime etmedik, tek söz çıkmadı ağzımızdan. O zaten hep ketum olmuştu aşkı yaşama konusunda; tarifsiz bir bilgelikle donatılmıştı sanki. Kadınlara özgü doğuştan gelen bir bilgelikle...Hani o güzel ipeksi boynu kesilecek olsa gıkı bile çıkmazdı. Onu süzüp durdum, o da beni... Gözlerim onun açlığından doymuyordu bir türlü. Denizin nemi dudaklarından akacak tuzlu bir şerbet gibi parlıyordu. Ben çölden gelmiştim, kuruydum. Gözlerinde az önce tepelerin üstünden gördüğüm yıldızlar oynaşıyordu. Ben çölden gelmiştim, tozluydum. Saçlarının her bir teli -binlerce azgın dalgadan mürekkep- canlıydı. Ben çölden gelmiştim, çoraktım. Teni her bir zerresinde sayısız aşığın seviştiği bir vahaydı. Ben çölden gelmiştim, ölüydüm. Dudakları, bir çift ilkbahar kaçkını kelebek, dudaklarıma konuverdi. Dokunuşlarıyla binlerce çiçek açıverdi içimde. Her öpücüğü bir arazımı düzeltmeyi vaat ediyordu: Çoraklığım yeşerecekti, kuruluk ıslanacaktı, tozlar silkelenecekti, ölü dirilecekti... O tuzlu dudaklarından dünyanın bütün okyanuslarını içime akıtıyor, beni coşkunlukla dolduruyordu. Bana bıraktı onları. Dudaklarımın arasında sonsuz bir evren vardı: Emdim onları, yılların özlemiyle ve her anın tadını içimde sonsuz sefer döndürerek. Ardından yanakları karşıladı beni. Nasıl da sıcak bir karşılamaydı o! Sanki bütün gün kızgın güneşin altında yanan benim yanaklarım değil de, çardağın altında bekleyen o yanaklardı. Eli başımı kavradı ve daha aşağılara itti beni. İpeksi boynundan bir yel gibi kaydım. O ise beyaz teninin can alıcılığını ifşa etmekten kaçınmadı ve askılarını kaydırdı omuzlarından aşağı.Ta ki elbise, tanrısal kıvrımların yeşerttiği o bereketli göğüslerine kayana kadar... O güzel set; altı üstü, sağı solu ipekten bir vadinin tam ortasında bırakıvermişti giysiyi. Dudaklarım sabırsız, aç itler gibi daldılar o vadiye. Her hamlemle elbise setin doruk noktasına doğru çekiliyordu. Öyle bir an geldi ki, o ipek bile ar duydu aramıza girmekten ve ebediyen kayıverdi. Dilim, haşin ve soğuk rüzgar, esiverdi açığa çıkan göğüs uçlarından. O baharın yayılma hissini veren tadı ilk kez alıyordum. Ilık bir bahar sabahı doğuyordu içime: O, ürperdi. Her an yeniden doğacağım Aden cenneti olmasını istedim o göğüslerin, ve her an yeniden öleceğim Kerbela: Her daim ölüm ve dirim oyununu oynayabileceğim bir vaha! Sonra kendi elleriyle çekti beni o besleyici cennetten. Ellerini doladı vücuduma. Önceden ezberinde olan bir haritayı takip edercesine okşadı beni. Ayağa kaldırdı ardından. Entarimi çekip çıkarttı. Ben de hayaya dair ne varsa çoktan gitmişti zaten: Ne iman kaldı, ne de küfür; baştan ayağa şiir kesildim. Ben ayakta olduğum o önümde diz çöktüğü halde, o belalı yeşil gözlerle bana bakıyordu. İki eliyle erkekliğimi kavradı. Bir daha baktı bana, gözleri yanıyordu. Ben, ellerinde, erimek üzereydim. Söndürmeye çalıştıkça harlanan bir ateşi ne dindirebilir ki! Ağzının sıcaklığı, benim sıcaklığımda birleşince arttı hararetimiz: Cennetin en cehennem yerindeydik. Kor bir çeliğe dönmüştüm. Çölden gelmiştim kumsala ve kumsalın serinliğinde eriyivermiştim. Dilim oynamadı ama “Susuzum” dedim. Feryadımı duydu ve çekiliverdi geriye. Ardından bacakları bir kıskaç gibi yakaladı başımı. Bu sefer benim dudaklarım gömülmüştü yasak meyvenin toprağına ve sessiz bir çığlık atmadaydım: “Ateşler içindeyim, söndür beni!” Oysa o su nasıl bir ateş ki, sönmez için ona bulandıkça yanıyorsun! Dudaklarıma değen her damla içimdeki alevleri büyütüyordu. O mayhoş koku aklımı başımdan almıştı; baştan ayağa delilik kesilmiştim. Benim deliliğim ona değdikçe başımı sıkıştırdığı bacakları iyiden iyiye mengene kesiliyor, bütün kasları farklı yönlerde kasılıyor, vücudu keskin hareketlerle yapılan kadim bir dansı tekrar ediyordu. Ateş büyüdü, ateş sarıp sarmaladı... Artık külliyen alevdim ve o halimle yukarı çıktım yeniden. Önce eriyik dudaklarımız karıştı birbirine, ardından vücutlarımız. Erkekliğim bacaklarının arasında kendi yolunu bulmaya çalışan edepsiz bir dervişti; buldu da... Bir zamanlar ayrılmış olanlar birleşti yeniden. Birbirleri için yaratılmış olanlar uzun bir hasretin ardından kavuştular. Kadim bir parçalanmanın hüzünlü tutsakları: Ateş ve su... Onun tüm vücudumu, tüm ruhumu kavradığını hissediyordum. Her hareketlenme ardı arkası kesilmeyen dalgalanmalar yaratıyordu. Gözlerimi sımsıkı yummuştum. Batan güneşin sıcaklığı üzerimizdeydi; o çılgın dalgaların sahile her çarpışı ise içimizde duyuluyordu. Dalgaların çarpışları hızlandı. Hızlandıkça kıvrılıyor, kıvrıldıkça dolduruyor, doldurdukça sağ sola yalpalıyordu. İniltiler çığlıklara dönmüştü, küçük kasılmalar ise tarifi imkansız kıvranmalara... Gözlerimi açtım. Gördüğüm karşısında ürktüm ama hareketi bırakmadım. Aslında hareket beni bırakmıyordu, tüm benliğimi ele geçirmişti, ben olmuştu! Sanki nefes alan bir canlıydı da dursa, bir an için bile dursa, hepimiz duracak ölüp gidecektik. Oysa ‘o’ her hamlede biraz daha kuruyordu. Gözlerimi açtığımda gördüğüm buydu, sararıp solmuştu. O güzel kokulu kadın dar ve uzun yolu her kat edişimde biraz daha çöküyor; kırışıklıkları artıyor; derisi çekiliyordu. Bir hayale dönüyordu. Ben canlı hissediyordum, her an daha canlı ve daha parlaktım. O parlayışım en nihayetinde artık ne benim ne de hareketin durdurabileceği yoğun ve şiddetli bir patlayışa yol verdi: Sıcak bir akışa... Coşkun bir derya, kabına sığmaz bir küstahlıkla çağlayan halinde akarken, kuruyan aşkım da son bir hareketle debelendi, kasıldı. Ardından mecali kesildi, binlerce parçaya bölünüverdi. Milyarlarca kum tanesine dönüp sahilin kumlarına karışıverdi. Geriye çekilip ondan geriye kalan yükseltiye bakakaldım. Kumdan yapılmıştı sanki; sanki her zaman bir hayaldi. Hatırladım: O an değiverdi kıvrımlarım birbirlerine. Sırayla geldiğimizi hatırladım, sırayla kuma döndüğümüzü. Her seferinde öteki yarısını arayan, bu kumsalda buluyordu çaresiz yalnızlığını. O kuma dönmüştü ve yeniden gelecekti çölden beni kuma dönüştürmek için. Ve ben bu kumsalda özlemle bekleyecektim onun gelişini. Bekleme sırası bendeydi şimdi, çölü kat etme sırası onda... Uzandım kumsala, çardağın altına... Ve onu beklemeye başladım: Çünkü bekleme sırası şimdi bendeydi...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yaman Sert, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |