Gerçek bir sevgide diğer insanın iyiliğini istersin. Romantik sevgide diğer insanı istersin. -Margaret Anderson |
|
||||||||||
|
Günümüzün global dünyasında, Marshall McLuhan’ın da belirttiği gibi, dünya artık “küresel köy” haline gelmiştir. Teknolojinin gelişimine koşut bir şekilde, iletişim ortamları artmış, insanlar dünyanın en ücra köşelerinden bile birçok bilgiye ulaşabildikleri gibi, istedikleriyle de görüşme imkanına kavuşmuştur. Teknoloji tabanlı bu değişim, iletişiminde boyut değiştirmesini beraberinde getirir. Yüz yüze iletişim etkinliğini kaybederek, yerini kitle iletişim araçları vasıtasıyla sağlanan, teknoloji tabanlı dolaylı iletişime bırakır. Bu dolaylı iletişim insanın sosyal varlığını zedeleyerek, bireyi izolasyona sürüklediği gibi kitle iletişim araçlarının da önemini arttırır. Kitle iletişiminin öneminin artması ise beraberinde birçok sorunu da getirir. Bunların en bilineni de, tektip bir popüler kültürün genele yayılması sorunudur. Kitle iletişim araçları, genele hitap etmek için her kültüre ayrı ayrı yayın yapamayacağına göre, mevcut kültürleri parçalara ayırarak egemen olanın kültürünü genel kültürmüş gibi göstererek, bunun yayılmasını sağlar. Bu tavır yerel kültürlere zarar verdiği gibi, genel söylem içinde etkinlik kazanan ırkçı ve eşitsizliğe dayalı birçok klişeyi de beraberinde taşır. Toplumsal gerçekliği oluşturmada en çok kullanılan araçların böyle tehlikeli söylemlerle dolu olması, insanlar arasında hoşgörüsüzlüğün hızla artmasına da olanak tanır. 11 Eylül olaylarından sonra, neredeyse artık her Kuran okuyan Müslümanın cihata kalkışacağı, her uçağa binen Arap kökenli insanın terörist eylemde bulunacağı gibi bir intibaa uyandırılmıştır. Bu ve buna benzer intibaların uyandırılmasında ve insanların bilinçaltlarına kadar işlenmesinde, kitle iletişim araçlarının belirli din, dil ve ırkları ötekileştirerek, basite indirgemeci ve ticari manasıyla paketlenmiş bir şekilde sunması da etkilidir. Hoşgörüsüzlüğün yayılmasında çığırtkan rolü oynayan kitle iletişim araçlarının bireyler üzerinde de yabancılaştırıcı bir etkisi vardır. Bu araçların en güçlüsü olan televizyon hakkında Martin Esslin’e kulak verirsek; “Günümüz medeniyetinin başka hiçbir faktörü televizyonda sunulan dünya kadar kök salmış, onun kadar etkin, toplumun bütün bireylerince onun kadar toptan kabul görmüş ve paylaşılmış değildir.” Esslin, açıklamasıyla televizyonun yarattığı kurgulanmış dünyanın etkisini gözler önüne sererken, televizyon bu etkiye tekabül olarak bireylerde kaçış alanları yaratmaktadır. Gerçeklikten koparak, bilgi ve eğlence bombardımanı altında tutulan birey, iletişim kanallarının da tek yönlü oluşu ve mekanikleşmesi nedeniyle sosyal varlığını gittikçe yitirmektedir. Günlük hayatın koşuşturması içinde ebeveynlerle de gerekli iletişimin kurulamaması özellikle çocukların, gerçekle fantezinin iç içe geçtiği, aşırılıkların ve kepazeliklerin diz boyu olduğu, genel-geçer zevklerin, modaların, anlık reflekslerin ve manipülatif mesajların prim yaptığı sahte bir evrenin içinde kaybolup gitmelerine neden olur. Yaşadığı gerçekliğe anlam veremeyen, içinde yaşadığı dünyada kaybolan birey, kendisine olduğu gibi çevresine de yabancılaşır. Goethe Faust’ta, “Herkes bir şenlik bekliyor. Gözler önünde çoksa olup biten… sonuçta herkes beğendiğini seçer. Bolluk sunan, herkese bir şeyler verir ve herkes memnun ayrılır müesseseden.” der. Onun bu şenlik tanımına uygun şekilde günümüz dünyası da bireye bolluk sunar ve bununla da yetinmez, onun beğenilerini de kendi şekillendirerek, bireyi seçim yapma derdinden kurtarır. Bunun sonucunda, zevklerini genelin belirlediği, kültürünü kitle iletişim araçlarının şekillendirdiği, konjonktürel dalgalanmaların üretimi ve tüketimi belirlediği bir ortamda, birey de kim olduğunu unutur. Bu yanılsamalı yaşam ise, bireyi üstesinden gelmesi zor bir varoluşsal çıkmaza doğru sürükler. Medyanın yarattığı ve teknolojinin yayılmasını sağladığı ikonalar içinde kendini bulmaya çalışan birey, bu ikonalara bağlandıkça aslında gittikçe kendi varlığından uzaklaşır. Başta televizyon olmak üzere kitle iletişim araçlarının sağladığı bu, uzağı yakınmış gibi hissettiren, yarattığı ikonalar ile bireyin kendini özdeşleştireceği ortamlar hazırlayan yanılsamalı gerçeklik anlayışı, bireyi içinden çıkılamaz bir buhranın içine doğru sürükler. Uzağındaki dünyaya bağlandıkça, aslında içinde yaşadığı, yanı başındaki dünyadan kopmaktadır. Gündelik hayatı kolaylaştırmak, toplumsal refahı arttırmak ve işgücünü daha verimli hale getirmek için üretilen teknolojilerde, bu sayede tüketim kültürüne ve ona bağlı olarak yabancılaşmış bireyin oluşmasına ön ayaklık etmiş olur. Teknoloji çağı derken, bireylerde bu çağda teknoloji fetişizminin kurbanları durumuna düşer. Kuzu gibi olun diyorlar Büyüyüp ortaya çıkınca Koyun gibi gütmek için sizi (Can Yücel / Beşik Dürtmesi) Günümüzün iletişimsizlik ve hoşgörüsüzlük manzaralarının nedenlerine üstü kapalı da olsa, biraz değindikten sonra, Babel filminin özelinde bunların nasıl bir çerçeveye oturtulduğuna bakalım. Filmde yönetmen, dört farklı ulusa mensup karakterleri ele alarak baştan çok ulusluluğa, kültürel kimliklere ve farklılıklara değinmek için zeminini hazırlamış. Aynı şekilde görsel yapısını da bu çeşitliliğe uygun biçimde kurarak, renkleri bir mozaik hazırlarmışcasına kullanarak, görüntünün ve müziğin birbiriyle olağanüstü uyum sağladığı şiirsel bir dünya yaratmış. Hikayelerden ilki Fas’ta bir ailenin başından geçenleri anlatıyor. Müslüman ve tutucu bir ailenin ahlaki bakımından çöküşünün de gösterildiği bu bölüm, aynı zamanda bu coğrafya, diğer hikayeleri birleştirecek olaylarında geçtiği, filmin ana mekanı olarak da değerlendirilebilir. Fas’taki hikayede çobanlık yaparken, abisiyle girdiği iddia sonrasında turistleri taşıyan bir otobüse ateş açan iki çocuğun ve ailesinin başından geçenlere tanık oluyoruz. Çocukların yanlışlıkla bir Amerikalıyı vurması birden bire siyasal krize neden oluyor. 11 Eylül sonrası, Arap toplumuna karşı histerik olan Amerikalılar, bu olayda da saniyesinde “terörist eylem” yaftasını yapıştırarak, bu yönde açıklamalar yapıyorlar. Tıpkı 11 Eylül ve sonrasında olduğu gibi, olayların aslını araştırmak yerine, iktidarla işbirliği içinde hareket eden televizyonlarında sansasyonel haberleriyle olay farklı boyutlara çekilerek bir krize dönüşüyor. İşte bu noktada, filmin ağırlık merkezini oluşturan Amerikalı ailenin yaşantısına geçiyoruz. Susan (Cate Blanchett), kısa süre önce bebeğini kaybetmiş ve bunun şokunu üzerinden atamamıştır. Kocasıyla birlikte yalnız kalmak için Fas’a giderler. Aralarındaki gerginlik tartışmalarla ekrana yansırken, Faslı çocuğun kör atışıyla vurulan Susan, bir anda kanlar içinde kalır. Hikayenin bu noktasından sonra yönetmen, otobüsle yolculuk yapan diğer turistlerin olaya yaklaşımını çarpıcı tespitleriyle ortaya koyar. Otobüste yolculuk edenler için, Fas egzotik bir şehirdir. Ama buradaki insanlara güven olmaz, onlar teröristtir ve hayatları tehlikededir. Bu yüzden vurulan Susan’ı ve kocası Richard’ı (Brad Pitt) beklemeden, kendi can güvenlikleri için oradan ayrılırlar. Inarritu burada, 11 Eylül saldırısından sonra insanların kafalarında oluşan klişelere, hoşgörüsüzlüğe, ırkçılığa ve insanların duyarsızlığına vurguda bulunurken, insanların kendilerine yabancı olanları “düşman” olarak gördüğünü ve onların, kendileri için birer korku nedeni haline geldiğini de gösteriyor. Bununla birlikte bürokrasinin insan hayatını hiçe sayan soğukluğunu, sahte korumacılığını ve fırsatçılığını da vurgulamaktan geri durmuyor. Amerikalıların, Faslılardan şüphelenerek onların göndermek istedikleri ambulansı durdurmaları ve geçiş izni vermemeleri, siyasi paranoyanın tıpkı Soğuk Savaş dönemindekine benzer boyutlara ulaştığını açıkça gösteriyor. Bu noktada globalleşen terörün ve çoğunlukla “İslamcı terör” olarak da adlandırılan köktendinci hareketlerin aslında, kapitalizmin kendisine bir karşıt oluşturmak için türettiği imgelemler olduğunu da anlıyoruz. Soğuk Savaş dönemindeki sosyalist ideoloji yerini global terörizme bırakmış gibi gözükse de, kapitalizmin saldırgan politikalarının devam ettiği gerçeğini gözlemlemek mümkün. Bu da kapitalizmin her zaman belli ideolojileri karşısına alarak, onları, ötekileştirmek ve kendisine düşman ilan etmek suretiyle, kendi yayılmacı politikasını sürdürmede kullandığı gerçeğini gözler önüne seriyor. Müslüman ve Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı Fas’ın filme etkilerinden biri de, tıpkı Black Hawk Down filminde geçen Somali gibi, bu tür kapitalizme doğrudan katkısı olmayan ve çarçabuk gözardı edilebilecek ülkelerin, ABD gibi güçlü devletlerin kendilerini (güçlerini) kabul ettirme alanları olarak görüldüğü gerçeğini hissettirmek. Filmdeki Faslı ailenin fertlerine ve Fas’taki diğer Faslı insanlara yapılan, diyalogtan ve insan haklarından yoksun, sert ve kaba davranışlarında, emperyalist güçlerin egemenliği altındaki sözde hükümetlerin ve onlara bağlı çalışan kurumların kendi vatandaşları bile olsa, tereddüt etmeden istenileni yapmaya olan tezcanlılıklarının birer yansıması olduğunu görüyoruz. Bu da bize çok eski bir sözü hatırlıyor esasında, “Hata, sevgili Brutus, yıldızlarımızda değil, bizzat kendimizde.” Filmin Meksika’da geçen bölümü ise, senarist G.Arriaga’nın Three Burials of Melquiades Estrada filmindeki senaryosunda olduğu gibi, göçmenlik sorunuyla iç içe anlatılmış. Amerikalı ailenin çocuklarına bakan, kaçak işçi olarak çalışmasına rağmen on beş yıldır Amerika’da oturan Meksikalı bebek bakıcısı Amelia, oğlunun düğünü için baktığı Amerikalı çocukları da yanına alarak Meksika’ya gitmesiyle başlayan bölüm, daha çok ırkçılık ve göçmenlik sorunları üzerinde duruyor. Amelia’nın on beş yıldır kaldığı, ev tuttuğu ve çalıştığı ülkede, başına gelen olay sonrasında maruz kaldığı adaletsizliği, ayrımcılığı, aidiyet kavramındaki bölünmüşlüğü ve bunca zamandır harcadığı emeğinin bir anda yok olup gitmesi anlatırken, bölümün arka planında da çok canlı bir Meksika tasviri sunuluyor. Bu bölümde, düğünde geçen bir tavuğun öldürülüş sahnesi ise, senarist Arriaga’nın hayata, ölümün farkındalığı içinde bakan bakış açısının bir dışavurumu. Modern insanının ölümü inkar edişini ve hayatını sonsuzmuş gibi mekanik bir düzlem içinde yaşayışını, bu yönüyle de eleştirme fırsatı yakalıyor. Filmin son hikayesi ise, Japonya’da geçiyor. Annesinin intiharı sonrasında, babasıyla birlikte yaşayan, sağır ve dilsiz Chieko, dış dünyayla iletişim kuramaz haldedir. İletişimsizliğin anlatıldığı bu bölüm için Japonya’nın arka plan olarak seçilmesi de, teknolojinin en yaygın olduğu ve bugünkü medeniyetin en belirgin dışavurumlarından birini oluşturması vesilesiyle çok yerinde bir tercih. Chieko, çevresindeki bütün imkanlara rağmen mutsuzluğunu giderebilecek, yalnızlığına çare olacak ve iletişim kurabilecek birini bulamıyor. O yüzden iletişim kurmak ve kendini ifade etmek için, bedenini ve cinselliğini kullanmaya çalışıyor. Onun içine düştüğü yalnızlığın ve çaresizliğin, diğer bölümlerin aksine çok daha kesif bir şekilde ekrana yansıtılması ise, günümüz insanının içinde bulunduğu durumu özetlemek için Chieko karakterinin ayna işlevi gördüğünü vurgulamak babında yapılan bilinçli bir tercih. Finalinde yine bu farklı hayatları ve hikayeleri birleştiren yönetmen, böylece içinde bulunduğumuz dünya üzerine derin, nitelikli ve trajik bir resim sunuyor. Diğer filmlerinin aksine bu filmde, biraz daha fazla curcuna olması ve hikayeler arası geçişlerin fazla ani oluşu, Cate Blanchett ve Brad Pitt gibi oyuncuların bu filmde eğreti görünmesi ve finalin, diğer filmlerinin aksine daha kapalı bir çerçevede oluşu Babel’in anlatmak istediği meselelerin biraz üstünü örtmüş gibi. Fakat teknik özelliklerinin ötesinde, anlattıklarının ve söylediklerinin dışında Babel, esas düşündürtmeye çalıştıklarıyla öne çıkan bir film. Filme bu açıdan bakarak, böyle değerlendirmek daha doğru olacaktır. İki buçuk saat gibi azımsanmayacak bir süresi olsa da, günümüzün sorunlarına değinmek ve bu sorunların hepsini ekrana yansıtmak mümkün değil. M.Foucault içinde bulunduğumuz devir ile ilgili şunları söylüyordu; “Belki de şimdiki devri, mekanın tüm devirlerinin üstünde olacak. Biz anındalığın devrindeyiz: Üst üste binmenin devrindeyiz, yakın ve uzağın, yan yanalığın, dağılmışlığın devri.” İletişim biçimlerinin doğrudan yerine dolaylı olması, belki de insanların karşılaşma alanlarını hiç olmadığı kadar önemli kıldı. Gerçekliğin etkilerinin daha net görülebildiği bu alanlardan yararlanarak karakterlerini birleştiren Inarritu’nun bu tercihi, günümüzde önemi artan yüz yüze kurulan iletişimi vurguladığı gibi, çağımızın yabancılaşmış bireylerine de bir gönderme aynı zamanda. Hatırlarsak geçtiğimiz sene Oscar ödülünü kazanan ve benzer meramları olan Crash’te de bunu vurgulayan bir diyalog vardı. "Gerçek bir şehirde yürürsün, değil mi? İnsanlara sürünerek geçersin, insanlar sana omuz atar. Los Angeles'ta kimse sana dokunmaz. Her zaman bu metal ve camın (otomobilden söz ediyor) arkasındayız. Herhalde o dokunuşu o kadar özlüyoruz ki birbirimize çarpıyoruz; sadece bir şey hissedebilelim diye". Inarritu’da izleyicilerine, yaşadıkları dünyanın gerçeklerini, paranoyalarını, klişelerini, insan ilişkilerini, yalnızlıklarını, hoşgörüsüzlüklerini göstermek ve bir çarpışma yaratarak, birbirinden farklı insanları bir araya getirmeyi amaçladığından hikayelerini tek bir paydada birleştirmeye çalışıyor. Sürekli kafamızda oluş(-turul)an klişeler ve belli düşünce kalıpları yüzünden, kendimiz dışında kalanları “öteki” diyerek değersizleştirdiğimiz, onlardan uzak durduğumuz, onlarla karşılaştığımızda ise, bu klişelere daha da sıkı sarıldığımız gerçeğinden yola çıkan Babel, iletişim kanalları tıkanan, yabancılaşmış bireylerin, ancak yaşadıkları trajedilerle birbirlerine bağlanabildiği gerçeğini de su yüzüne çıkarıyor. Ortaya koyduğu gerçekçi tabloya rağmen, film kapanışındaki mesajıyla umudunu korumayı ihmal etmiyor. Belki yönetmen, Babil Kulesi efsanesindeki kabilenin durumuna düşmemek için Babel ile kendince bir uyarı yapıyor. Teknoloji ve bilim temelinde yükselen modernizmin ve farklılıkların yok oluşunu simgeleyen modernitenin iflasını gözler önüne seriyor. İnsanın kendi geliştirdiği, ileriye götürmesi beklenirken onu geriye götüren, teknoloji toplumunun hastalıklı yapısını ve bireyin içine düştüğü acınası insanlık durumunun da vehametini bu sayede daha net anlatma imkanına kavuşuyor. İnsanların sadece acıların, felaketlerin ve afetlerin çevresinde bir araya geldiği, önyargıları yüzünden sürekli karşılarındakilere korkular beslediği ilginç bir çağın dışavurumunu sunuyor. İçerikten çok görüntünün önem kazandığı bir dünyada, içeriğe verdiği önemle ve bireye yaklaşımıyla, kişilerin kendi yarattıkları fantazyalarından oluşan pembe dizili dünyalarını da sarsmaya çalışıyor. Bütün bunları ortaya koyarken de, Andre Cornad’ın “Hayata ve kültüre açık tutum, bu sorunun kökleşmesini önleminin yegane araçlarıdır.” sözünü onaylayarak, filmini üç kıtaya ve beş farklı dile yayarak, hoşgörüye, çeşitliliğe, hayata ve insanlığa olan inancını koruyor. Karakterlerin yaşadıkları trajediler ile iletişim kurmanın ve önyargılarımızdan arınmamız gerektiğini de yarattığı tezatlıklar ile çok yerinde anlatıyor. Dilin aşılamaz bir engel olmadığını, insanların görüntüler ve müzikler başta olmak üzere, sanatın çeşitli boyutlarıyla da ortak bir iletişim alanı yaratabileceklerini açık yüreklilikle filminde işliyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Barış Saydam, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |