..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bir kimse, neden oltasını, içinde tek bir balık olmadığını bildiği bir göle sarkıtır? -Adalet Ağaoğlu
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > Turgay DELİBALTA




23 Mayıs 2007
Bu Aynanının Rengi Yok  
Bu Aynanının Rengi Yok

Turgay DELİBALTA


Siyah saçlarını plastik tarağı ile okşadı, tavladı. Geceliğin yakasını göğüslerine doğru biraz daha çekip, saçlarını beyaz bedeninin üzerine salıverdi.


:BIII:
Siyah saçlarını plastik tarağı ile okşadı, tavladı. Geceliğin yakasını göğüslerine doğru biraz daha çekip, saçlarını beyaz bedeninin üzerine salıverdi. Allından aşağı inen bir tutam saçı yeniden elindeki tarağa sarıp biraz bekledi. Ve sağ gözünün üzerinden onu da salıverdi, yanaklarından aşağı. Benzindeki lambanın ölgün ışığı bir türlü gitmiyordu. Çekip aynayı iyice içine dalar gibi sokuldu. Ta ki yüzündeki güneşten solmuş sarı tüyleri görünceye dek.
Saçlarını tekrar alıp sırtına attı. Gerdanını biraz daha açıp göğüslerinin biraz daha gözükmesini sağladı. Keten geceliğin çiceklerindeki solgunluk boğdu beyaz tenindeki parlaklığı. İçine sinmedi.
Sil baştan aldı kaş kalemini. Zaten siyah ve kalın olan kaşlarını, kirpiklerini baştan aşağı yeniden boyadı. Aynanın içine daldı. Burnu çarpınca ancak durabildi. Bu siyahlık yüzünde karamsarlığı kalınlaştırdı. Benzindeki solgunluk iyice aklaştı. Hemen çekmeceyi çekip allığa yapıştı. Ne var ne yok sivri çenesinin ucundan başlayıp elmacık kemiklerine kadar ala boyadı, olmadı. Bu allık kalın kaşlarının altında çamuru düşmüş bir paçavraya çevirdi yüzünü. O gece saatlerce aradı yüzündeki uçuşan o pembe rengi bulamadı. Çekilip aynanın önünden gecenin bir yarısında uyuyanları, uyandırma pahasına şırıl şırıl akan sularda piri pak oldu. Dönüp aynada bir kere yüzüne baktı. Ve içine sinen o anlaşılmaz ifade daha belirgin ve diri duruyordu. Sarınıp ona yatağına uzandı. renkli rüyalar umudu ile.
Uzun bir süre yatağında düşlere dalıyor, düşünde köyüne geri dönüyor. Okuduğu okulun bahçesinde yeniden arkadaşları ile oyunlara dalıyor. Çiçekli basma elbisesi ile köyün gözde kızlarından olduğunu anımsıyor.
Sokaktan geçen arabaların sesleri, düşlerinden ayırıyor. Ve sabah yakınlaştıkça o da uykunun duyarsızlığına bırakıyor kendini. Derin uykulara tam dalmışken, baş ucundaki kurmalı saat siren sesinden önceki işini yapıyor.
Hemen zıplıyor yatağından akşamdan okşadığı saçlarını yeniden tarıyor. Bir zeytin tanesi, bir dilim ekmek atıştırıp otobüs durağına yaşadığı kentin renksizliğine atıyor kendini. Ne o kent onu bilir, tanır ne de o beş yıldır yaşadığı sokakları tanıdı, bildi.
Durakta, otobüse binmeden önce ayakkabılarını çamurunu sürekli çantasında taşıdığı paçavra ile silip dar sıkıcı bir yolculuktan sonra, utsa başının emrine bırakıyor kendini.
Makina tıkırtıları yavaş yavaş törpülemeye başlıyor. Birgül `ün yüzündeki allık kumaşlardan çıkan tozlara karışıp yok oluyor, bir kaç dakika sonra. Arkadaşları ile bir iki söz ediyor. Soğuk anlamsız bir kaç sözle iyice düşüyor kim olduğunun derdine. Yapay kahkahalar istenmeden yapılan davranışlar içinde akşam paydos sesi ile yeniden bir otobüs durağında sırada. İtiş kakış. Her birey yalnız, Birgül kadar. Her birey kendi içinde umarsız.
Dar ve sıkıcı bir yolculuktan sonra atıyor kendini gecekondunun odasına. Ayna, bir tarak ve bir kaç makyaj malzemesi, ile yeniden bir dünya renklendirme çabasına başlıyor.
Sayısız renklerin yaşayıp yok olduğu bu dünyada içlerinden birinin ucundan tutamadı bu kente geldi geleli.
Renk renk ışıkların süslediği vitrinler, kent sokakları. Düşlerin de düşlediği içinden kopup geldiği renklerle örtüşmüyor bir türlü. Onların arasından bir renk olup yeni düş ve düşlemlere dalmak. Kopup o görünmezliğin gizli perdesinin ardından, gün ışığına çıkma, yeni bir Birgül olma çabasını sürdürüyor aynanın başında.
Yüzünde ki uğraşısı bitince geçip boy aynasının karşısına, yarına hazırlanmaya başlıyor. Önce etek boyuna sıkılıyor.
Bir kaç yıldır giğindiği siyah kumaş etek tüylenmiş dikiş yerleri solmuş, dikiş yerlerinden hafif hafif açılmış, Biraz daha kilo alsa, etek bir gün düşecek üstünden yolun ortasında. Azıcık eteğini dizlerinin üstüne çekti. Diz kapaklarındaki kemikler cılız bacaklarının üstünde köşeli pütürlü bir taş parçası gibi çıktı ortaya. Tekrar aşağı bıraktı eğri ve ince bacakları siyah eteğinin altında birer kuru dal gibi dikili kaldı.
Altına, giğdiği ayakkabılarını değiştirdi. Onları da her gün giyemezdi. Bir başka etek denedi, çorabının rengini değiştirdi. Bacaklarının kılları alttan görünmeye başladı. Bırakıp yakasını gömlekler, boydan elbiselerini denedi. Kimi dar, kimi solgun, kimi de yatmadı kafasına. Çocukluğundan beri denedi ne varsa giyecek olmadı.
Hafif hafif yağmur düşmeye başladı. Giderek çatıya düşen damlaların sayısı ve sesi arttı. Arttıkça Birgül`de bu damlalarla düşlerinden, yatağına inen bir kaç damla ile ayrıldı. Yatağını yağmurun hızı arttıkça köşe bucak damlaların önünde kaçırdı, odanın ortasında, olmadı. Bir kaç yerden akmaya başlayınca leğen, tas, tabak ne bulduysa koydu akan yerlerin altına.
Damlalar birikti, taslar doldu, doldukça Birgül boşalttı. Her damlada yeni bir düşe daldı Birgül.
Olmadı olmadı. Aynanın ıslaklığını silip, odanın kuru bir köşesine alıp annesinin köyden getirdiği çeyizlik sandığının dibine döşeğini, iki katlayıp sokuldu arasına. Yeni düş ve rüyalarla giderek azalan damla seslerinin kulaklarında bıraktığı seslerle .
Sabah, çalar saat hiç aksamadan zamanı duyurdu. Biraz nemli, biraz küflü, uyku ile otobüs durağında çamurlu ayakkabılarını sildi ve yine aynı itiş kakış. Temiz pak bulvarlardan sonra yarım yamalak asfalt döşenmiş sokaklar, çamurlu kondu yolu ve bir hafta sonu.
Son üç yıldır her pazar günlerinden biri.
Bu kez aynadaki görünümünü kesin değiştirecekti. Haftalığının bir kısmını sakladı çeşitli bahaneler uydurdu, babasını kandırabildi. Gidip pazara, renk renk yapay çiçekler aldı. 0danın penceresini açıp havalandırdı. Perdeyi komşularının içeriyi görme korkusuna karşın sonuna kadar açtı. Bu kondu penceresi ile birlikte, kendisine yeni bir yaşam çizgisi oluşturmanın düşlerini kurdu.
Nerden başlamalı ?
Çocukluğundan kalma eski elbiselerini komşu kızına verdi. Köyden gelen çuvalları tek tek döküp, dağıttı geçmişini komşularına, oturup başına geleceğinin.
Yeniden yüzünde uçuşan o pembeliği, gözlerindeki pırıltıyı yakalamalıydı. Oda da içine ne sinmeyen ne varsa attı. Her köşesini yeniden sildi. Aynanın yerini değiştirip tam pencerenin karşısına koydu. Öyle ki oturdu mu karşısına, pencereden gözüken karşı komşunun erik ağaçlarının eğri, büğrü göğe uzanan dallarının arasında, gördü kendini, kendi de taştı odadan dışarı. Pazartesi ilk işi kendine bir kot pantolon bir de dar bir bulüz aldı. Akşam iş dönüşü kondunun odasına girer girmez üzerindekileri çıkarıp attı. Ve vücudunu tüm ayrıntılarını göz önüne seren pantolonunu, bulüzünü çekip geçti aynanın karşısına. Önce pantolonun önden görünüşünü iğce sindirdi içine, ne çok yakışmıştı. Yandan, arkadan en küçük santimetresine kadar gözledi. Tam istediği gibi olmuştu. Bir iki sefer oturup kalktı. Yeteri kadar hareket edemedi, ama olsun böyle yakışıyor işte. Sonra bluzini giğdi göğüsleri istediği şekilde gözüküyordu. Bulüzünün askılarının örtmediği yerlerden erinçsiz oldu. Sakızını alıp koltuklarının altını, gözlerinden yaşlar ine ine temizledi. Üzerine uzun kollu bir gömlek çekip, attı kendini demir ranzanın üstüne. Büyük bir erinç içinde uyudu uyandı. Ve ailesinin karşısına çıktı. Babanın gözleri açıldı. Nereden buldun bunları.? Anne; Bu bizim kız mı, onun için mi çıkmıyorsun odandan? Ağabey; Bu ne kız her yerin ortada?
Duydu, duymadı, onları gözledi. Aynı renksizlik aşmış onların da başını. Görüldüğü, fark edildiği ona zevk verdi. Vardı, o da bu evde yaşıyordu... Keşke; sokakta, işte, mahallede de böyle olsa istedi...İş yerinde görülme istemi ile beş yıl sonra derin uykulara daldı.
Sabah kalkar kalkmaz aynada zeytin karası saçları birden gözüne çirkin göründü. Ve saçlarını da sarıya boyama kararı ile giderek solan rengini görmedi bile.
İşe gittiğinde ilk gören ustabaşı oldu.
“Kız sen ne güzel olmuşsun böyle?”
Yüreği hopladı hep kurt köpeğine benzettiği ustabaşı bir anda sevimli oluverdi, o sözcükle. Makine tıkırtıları, kumaş tozları, yakıp törpülüyordu. O gün çevredekilerin bakışları başından aşıp gidiyordu. Bulüzünün üzerine çektiği gömleğini de çıkarıp astı makinesini yanına.
Artık Birgül gizli gizli bakışları, beyaz bedenine çarpan gülümsemeleri yakaladı. O akşam, bir serçe kadar hafif uçtu, döndü konduya. Birgül yeniden vardı.
O Hafta pantolon ve bulüzünün katkısıyla gitti, geldi. Yüzündeki pembelik, gözlerindeki pırıltılar ara sıra yanıp söndü. Yetmedi yanıp sönen pırıltılar, yüreklendirdi. Hafta sonu olur olmaz, hemen mahallenin kuaförüne gitti. “Sarıya boya “ dedi. Kuaför sarının tonlasrını açtı önüne; altın sarısı, saman sarısı, fil dişi sarı, fındık kabuğu sarı, kanarya sarsı. Birgül saman sarısını seçti.
Saçlarını omuz başlarına dokunacak şekilde kestirdi. Saman sarısı saç, beyaz ten, daracık kot, dar bulüz yeni renkler tonu ile attı kendini mahallenin sokağına. Bir gören, durup bir daha baktı. Birgül mahallede de görüldü o artık vardı. Ve o mahallede yaşıyordu.
Eve gittiğin de annesi yüzüne tutup iki elini; “Bizim kız delirmiş, çıkma sokağa, gir içeri ne derler bize.” Figanı ile soktu içeri.
O gece de sarı saç aşağı, sarı saç yukarı kavgası sürdü. Duyan kim...Birgül o patırtı, gürütü içinde girip odasına yeni rengine dalıp aynanın içini gözledi. Gözlerindeki prıltılar bir kez olsun yanıp sönmedi. Sarı saç içinde bükülüp kaldı...
İş yerinde ustabaşı büyük şaşahalarla karşıladı. Bir kaç güzel söz daha etti. İçi hopladı Birgül`ün yeni rengine. Ustabaşı ilk ödülü verdi. Daha kolay bir iş vererek. Yeni işi hem kolay hem de alacağı ücret daha fazlaydı. Birgül yaptığı değişikliklere yenilerini katma istemi ile o akşam kondudaki odasında aynanın içine dalıp dalıp döndü. Artık kesin olarak alacağı haftalıkların bir kısmını kendine ayıracaktı. Şimdiye değin aldıklarını bir tamam babasının eline sayıyordu.
Her hafta kendine yeni bir giyecek aldı. Ailesinde de söylenenleri duymadı. Nereden nasıl aldığının hesabını vermedi. Kapanıp odasına kendi düşlerinde kanatlanıp uçtu. Yüreğinde çırpınan kuşun çırpınışı bir arttı bir azaldı.
Bir kaç ay yeni rengi ile gitti geldi. Giderek iş yerinde, mahallede ve evdekiler alıştılar. Birgül`ün rengine. Ustabaşının yılışması dışında her şey siyah etekli Birgül`ün yaşadığı zamana geri döndü. Yaşam yeniden durağanlaştı. Oturup aynanın başına düşlerine daldı. Aylarca sessiz herkesten uzak gidip geldi.
Mini eteğini giydi, yeni ayakkabılar aldı kendine olmadı. Olmadı da olmadı. Artık sarı Birgül sıradan Birgül`dü. Eve ayırdığı haftalığın bir kısmını da kendisine harcadı. Az bir miktar, pazardan pazara annesini eline sıkıştırdı. Ne anne dillendirdi ne de Birgül.
Giysiler onu tanımlamada yetmedi kendine. İş yerinden akşamları çıkınca kent merkezinde on beş yirmi dakika süreyle vitrinleri izledi dolaştı. Eve geliş gidişleri değişti. Baba, kardeş, anne geç kalmasına çığlıklar kopardılar. O kopan çığlıklara aldırmadan, bazen oturup bir parkta gelip geçenleri izledi. Evde konuşacağı, dertleşeceği bir aynası var. O da yeni renkler ister oldu ondan, doymadı bir türlü Bigül`ün yaptıkarına.
Yeni bir dost, belkide bir sevgiliye gereksinimi vardı. Şöyle al baştan içini dökecek biri olsa, bu kent çekilir olurdu. Geceleri yatağında yeniden uykusuzlukla kıvrandı. Gözlerindeki pırıltı, yüzündeki pembelik içinde çırpınan kuş öldü. Yüreğinin kopardığı çığlıklar kondunun odasını doldurdu taştı.
Ev işlerinde annesinin her pazar yardımına koştu. Hafta içinde iş, hafta sonu bulaşık, ev işlerinden çabuk yorulup çekildi. Yüzündeki yalnızlık giderek oturdu. Gülümseme uzaklarda bir kuşun kanadında göklerde buluttan buluta koşuyor.
Yeniden aynasının başına oturup dertleşmeye başladı; ”Artık bir dost, bir sevgili istiyorum. Hadi dostum hadi milyonlar arasında içimi açacak bir dost.”
Dost istemi kentte ki gezilerinin süresini artırdı. Her akşam uğradığı parkta oturdu. Birkaç gündür taşıdığı sigara paketini çıkarıp, peş peşe yaktı. Dibine oturduğu ağaç, park, yanından geçen araçların egzoz dumanı, çevredekilerin erinçsiz edici davranışlarına aldırmadı. Genzi yandı, yüreği sıkıldı olanlardan artık zevk almadı.
Mahallede ki komşu gençleri düşündü. Onların yüzüne bile bakmamıştı. Gözlerinin, saçlarının rengi, yüz hatları, hiç birinin belleğinde yoktu. Ancak onları yürürken arkadan izleyebiliyordu. Kumaş pantolanlar kiminin kıçının arasına sıkışmış, boyasız, tozlu ayakkabılar, arkaya taranmış yağlı saçlar, ellerinde tespih, o mahallenin yaratıcıları gibi yürüyüşlerinden başka bir şey gelmedi usuna. Karar verdi. Her akşam yaz, kış demeden bu parkta oturup gözleyecekti, kentin yalnızlığını.
Her akşam yaptığı gibi gene iş çıkışı gelip oturdu parka. Çevrede hemen her gün gördüğü elli yaşındaki bey, bir kaç aile, simitçi, çakmakçı, seyyar satıcı, çocuğunu gezdiren orta yaşlı bir anne, simit paylaşan birkaç üniversite öğrencisi ve bir çift sevgili genç oturacak yer arıyorlar. O sevgili çift arandı, yer bulamadı. Ve gelip Birgül`ün yanına oturdular. Severek izin verdi. Kendi düşleri arasında onlarıda izledi. Kulağına ara sıra gelen “Seviyorum” sözü içini kaynattı.
Genç kızın arkadaşına sarıldığını, öptüğünü, okşadığını, belki onun kadar duyumsamadı. Güzel sözler konuşuyorlardı içlerindeki sevinci duyumsuyordu. Biraz onlara doğru sokuldu. Onlarla tanışıp dost olmak o sevgi yağmurunu yakından duyumsamak istedi. Sevgililer uzun uzun konuştular, öpüştüler genç kızın göğüslerini okşadığını gördü. Yüzünü çevirdi, utandı, sıkıldı. İstemeden de olsa “Öffff” deyip biraz çekildi.
Delikanlı erinçsizliğini fark edince; “Özür dileriz rahatsız etmek istemezdik.” Tümcesi ile suya dalar gibi daldı sohbetlerinin içine. Onlara katıldı. Derinleştirdiler sohbeti ertesi güne buluşmak üzere ayrıldılar.Bu gençler ne iş yerindekilere, ne de mahalledekilere benzemiyordu.
Ertesi akşamı iple çekti. Parka gider gitmez o iki sevgiliyi buldu. Uzun yıllar özlem çekmiş gibi içi havalandı yüreği doldu. Onlara sarıldı öptü ve bıraktı kendini dostluklarına.İlk teklif delikanlıdan geldi. “Gidip bir yerlerde bir şeyler içelim”
İki sevgili önde Birgül arkada insan selini yara yara bir bara oturdular. Birgül, her saniye yalnızlığının geride kaldığını, benzinde oturan karamsarlığın, yüzünde ki solgunluğun geriye giden insanların her birinin azar azar alıp gittiğini duyumsadı. Oturdular bara biralarla birlikte başladılar söyleşmeye.
Az sonra bir genç kız daha geldi. Onunla da tanıştı. Bunlar cıvıl cıvıl kuşlar gibi yüzlerinde gülümseme eksilmeyen bu kentte tanıdığı ilk insanlardı.
O akşam kah anlatılanlara güldü, kah içinden kopan fırtınanın önünde kahkahasını bıraktı. Çok sesli müzik arasında kaybolup gitti sesi. Sevincinden uçtu. Biralar gelip gitti Birgül birini ancak tamamladı. Başı ağrılaştı, midesi bulandı aldırmadı. Epey bir zamandan sonra kalkıp gittiler. İki sevgili onu otobüs durağına bırakıp gittiler.
Otobüste bir kaç kişi vardı hiç böyle erinç içinde yolculuk yapmamıştı. Attı kendini bir koltuğa ve evin ziline bastı.
Kapıyı babası açtı. Saat gece yarısı on. Ve o kalın, etli, iri kemikli kocaman elleri ile Birgül`ün suratına tokat vurdu. Yığdı Birgül`ü yere. Alıp koydular yatağına. Ertesi gün işe gitmedi.
Babasını, kardeşini, annesini çok seviyordu. Üzüldü, ağladı içinde büküldü babasının tokatı yumrulanıp bir çelik yumak gibi tıkandı boğazına. Ne yuttu, ne de çıkardı.
Yüzündeki morlukları allıkları ile kapattı, işine döndü. Kimi anladı kimi anlamadı. Ustabaşı yanasıp; “Kız kime emdirdin buralarını bize yok mu?” tümcesi kasıp kavurdu içini. Bir an babasına kin doldu içinde. Sormalı bunun hesabını deyip sustu kendi içinde.
O akşam parka gitti. Sevgililer yoktu. Oturdukları barda onları buldu. Bir kaç yudum birasını yudumladı ve yalnızlığının penceresini azıcık araladı onlara. Yeni renk ve azıcık gözlerinde oluşacak pırıltılar için. Gençler birazını dinleyip anladılar.
Gene saat on ve Birgül zile bastı. Bu kez anne aynı figanla aldı içeri. Üçüncü akşam, dördüncü akşam. beşinci akşam, hafta boyu ve giderek saat on, onbir, on ikiyi buldu eve dönüşleri.
Birgül içinin penceresini ardına kadar açmıştı. Yeni dostlarına.
Dostlarıyla oturup bar`da eğleniyor. Onlar politikadan, kitaplardan, sinemalardan, tiyatrolardan söz ediyorlar Birgül sadece dinliyor.
Birgül`ün geç kaldığı akşamlar artı ve babası bir gece almadı içeri.
Kondunun merdivenine kıvranıp yattı. Soğuk bir son yaz gecesi, dökülen yapraklarla düştü bir beton aralığına o gece. İçeride annesi dışarıda Birgül sızlandı olmadı.
Oturup, iki dizinin arasına aldı başını sarı saçlarını okşadı tek tek dokundu vücuduna, eğri bacaklarına vücundaki yumuşaklığa dokundu.
Sokulup iki bacağının arasında bir kaç yıl geriye, döndü. Gök duru, kent sesli ve neşeli sokaklarla taşkın, siren sesi girmez kulağına, çalar saat Birgül`den çoook uzak.
Hemen yan bahçede komşunun çoçukları her gün yeni oyunlar kurar onlarla doyasıya oynardı.
Hafta sonlarında babası haftalığını aldımı koşup, elindekilere yardım eder. Ve babasının güçlü kollarına atlardı kendini. İlk duyduğu sözcük “ Birgül `üm bak ne aldım`Ya bir bebek ya da sıkıca sarılıp bir öpücük kondurturdu yüzüne. Köyde tarla dönüşünü sabırsızlıkla beklerdi babasının Onun kucağına atlayıp içinde sıkışan gün boyu suskunluğunu koca bir kahkahayla atardı. sarılıp babasına, ter kosunu içine çekip bir günlük özlemini giderirdi.
Babasının kasabadan getirdiği o sarı aynalı ibrik hala kondunun odasında, uzun yıllardan sonra en güzel köşeyi süsüler. Bir kere doyasıya sarılmak için kuşluk zamanı kalkıp otururu duvar dibine, açlığına susuzluğuna bakmadan, gün batana yakın orada özlemini doruklara uşlaştırırdı. Gece düştümü üstüne köyün, kuşlar, kurbağalar yetişir fırtınanın ağaç yapraklarında çıkardığı sesle insanın yalnızlığına. İnsan kendi sesini duyar o doğanın çığlıklarının içinde.
Ne renksizlik nede yalnızlık vardır. Renk renk açılıp kapanana ovaların, dağların döngüsünde.
Bu kente geldiklerinde her sabah babasının işe yolcu edilişine katılır. Onu yaz kış demeden bahçe kapısına kadar yolcu ederdi. Bazı zamanlar bir günlük özleme katlanmaya korkar ve sokağa kadar peşine koşardı. O Birgül `dü babasının ter kokusunu özleyen, bir adı, rengi, sevileri, kinleri vardı. Çalar saati hiç sevmiyordu. Çükü güneş doğana yakın babasının yatağına gidip ona sıkıca sarılırdı. Çalar saat; tam o içine dalmışken düşlerinin bir yılan çıngırağı gibi çalmaya başlar uyandırır düşlerinden gün boyu. Hiç sevmedi, sevmedi onu.
Pazar gününün hiç bitmesini istemezdi. Önce babasını yatağında uyandırır ona sarılır, sokulur, içine akar giderdi. O sabah evde ne uyku sersemliği ne de çalar saatin yılan sesi vardır. Annesinin hafta boyu ertelediği en iyi kahvaltı, en iyi yemekler o gün hazırlanırdı. Birgül o gün neşesinden gün batana kadar uçardı. Belki hiç oturmadığı pazar günleri olurdu. Babasının yanında kalabilmek için. Bir bahçede arkadaşları, bir de evde babası arasında kalırdı o gün batana değin.
Güneş erik ağaçlarının dallarından, kiremit çatılardan geriye düştümü, içine burukluk yavaş yavaş sinerdi. Tam tepeden devrildimi geriye güneş. Birgül`ün de içinde bürünürdü bir haftalık karamsarlık yerine.
Yüzünü babasının hafta içi yorgun dönüşlerindeki, öfkeli halinden daha azgın ve asi bir ifade kaplardı. Bu akşam ki gibi bir ifade daha görmemişti yüzünde. Gece sabaha dönmüş yüzünün bütün asiliğini döküyor toprağa. Karanlığın ardında ince, ıslak bir çiğle gidiyor güneşin altına .
Yüzüne serpişen çiği taneleri ile irkilip döndü. Düşlerinden geriye, derin derin iç çekti. Çiğlerin yere düşürdüğü topraktaki kokusunu , güneş doğarken Otların yapraklarının üzerindeki pırıltıları anımsadı. Anımsadığı o görünüşü hep kendi içine benzetti. Her sabah çiğlerle yıkanan otların güne piri pak başladığını düşünürdü.
Kış günleri o da camlara üfleyip buharlamasında görürdü çiğleri. Güne temizlenip yıkandıktan sonra bahçedeki gül yaprağına benzetirdi kendini. Onlar da piri pak olup hazırlanırlardı. Sabahın erken saatlerinde o güne. Bu sabah düşen çiğ üşüttü içine oturdu, soğuk bir sabah rüzgarı ile, arkasında kapı tıkıladı. Annesi:
“Gel içeri yavrum donacaksın.”
Seslenmedi ve attı kendini odasına. Oda da yapay çiçeklere takıldı gözüne. Onlar da sinmedi içine niye aldığını düşündü. Bu yapay çiçekler ne çiğden parlar ne de güneşin yakıcılığından korkarlar. Bir an kentteki yapay yalnız olan her şeyle özdeşleştirdi onları., erinçsizleşti . Aynaya baktı alaca bir karanlık çökmüş içine, perde ardına kadar açık, erik ağaçlarındaki tek tük kalan yarı solgun sallanan yaprakları gördü. Uzandı yatağına ve daldı uykuya. Son bir kaç yıldır çalar saat hiç aksatmadan yine çıngırakları ile girdi uykusuna Birgül`ün. hemen kalkıp fırladı yatağından, yüzünü ıslatıp çıktı. İçi üşüyordu. Benzi hala son yazda tutunmaya çalışan yarı ölü bir yaprak gibi esiyordu. Yüzündeki anlatım mahsunluğundan öfkeye bürünüyor, giderek kapıp koyverse içini kim bilir nelere dönüşür.
Gün boyu aynı tek düze şeylerle iş yerinde paydos saati ile gene o bar`a attı kendini. O gece sokakta geçirdiği saatleri anlattı dostlarına.
Delikanlılardan biri;
-Biz iki kişi kalıyoruz yatağımız var, biz de kalabilirsin. Seni konuk ederiz. Bu şekilde yaşamamalısın. Az çok para kazanıyorsun.
Genç kızlar desteklediler öneriyi. Zaman zaman onlarda o evde konuk olduklarını söylediler. Birgül biraz şaşırdı biraz yüreklendi. Karar veremedi ve sustu.
O akşam gençlerle beraber kent merkezindeki evde devam ettiler içkilerine. Gecenin bir yarısı Birgül evine döndü. Annesi sesizce kapıyı araladı . Birgül odasına girer girmez, aynanın başına oturdu. Ve ona anlattı görüp yaşadıklarını. Hem sarı saçlarını plastik tarağı ile okşadı, taradı , tavladı hem de içinde kopan fırtınanın sesini döktü dışarı.
-Bu genç arkadaşları çok iyiler onların yanında çocukluğumdan beri hiç olmadığım kadar mutlu oluyorum. Bu geceler, onlarla geçirdiğim her saniye hiç bitmesin istiyorum. Ama biliyorum ki evde de beni bekleyen sen varsın, dertleşecek. Sonsuz karanlığa renk istiyorsun benden. Seni yalnız bırakmıyorum. Oturuyorum işte başına sana sarı saçlarımla, allıklarımla renk getiriyorum. Giriyorum derinliğine nasıl girsem öğle kalıyorum. Ama, bir de şu renklere karşı gözlerime koyduğun doyumsuzluk yok mu? Onu da bir yensen inan ki seninle bir ömür paylaşacağım. Ne koysam önüne onu alıyorsun içine. Ne rengine, ne şekline , ne de anlamsız, ölgün bakışlarına dokunuyorsun. Her sana geleni kabullenmen yok mu, beni çileden çıkarıyor. Ne renksiz şeysin sen, ne bitmez, tükenmez iştahın var. Her şeyi alıp içine yutuyorsun. Sora koyuyorsun en bezediğin köşene onu.
İster buz gibi ölü bir yüz, ister içinde her an yaşam parlayan gözler olsun. Senin bu tepkisizliğin yok mu ? Yaşayanla, yaşamayan, iyiyle kötü, çirkinle, güzel, emekle, kan emici sülükleri ayırma gibi bir ayracın olmaması yok mu?
Bak bir örnek sana;
Ustabaşı ile temizlikçi kadın. Onun alnına ince ince düşen çiğler gibi parlayan ter damlacıkları. Bir de tepinip tıkıntıktan sonra sofra başında ustabaşının alnında ve gözünün çevresinde oluşan ter damlacıkları. Bunları görmezlikten gelmen senin yalnız kalmana sebep. Hep susuyorsun. Suratımda patlayan tokattan sonra yangılarımınn sesini dinlendirip, iniltilerle oturdum önüne. Bir de sadece yeyip içip sülükler gibi gezenlerin sofrasından sonraki geğirtilerin sesleri arasındaki kaçınılmaz farka karşı kayıtsızlığın.
Seni soba dumanı ile islenmiş duvara çevireceğim. Artık son yazda o kuru dalları, yaşam kavgası veren o sarı yaprağı bile göremeyeceksin. Bunu sana kıyarmıyım bilmem? Sen öyle istiyorsan ben de düşünürüm her şeyi, herkesi olduğu gibi almak içine, senin için. Ya ben? Beni de alırken lütfen biraz pırıltı katsana gözlerimin ışığına. İçimdeki kuş öldü. Artık çırpınmıyor. Ne de çığlıklar atıyor. Alıp bir kanarya koyacağım karşına. Onun yaşam çığlıklarını sen de ben de duyacağız. O zorunluluğu duyumsayacağız. Öyleyse yarın bir kanarya koyalım şu karşıya. Sen gün boyu suskun kalmazsın. Günde bir kezde olsa şu çalar saat yok mu seni de beni de uyandırır. O çıngıraklı yılan sesi ile. O çatal dilini çığlıklarla uzatıp bozuyor geceyi sokuyor kulaklarıma sesini. Beni çıldırtan, seni de gece karanlığına bürünen yüzünden ayıyor. Yüneşin ilk ışıkları ile. Bu tek düzeliği kanarya ile bozalım. Tamam mı?.
Bak yine karşında olanla yetiniyorsun. Başım ağırıyor uyku göz kapaklarımdan aşağı bastırıyor. Kaşlarım çökmüş asılmış aşağı , en yaman ağırlıkları ile gözlerime dolan şu ölgün lambanın ışığı şu gecenin alaca karanlığını alıyorlar, gözümden. Sen bu baskını da görmüyorsun. Galiba sen bu kenti kuranlardansın. Sen öyle ben böyle deyip kolayı seçiyorsun.
Gel seninle bir anlaşma yapalım. Ne zamanki kaşlarım, göz kapaklarım aşağı göz ışığımın üstüne sarkar o zaman keselim sohbetimizi. Şimdi göz kapaklarımın baskınına karşın oturmaktan kemiklerim bile ağırdı. Şu ranzaya, çalar saatin sesine kadar atıp kendimi uyuyayım.
Seni güneşin ilk ışıklarına terk edip gideceğim istesen de itemesen de. İnadına perdeyi, pencereyi ardına kadar açıp yol vereceyim dışarıdan gelen her şeye. Sen öyle istemiyormusun?
Seni gün boyu gelen kötülüklere, iyliklere renge renksizliğe, güzele, çirkine, kavgaya teslimiyete karşı kaygısızlığına bırakıp gideceğim.
Sel aldı bu kenti deseler. Sen o korkunç felaketi bile içinde doldurup taşırırsın, kayıtsız.
Sabah çıngıraklı yılan usulca kulağına uzatıp dilini gücünün yettiği kadar bağırdı. “Ustabaşı, çamurlu kondu yolu, renk renk, pırıl pırıl vitrinler seni bekliyor uyan.”
-Seni sahtekar seni hiç asıl yağlı makina kokularının beni beklediğini, güneşin yer karanlığına baskınını haber verir mi hiç?.
Yüzünü yıkadı, yeni aldığı elbiselerini giyindi. Çamurlu kondu yolunun, tozlu günlerinden birinde yürüdü ayakkabılarının tozunu sildi. Otobüs durağında gene aynı simalarla alışılmış sabahın ilk bakışlarını yakaladı. Giderek üzerinden kondunun küf kokan uyku sersemliğini attı. Ve sabahın ilk servisinde ağır nefes kokuları arasında iş yerine gitti.
Her gün ki gibi ustabaşı kapının ağzında yaman bekçi köpeği kılığına bürünmüş bekliyor. Yine bir iki sözle yılıştı Birgül;e.
Ayna geldi usuna .
Bunu da böyle kabul etsem ne çıkar. Değer mi ona karşı koymak için yorulmaya, ya da yorulmamaya. İş arkadaşlarını düşündü. Tek tek makinaları başında. Büyük bir yarışın rakipleri kim önde nasıl gider bilinen sona .
Kırk yaşın üstündeki beş çocuklu Emine`ye baktı. Benzi kendirsininkinden daha soluk. Gözlerini yeşil halkalar çevirmiş. Canı ince burnunu ucunda toplanmış gibi. Göğüsleri sarkmış, keten gömleğinin üaltında belli belirsizler. Üzerindeki basma etek düştü düşecek. Büyük bir hızla yaptığı işin sayısını artırmanın peşinde. Haftada iki yada üç kez gelen oğlu ile ilgili yakınmasını bitirdi. El çabukluğu ile başındaki örtüsünü kulaklarının arkasına bağlayarak, saçlarını topladı ve evdeki emzirdiği çocuğunu anlatmaya başladı. Çenesi elleri ile durmadan yarışıyor. Emzirdiği çocuk bittimi, akşamları eve alkolü gelen kocasını anlatacak. O bitti mi lisede okuyan doktor, hakim, mühendislere layık kızını anlatacak. Durmadan çenesi bir biçer döver gibi kırpacak ta ki saat on bir otuza kadar. Karnıın açlığını duyumsadı mı peş peşe yaktığı sigaraların sayısını artırıp kendinin de inanmak istediği anlattıklarının gerçekliğinin düşüne dalacak.
Ondaki kavgayı, gözlerinde tükenmeyen pırıltıyı gördü. Birgül bir an kendinden utandı. Kızı için istediklerini düşündü. Günün on sekiz saatını çalışıp delikanlı oğluna sağıldığını düşündü. Ya bu zavallı ya da yaşam çok güçlü köklerle taht kurmuş içinde, düşündü.
Öğlen yemeği herkes evden getirdiği yemeğini açtı makinasının bir köşesine. Hep bu çıkınlar açıldı mı ortalıktaki ağır yağ kokusu ile birlikte saran haşlanmış yumurta, soğan kokusu kaplar.
Tek tek göz attı açılan sofralara Kimi yerini bulsun diye yemeğine çağırdı. Hoş karşıladı ve köfteciye gitti. Yarım ekmek köfte alıp çekildi.
Bir kaç lokma ısırdı. Evde annesinin hafta sonunda kızartığı köfteleri mili gramına kadar pay edişini anımsadı. O köftenin lezizliği artık hiç bir zaman olmayacak, düşünü içini burktu. Sabah kahvaltıdan önce, uzun bir coşudan sonra babası kalkar bahçede yıkanmasına yardım eder, eline havlu tutar ve bundan büyük zevk alırdı.
Öğlen yemeğine annesi sabahtan hazırladığı köfteleri başlar kızartmaya. Yazın babası ile bahçede uğraşır. Kışın ise gene babasının yaptığı işlerin peşine koşardı.
Köfteler kızardıkça ortalığa yayılan koku doyumsuz bir iştah geliştirir içinde. Hiç doymayacakmış gibi düşünür. Sıradan herkes sofraya yıkanıp oturur. Annesi; “Bir sana, bir sana” diye dağıtır. Bazen biri artar herkes bir ötekine bırakır. En son evin en küçüğüne kalır. Birgül kendi payına düşeni yer, sıra fazladan verilene geldi mi azını da olsa babası ile pay eder. Onsuz boğazından aşağı inmezdi. Bu hiç doymayacağı en nefis yemekler bile olsa.
Ağzındaki lokma büyüdü, babasını anımsadı, içindeki burukluk arttı. Babasının giderek yaşlandığı, öfkesinin arttığı, ona tokat attığı usuna geldi.
Elinde gazete kağıdına sıkıca sardığı köfte ekmekten iki kez ısırmıştı. Çevredekilere bakındı onları gözledi. İştahlarına öfkelendi. Ve atıp çöpe gitti, makinasının başına.
O gün akşama iş çıkışına kadar açlığından kıvrandı. İş çıkışı aynı bar`a attı kendini. Aynı genç küme oradaydı. Onlar bir küme arkadaştı. Artık Birgül`de kendini onlardan biri olarak görüyordu. Aralarında üniversite öğrencileri, değişik iş kollarında çalışan gençlerde vardı. Sekiz on kişi hemen haftada üç dört kez aynı bar`da buluşup eğleniyorlardı.
Birgül`de artık onlarla işten artan zamanını geçiriyordu.
Hemen her gün Birgül eve gittiğinde kavga kopuyordu. Giderek düştüğü umarsızlık, ailesine konduya karşı içinde öfkeye bürünüyordu. Geç gelmelerine gösterilen tepkiye o da biraz daha geç kalarak yanıt veriyordu. Ailesi de Birgül`de son kerteğe gelmişlerdi. O genç küme içinde bir de sevgili yakınlığı duyumsadığı arkadaşı oldu. Ama onu da yeterince bir yere koyamıyordu.
Rüzgarın, selin önünde oraya buraya çarparak, savurarak yaşam onu olduğundan daha fazla bunaltmıştı. Ayna ile sohbetlerinin zamanı azalmış uzun aralıklara kalmıştı.
Geç gelmelerine eve gelmemekte eklenince ailesine olanlar oldu.
Gece yağmur basmış kent,i bulutlar yere sağılyorlar. Yer okşamış ak pamuk memelerini ince ılık buharlarla tavlamış, coşup yere doğru kapanmış gök yüzü. Önce çamurlu kondu yollarına, sonra yarım yamalak asfaltlı sokaklar ve bulvarları sel almış. Kent alt yapısı içine gömülü. Her akşam ki emeğin hasat edildiği makinaların damarlarında sel suları dolanıyor. Kentin dörtte üçü bulutların hükmünde.
Kondulardan tas tas, leğen leğen su atıyorlar.. Doğal dereler hemen yerini almış, görevini yapıyor. Dererlerde dikilen kondular selin önünde mantarlar gibi savruluyorlar. Yer ve gök kendi döngüsünde. Yapılan setleri görmüylor bile.
Birgül kent merkezinden çamurlu kondu yoluna gidişinde gece yarıladı bile. Kondunun sokak lambası yanık Birgül`ün dönüşü aklanıyor. Baba, anne, kardeş kapı aralığında karşıladılar. İçinden babasının boğazına sarılıp, onun ter kokusunu duyumsamak , ve ıslaklığını onun içinde kurutmak, seller sular gibi ağlayıp çığlıklar atmak geldi. Görülmediğini, duyulmadığını haykırmak geldi içine. Babasına doğru yönelip bir kaç saniye duraksadıktan sonra kollarını yarıya kadar açtı ve babasının giderek derinleşen çizgilerindeki karanlığı, öfkenin gizliliğini görünce zorla ayakkabılarının bağını çözüp, çenelerinin tıkırtısına aldırmadan içeri girdi. Kar düşmüş dağların tepelerine, karın rüzgarı sarmış kondunun yüzünü bir yağmur dalgası ile.
Baba önüne geçip;
-Neredeydin ?
-Hiç...
-Saat kaç, bu saatte sokaklarda genç kızın işi ne ?
-Yağmur yağdı her yeri sel almış.
-Gelmediğin zamanlar ne iş yapıyorsun. Bu gün yağmur yağdı ya diğer günler. Beni nerelerde boynuzluyorsun.? Seni namussuz.
Sözleri sürdü ve Birgül`e saldırdı. Gücünün olancası ile vurdu. Annesi, kardeşi attı kendini üstüne kurtaramadılar. Her yanı yara bare içinde kaldı. Yeniden dikildi babası bir darbe ile düşürdü. Bir kaç kez dikildi ve düştü. Sonunda aldılar babasının elinden. Bir kuzgunun avını parçaladığı gibi parçalandı, üstü başı kendini öğle perişan görünce bütün gücünü toplayıp, atladı babasının bir kedi çevikliğiğle üstüne. Ve alnından çenesine kadar tırnakları ile indirdi yüzünü. figanlar, çığlıklar , acı acı hırıltılar arasında attılar Birgül;ü dışarı.
Yağmur döküm döneminde. Yer, bir kış ölü kalmaya hazır. Kondu, kent, insanlar, seller sular önünde savrulup gidiyorlar bir daha ki bahara, kim nereye, hangi renge bürünür ilk yaza .
Bu kez kondunun merdiveninden de uzaklaştırdılar. Konu komşu yeterince seyretti. Her komşu benzer yangısından iç çekip döndü geriye sessizliğinin içine girip, çekildi evine.
Soğuk, yağmur, çamur, bahçe toprağı, koca damlalar döken eğri büğrü erik ağaçları. Bir kaç dakika yüzünden inen kanların sıcaklığını duyumsadı. Deliler gibi bahçede dolandı, yalın ayak. Dizlerine kadar gömüldüğü oldu. Koca kent ve sayısız insan barınaklarının olduğu kentte yapa yalnız. Sevgiyi anımsatan, duyumsatan ailesi ile bağı koptu. Ve sevgi öldü el birliği ile yaptılar. Kondu, çamurlu yollar, parlak vitrinler, bulvarlar, makina tıkırtıları, otobüsler, otobüs durakları, her sabah erden yanından geçip giden insanlar. Sevgiyi öldürdüler. Kan revan içinde elleri, yüzü. Birlik yapmış gibi bir son yaz yağmurunda, kanayanların yıkanıp al rengini renksizleştirdikleri. Kent renksiz, sevgisizlerin işgali altında.
Arandı kömürlüğün kapısını zorlayıp içeri giremedi. Üşüdü titredi hala patlayan dudaklarından ağzına kan kokusu yayılıyordu. İçine sancı düşmüş, çığlıklar koparıyor. Hiç bir umar yok kendinden başka.
Kala kaldı orada da içindeki Birgül olma kaygısı. Sevgi, yaşama istemi zorlu dayakla birlikte yok olup gitti. Vücudundaki ağrılar giderek artıyor, suratında her darbenin yerinin şiştiğini duyumsuyor.
Bahçenin ortasında dolandı dolandı, sızlandı içinden geldiği gibi ağladı. figan edip çığlıklar kopardı. Koca kentte duyan olmadı. Yıldızlar gökten yavaş yavaş ayaklarının altına doğru inmeye başladı. Ortalığı bürüyen alaca karanlık, karardı karardı zifiri karanlığa düştü. Başı döndü , ağrıları her yanını sarmış, acıdan kıvranmalarının önüne duramıyordu. Kuru ince bacaklarının gücü artık onu taşımaya yetmedi ve bahçenin orta yerine toprağın yüzüne, serili yıldızların üzerine yığılıp kaldı. Soğuk, ıslak derin uykuların birinin erinci içine düştü. Bütün ağrıları vücudundan akan kanla birlikte akıp gitti. Yıllardır süren çırpınma, arayış bir başına sızlanıp düştü yere. Ortalığı Birgül`ün düşüşü ile sessizlik bürüdü. İçeriye düşen ölü sessizlik bahçede de yayıldı. Bir süre uzanıp kaldı yerde. Kimse aramadı, sormadı.
Bahçe komşu epey bir zaman Birgül`ü gözledi. “Şimdi kalkar , Şimdi kalkar, hareket edecek” diye uzun süre gözledi. Ortalığı karanlık bastırınca onun da içine Birgül`ün düşüşü sığmadı. Karısını alıp bahçeye girdiler. Seslendiler, salladılar, Birgül uyanmadı. Alıp evlerine götürdüler. Elbiselerini değiştirip, yaralarını temizlediler, sardılar tek tük derin iniltiler dışında, hiç bir kımıldama olamadı. Uzatıp bir yatağa beklediler başını.
Ya ölürse kaygısı onları da korkuttu. İçeri aldıklarına pişman oldular. Doktora götürmediler. Hem babasının başı derde girer, hem de kendilerinin. Tekrar dönüp, ölürse herkes biliyor olanları. sabahı beklemekten başka umarlarının olmadığını kararlaştırdılar. Birgül`ü kendi can savaşımına terk ettiler.
Gece karanlık, ölü örtüsüne sarınıp şafağa döndü yüzünü. Gece diredikçe ayağını onlarda nöbetleşe beklediler. Sabah yakınken yavaş yavaş kımıldadı. Yaşadığı muştusunu herkese verdi evin hanımı. Toplanıp başına gözlerini açmasını beklediler.
Birgül her yanı ağrılar, sancılar içinde açtı gözünü. Başını kaldırmak istedi yastıktan kaldıramadı. Kemiklerindeki sızı parçalıyordu içini.
Sıcak buğulu bir çay sundular içi ısındı. Bir kaç yudum ancak alabildi. İçinde boğulan hıçkırıkları bırakıverdi. Ağladı, hem acıya ağrılarına hem de güne, kente, köyden gelen Birgül`e, öldürülen sevgiye.
O gün konuk ettiler, ağrı kesici verip ağrılarını dindirdiler. Annesi yaşadığını öğrenip sevindi sıcak çorbalar getirip getirip içirdiler içi ısındı. Yaraları o gün kabuğa durdu.
Babasının yüzünde tırnaklarının derin yaralar açtığını öğrendi... Yüreğine serin sular yeridi. O gün ve ertesi gün hiç kalkmadan uyudu, uyandı, ağladı, sızlandı. Yalnız düştüğü bu dişliler arasında kendini neyi nasıl korur, nasıl yaşar hesabını yaptı. Üçüncü gün toparlanıp iş yerine attı kendini. Genç arkadaşları ile haberleşip onlarla iş çıkışında buluştu. Ve alıp onu öğrenci evine götürdüler.
Genç küme ile yeni yaşamına başladı. Ailesinden haber alamadı, almadı. Akıp giden süre içinde sadece bodrum kattaki evine aynasını ve elbiselerini taşıdı. Kanaryayı istemedi o renkli ve yaşıyordu. Genç küme ülke ile ilgili yorumlar yapıyor . Tiyatro sinema, yazın, resim gibi konularla ilgili günlük söylemlerini sürdürüyolar. Birgül onlardan aldığı bir iki kitap okudu. İş yerinde ustabaşı olanlardan sonra iyice askıntı oldu, kış bastırmış birlikte kaldığı gençler okullarına ara verip, memleketlerine gittiler.
Umarsızlığını ara sıra aynasına anlatıyor, dertleşiyor gençlerin kadın sorunları ile ilgili anlattıkları düş geliyor ona. Sevgi ile ilgili söylem ve duruş biçimlerine bakıp sevginin ne anlama geldiği sorusunun karşısında şaşırıp kaldı. Babasına karşı içinde beslediği öfkesini besliyor. İçinde büyüyen öfkesini nasıl hareketlendirir düşünü artık gerçekleştirmeliydi.
Kış basmış, toprağın üstüne, kenti buzlara sermiş, yürekleri içinde üşütüyor. Kent dolup, taşan insan yığınları ile şaşkın. Ustabaşı iş yerinde her fırsatta asılıyor. Karlar içine gömülü parkta konuk etmiyordu artık onu. Oturaklar karlar altında gömülü. Bir kaç dakika ancak gezinebiliyordu. Bar`dan da sıkılmış, bir başına dolaşmaktan da, yılgı olduğundan fazla sarmıştı içini. Ustabaşı İş çıkışı sarkınca ona:
-Bu akşam beni yemeğe götürsene.
Ustabaşına; güneş,ay, ardından yıldızlar doğdu. Doğru duyduğuna emin olunca hemen atladı ve kabul etti.
Kentin gözde yerlerinden birine gittiler, akşam yemeğini en iyi yemekler yiyerek geçirdiler. Üzerine bir kaç tek atmak için oturdular, bir ba`a. Ustabaşı saatler, dakikalar ilerledikçe sabırsızlanıyor, söyleyebildiği en güzel sözleri söylüyor. Birgül`ün yanında un ufak oluyor. Bedeni her yerinden dillenmiş ufalanıyordu yanında. Bir erkeğin böyle küçülmesini görmek, ona ürkütücü bir zevk veriyordu.
Gece ilerledikçe Birgül de o ufalanma karşısında büyüyüp, güçleniyordu. O güç onu babasına karşı beslediği öfkede yenen taraf olma istemini artırıyordu.
İçkilerin sayısı arttıkça ustabaşı sokuldu. Birgül de içinde;
-Baba seni boynuzlayacağım “ Senin en değerli olanını hiç bir değeri olmayan birine isteyerek sunacağım. İçini bürüyen o öfke her erkeğe karşı bir anda kabarıyor, babasının vurduğu her yumruk her erkeğin yanında taşıdığı bir korku, yılgı çantası gibi duruyor, geliyordu.
Ustabaşı sokuldu Birgül biraz izin verip az sonra tersledi. Kedi fare örneği biraz izin verip az sonra azarladı. Gece yarısı basmış alkolde giderek etkisini artırıyor. Birgül her zaman yaptığı gibi az içiyor ve yanında kendini dünyanın yaratıcısı gibi sunan erkeklerden birinin küçüldüğünü görmek ona zevk veriyordu. Ve bu zevki en son anına kadar yaşayıp izlemek istiyor.
Alkol sınırına gelince, kalktılar. Ustabaşı:
-Seni evine bırakayım. Aslında istediği oydu. Bir nazlandı, olur mu, olmaz mı? dedi ustabaşı. Sayısız söz ve hareketlerde bulundu. Biraz yürüdüler ve sonunda ustabaşı kazandığını düşünerek atlayıp arabasına Birgül`ü evine götürdü.
O kış bodrum kat ve tek oda evde, çok konuk ağırladılar.
Ama böylesi değil, gençler yoktu. Ve kendi istediği birini ilk kez çağırıyordu. Birer sigara yaktılar. İçini büyük bir coşu sardı, korktu geri dönse mi düşündü. Babasını yumrukları usuna düştü. Ve üzerinde ne var ne yok çıkarıp attı. İlk kez bedenini bir başka çift gözle paylaşıyordu. İçinde utanç duydu, canı yandı. Mahalleyi saran çığlıkları sardı içini ve ustabaşını üstüne çullanması ile o kondudaki atılan meydan dayağındaki yumruklar indi, kalktı suratına. Ustabaşı coştukça o gözlerinden inen bir kaç damla yaşla acıyı süzdü akıttı. Kan revan etti içini ve: “Baba seni değil bu kentti de boynuzladım.” tam ustabaşı dorukta iken çekilip altından kaçtı. Küçüldü ustabaşı bir sadık köpek gibi toplayıp iki bacağının arasına kuyruğun sokuldu, yılıştı Birgül`e. Birgül; o acı içinde öfkeli bir sevinç duyumsadı içinde.
Gözlerinde ustabaşının yakarıyı görünce, yeniden devam etti. O akşam o borum katı biri ile bir yatakta paylaştı.
Ertesi gün temizlenip işe öğlen yemeği arası gitti. Hemen köfteciden bir ekmek köfte alıp bir yarısını alıp, diğerini kedilere attı. Kedilere evet kedilere köpeklere değil. Köpekleri sevmedi hiç. Sahibi döver aç bırakır, sokakta yatırır, hakaret eder. Ama o gene bir tas yal verdimi. Sırnaşır sahibine gene yaranmaya çalışır. “Köle “ koşulsuz sadık bu hayvan. Kendi değil, aciz ondan sevmez bu hayvanı.
Kediler mi ?
Onları ev sahibi en baş ve en sıcak köşede barındırır. Ev sahibi yakarsa canını kedi de asileşir birden. O asiliği içini işgal eder kedinin. O yüzden kedilere bakar, onları korur.
O akşama doğru bodrum katına gider ve aynasının başına oturur. Ustabaşını ne gördü ne de yaşadı, usunda bile kalmadı. Epeydir uzun uzun dertleşmemişti. Üzerine kapattığı örtüsünü açıp oturdu karşısına aynasının.
Ve :
-Ne soysuz şeysin sen. Bak ben Birgül`müyüm. Bak ben hangi renkte ve nereliyim. Bak yüzümdeki yara izlerine, dibinden karar kara fışkıran sarı saçlarıma . Bak ben sarı mı ,kara mı Birgül`üm ? Ama senin için ne değişir. Bu, benim sorunum. Sen kapını herkese açarsın akşam örtülüydü yüzün görmedin olanları. Şimdi sana eli kanlı bir katil getirsem.
Şimdi sana bir patron,
Şimdi sana bir emekçiği,
Şimdi sana bir damla alın teri,
Şimdi sana bir tek buğday tanesi,
Şimdi sana bir yığın acıyı,
Şimdi sana eğlenceleri, şölenleri,
Şimdi sana insan etinden kurulan sofraları,
Şimdi sana canlılığı, yaşamı,
Şimdi sana ölümü getirsem,
Şimdi sana eli kanlı bir katili getirsem,
Şimdi sana bir namussuzu,
Şimdi sana bir hırsızı,
Şimdi sana bir düzenbazı,
Şimdi sana bir sülük,
Şimdi sana alaca birini,
Şimdi sana bu kent yaşayanını ,
Şimdi sana bir sapık,
Şimdi sana bir yılan,
Şimdi sana bir tefeci,
Şimdi sana kadın taciri,
Şimdi sana bir vatan haini,
Şimdi sana insanları yürüyen bir beton kent göreni,
Şimdi sana bir serseri,
Şimdi sana bir şarapçı,
Şimdi sana kendi kardeşlerine, kendi hem cinslerine ihanet edeni,
Şimdi sana bir toprak ağası getirsem.
Şimdi sana bir sevgi öldüreni,
Şimdi sana bir işgalci getirsem
Sen onları alır içine, olduğu gibi kabul edersin. Ama seni kıskanıyorum. Bu kadar aymazlık olsa olsa yeni bir yaratıkta olmalı o da sen olmalısın. Daha gençsin şunun şurasında on beş yaşındasın. Ya yaşlanır deneyim sahibi olursun. Kan gölü ve kır çiçeklerini bile bir arada barındırırsın. Seni işgal edeceğim, içine girip ben karşılayacağım geleni.
Önce bu kenti, köyümü bozanları asacağım beton direklerine kentlerin. Sonra adı olanları adsızlaştıracağım. Geleni olduğu gibi değil, onu bana benzeteceğim. Şu meydanda kavgamı var kapatacağım örtümü yüzüme; “O onların sorunu “ yanı başımda can çekiştiren mi var. “O onun sorunu”. Benim sorunum yüzüme çekeceğim örtümü korumak olacak. İstersem açarım gözümü, görürüm sonuna dek. İstersem yüzümün örtüsünü açmam barış bile imzalamam. İmza atmam, atamam çünkü adım yok. Bütün adları olanların adını sileceğim. Hiç bir yere, hiç bir şeye basamam kalıbımı. Çekerse canım bulurum bir kaç saatlik ustabaşı. O utanır, bende gözlerim.
Senin içine gireceğim, ben seni işgal edeceğim. Sen de beni tutsak ettin.
Geçen bu kentin en işlek bulvarında biri düştü yanımda, kaldırıma boylu boyunca. Saralıymış çırpındı. Koca bir taş gibi vurdu kendini asfaltta. Çırpındı, ağzı köpürdü. Onu izledim bir kaç dakika, baktım: Birgül`ler, Ahmetler, geçiyorlar oradan kara gölgeler gibi. Ben ak bir gölgeydim çünkü onu izledim.
Nasıl köpürdüğünü gördüm. o köpürdü. Ben “O senin sorunun, o senin savaşımındır.” dedim. Gerdim yüzümün örtüsünü, sıcak kavrulmuş kestanemi yeyip ayrıldım oradan. Bulutlar düşmüşler yere kimi kara kimi ak, kimi boz bulanık. Taşıyorlar kentlerden. Çığlıklar içinden insan çığlıkları. Kulaklarınıza bulutlardan. Etleri, kemikleri, gözleri, dilleri var. Adları yok. Onların adlarını sen sildin, defterinden. Her biri silik. Deli bir rüzgarla atmosferin bir kuytusuna sokuluyorlar. Güneş gelince yağmur, gidince kar, dolu, sel felaket dolu olup iniyorlar. Renkleri ve adları silik. Baktım ayaklarımın altına yıldızlar düşmüş bulutların altında pırıl pırıl en dar sokağa belki de tozlu, o çamurlu kondu yollarına kadar pırıl, pırıl uzanıyorlar.
Kent aymazda koştum tutarım belki birinin kuyruğundan diye ben gittim. Onlar gitti yakalayamadım.
İçimden bir zaman gözlerime fırlayan pırıltılardı. Onlar içimdeki o çırpınan kuş, hala onların içinde çırpınıyor. Ben öldürdüm.
Ben seni işgal ediyorum aynam.
Bak geçen bir kamyon gördüm. Her yanı toz toprak içinde. Baktım ardından Birgül bir örtünün kırık dökük ev eşyalarının arsından başını kaldırmış, ilk kez gördüğü kente bakıyor. Gözlerinde, tam gözlerinin içinde gördüm köyden gelişimi. Sana ne aynam ben ister Birgül`ü görürüm, ister görmem. korktun mu Birgül geldi diye.
Sonunda onu da alır bir otobüs sabah durağından akşam durağına götürür. Serer ömrünü zifiri karanlık asfaltlara. Sabah durağında yaşamın dinlenceleri, eğlence yerleri. Akşam durağında süzülmüş sofralara konulmuş yiyecekler sunulur sanma. Bu otobüsler bir sabah, yaşamın bir de akşamında gelirler. Seni yaşam boyu alır götürürler. Ya dört duvar arasında pırıl pırıl bir ofise, ya kulakları çıldırtan makina , pres seslerine. Yada kavgaların harman yeri fabrikalardan birine . Akşama gene aynı otobüs yaşamın son akşamında dikilir karşına alır götürür. Git gellerin olduğu ıssız, sadece insan yeğicilerin olduğu son on beş yılın yeni yaratıklarının yaşadığı ülkelere.
Orada bir yılan bir kanaryayı yutar. Bir çıyan kundakta bir bebeği sokar. Deliler gibi koşar koşar en sonunda yorulur düşersiniz, akrep yuvasına. İnsan kemiklerindendir damların çatısı. İşte son durak tutsak olduğun, öldüğün akşamdır.
Molalar verir. Mola yerilerinde girişte ustabaşı dikilir, karşına kuyruğu dik. Üstünden ayırır hassas bir ayraçla ışığı. Bırakır seni zifiri karanlık zindana. İster sarıya, ister karaya , ister kızıla boya saçlarını.
Çeker keskin kılıcı kınından keser kafanı verir eline . Yazar Kartın girişine;
Saat sıfır yedi işe başlama. Dolanır zindan içinde kan ter içinde kalırsın. Çıkarsın, cellat ustabaşı elinde kellen verir sana.
Yazar kartın üstüne ;
İş çıkışı : Saat on yedi.
İşte aynam, aynı otobüs alır seni götürür bir akşam mola yerine. Orada örülmüştür etin kemiğin. Yüzünde şahının tırnaklarının derin derin izlerini görürüsün. Oturur tırnaklarının arasından insan derilerini temizlersin. O senin şahının derisidir.
O şahın bir karısı, bir kölesi bir de kulu olduğu şahın şahı vardır. O kendi yangısında oturduğu, hüzünlendiği, gülümsediği yeri yakar. Sen o yangısındayken, çıkarır bir çift en iyi çeliklerden yapılmış hançer saplarsın, birini ona birini kendine. Taşan öfken durulur Kan serper od`a .
O kale ve şahı, bekçisi, sayar insanın olduğundan bu yana ürettiklerini. Sen o bekçinin şahının kulunun kulu olursun. Bu durak kale durağı . Kul kölelerinin kale durağıdır. Bir ömür yaşar aymaz işte. Bin yıl şahı üfler kulağına o, şişirir iri solgun dudaklarını, bir körük gibi ateşe üfler tutuşturur. Hem kendi hem de köle tutsaklarının yangınını. Sonunda o kendi yangısında, her tutsak kendi yangısında kalır.
Onun da, senin de durağın aynıdır. Otobüs bir sabah bir akşam gelir alır serer bir ömür asfaltlara.
O gün sabaha dek, ayna ile dertleşti, döktü içindeki ağusunu. Ayna yine aynı ayna. Birgül yine aynı Birgül.
Sabah güneş loş, nemli, ıslak beton kokuları arasından, daracık bir merdiven dibinden sızdı bodrum kat tek odaya. Güneş sersemlenmiş gibi yavaştan sardı ortalığı, nemli bir koku ile. Gözlerinde uykularla buğulanan bir şişkinlikle ve mosmor halkalarla attı kendini dışarı.
Aynı itiş, kakış aynı anlatım yansıyor insanların yüzünden usulca kıpırdıyor kent güneşle. İsli kömür kokan sokaklardan, fabrika bacalarına kadar geceden kalan kokuşmuşluk çöktüğü yerden hareketleniyor. Korna sesleri arttıkça kent uyuşukluğunu saat dokuza ona doğru, atıyor. Sıralar, kuyruklar sarıyor, örüyor, hastaneleri, devlet dairelerinin kapılarını. Maaş kuyruğunda biri emekli çıkınını açıyor.
Bakımlı bir hanım, emrediyor hizmetçisine, arabayı çalıştırıyor. Kahvaltıda meyve suları, bal, kaymak, süt sunuluyor. Ardından günlük bakımını yapıp, bir keyif kahvesinden sonra, sesleniyor hizmetçisine:
Araba ısındı mı ? Saat on bir otuza dayanmıştır. Birgül makina başında, elini bastırıyor barsaklarından gelen sese. Emine iş başında sigaraların sayısını artırdı. Öğlen yemeği yakın. Ustabaşı elinde kelleler bir cellat gibi kapının önünde yerini hazırlıyor.
İşyeri, bodrum kat, bar, yeni arkadaşlar, Birgül Birgül değil. Herkesle herkes. Her tanıştığı ile onun gibi Birgül.
İş yeri dar, bodrum kat dar, kondu sokakları, kent dar. Her yer, her şey dar ve değersiz geliyor. Oturup bir barda izliyor gelenleri. Hepsi aynı oyunun oyuncuları hepsi aynı rolü oyuyorlar.
Çıkıyor en işlek bulvara dikilip bir köşede izliyor. Koca bir dalga gibi akıyor insanlar omuz omuza. Orası da dar, sıkışık. Bir delikanlı tosluyor orta yaşlı bir kadına. Bir kapkaççı alıp bir genç kızın çantasını kayıplara karışıyor.
Aynı sel gene akıyor. Koca bir göle fındık kadar taş atmış gibi cılız bir dalga vuruyor, kıyıya figanla. Gün aynı, sel aynı. Elleri, ayakları, dilleri, gözleri var.
Hemen her gün aynı tek düzelikle geçiyor. Sıkılıyor onlardan buluyor bir ustabaşı. Bu iki nolu bir şey değişmiyor. İki laf ediyor az aşağılıyor, değmez yorulmaya deyip, bırakıyor yakasını. Olmadı deyip; üç nolu ustabaşı, dört nolu ustabaşı, beş nolu ustabaşı, altı nolu ustabaşı, yedi nolu ustabaşı, sekiz nolu ustabaşı, dokuz nolu ustabaşı, nolu, nolu aman sayısını unutuyor. Anlamlı gelmiyor sayı saymak. Gün gün yaşıyor, ne denk gelirse onu yaşıyor.
Arkadaşları dönüp geliyorlar. Aynı bar, aynı yüzler sıkılıyor onlardan da. Ne onlar sığıyor kente , ne de Birgül. Onlar da kendi kümelerinde yalnız.
Yüzünü dönüyor ilkyaza. Güneş koltuğundan sokuluyor usulca gecekonduların gevşiyor, buz tutmuş beton. Küçük küçük sellerle akıp gidiyor kış toprağın içine. Kış ilkyaza, kentin soğuk yüzü toprağa. Birgül`ün sevisi, öfkesi, kini, çok sesli müziklerle şahlanan kahkahası akıp gidiyor içine.
Dürtüyor işyeri, bodrum kat, genç arkadaşları, yüzündeki allık, sarı saçları, kızıla dönüyor dürtüyor, çıksın diye öfkede olsa yüzüne. Çıkmıyor ne öfke ne sevi. Yer güneşe sırnaşıyor, fışkırıyor gece kondunun bahçesinden ince, iğne, iğne fırlıyor çimenlerle.
Bir erik ağacından pembeye, bir akasyada , bir zerdalide renklere bürünüyor. Yer yekiniyor yerinden göğe.
İçi yekinmiyor Birgül`ün sıkışmış. Merdiven altında bir mahsende, alaca karanlık. İlk yaz kükredikçe, gök delenler itiyor Birgül`ü dibe. O zıpladıkça altında toprak, akıp gidiyor bir kamyonun üstünde kent dışına.
Kentteki öbek ,öbek zor ayakta duran yeşillik süsleniyor, meyveye duruyor çiçek çiçek., yeşil ağaçlar. Parklar bahçıvanların önünde sıraya duruyor. Bir gül fıdanı bir kaç renk mevsimlik çiçek süslüyor Birgül`ün oturduğu parkı da. Her yan renk renk fışkırıyor beton aralarından. Utancından asfaltlar yol veriyor kaldırım kıyılarından yeşile. Gök doğuruyor gibi her yan güneşle kükrüyor. Toprak güneşle, suyla , havayla oynaşıyor
Dayanamıyor Birgül parklar renk renk, işyerinde, çiçek açmış bir erik ağacının dalı, su bardağında süslüyor çevreyi. Bodrum katın tepedeki penceresinden çimenler ince uçlarını birer iğne gibi uzatmışlar. Tiksiniyor, ne yana dönse yaşam kükrüyor topraktan. Çekilip bodrum katına oturuyor aynasının başına küf kokusu ilk yazla beraber ayrı bir kokuya dönmüş, insanın burnuna girer girmez, içinde kuruluk duyumsatıyor. Güneş kokuyor merdiven altı, bodrum kat, tek oda. Ahşap dolap kıvrılmış güneşin önünde, kapağı bol geliyor yerine, dudak bükmüş geriye.
Başlıyor gördüklerini anlatmaya aynasına. -Bak aynam:
Bakınıyorum kendime ne kükrer, nede yeni bir renge duran yanım var. Her yan can olmuş fışkırıyor. Duvar diplerinden fışkıran otlara bakıyorum. Bir kendime, bir işyerime, bir sokaklara, koca koca dalga akan bulvarlara. Aynı şey bir otobüs alıyor sabah durağından götürüyor mola yerine.Tekrar alıp oradan akşam durağına atıp gidiyor. Bakıyorum oturduğum parktaki taş merdivenlere. Döve döve dalgalar eritmiş., yatak yapmışlar kendilerine. Durup düşünüyorum burası mı yatak yoksa sayısız insan barınakları mı? Kimler nerede nasıl barınıyorlar.
Gece bir başka kapanıyor bu kentin üstüne. Düşmüyor hiç uykunun baskınına karşı güçsüz. Şafak sökerken bir başka soluk esiyor, fabrikaların önüden çıkmaz sokaklara doğru. Güneş bastırdı mı kimi yatağının katını yeni bozuyor, kimi buruşuklukları düzeltiyor. Ne uyuyor ne de susuyor. Gün yirmi dört saat her yan uğulduyor. Hep aynı yerler aynı ninni ile oyalanıyor.
Çıkıp biri bir yandan bağırıyor. Bakıyorsun ardında bir küme onlarda onun gibi bağırıyorlar. Bakıyorsun koca bir insan kümesi bu koca kentin en işlek bulvarlarının orta yerine yatak açıyor. seller, sular gidiyor yanı yoralarında. Seller hamura çeviriyor kağıttan yataklarını. Giriyorlar kol kola dayanıyor biri öbürünün omuzuna.
Çıkıp biri yazıyor. Buyruk diyor: “Burası yatak yeri değil. Çıkın gidin mola yerlerine “Duymuyorlar koca tıkaçlarla tıkamışlar kulaklarını. Kükrüyor birden buyruk yazan. Güm güm patlatıyor bombalarını. Birden kentin göbeğinde en işlek yerinde boylu boyunca uzanıyor o dev. Göz yaşı, hıçkırık, öksürük oluyor bedenleri.
Yaaaa... aynam !
Dönüp bakınıyorum kendime, git gellere atmışım yatağımı koca dalgalar gibi. Bakıyorum kendime ne kara, ne sarı, ne de kızıla çalar yüzüm, yok işte rengi. En iyisi en iyisi var ya ben seni işgal edeyim. Alıp elime boyayı, fırçayı boyuyayım seni her renge. Sonra girip içine orada taht kurayım. O zaman her renk gelir, döner yüzün rengi gök kuşağına. Bu karanlığına gök kuşağından taht kurayım. Gireyim içine, gireyim çünkü, bu karar benim olsun. Sahi o zaman bu kararı vermekle ben, olurum değil mi? Başkası olmam.
Bir zamanlar içimde çırpınan kuş yeniden canlanır mı? Yüzümdeki bu renksizlik bir renge düner mi ? Ne işyerinde varım ne mahallede, ne de bulvarlarda kıyıya vuran cılız dalga kadar duyumsayan var beni.
Haaa ailem, onlar var mıydı yok muydu bilmem?. Ama girersem içine, yüzünü gök kuşağının renklerinden boyarım, döner yüzüm renklerden birine o zaman. O zaman seni onlara armağan götürürüm. Şimdi ilk iş renk renk boyalar almak.
Ertesi gün işe gitmedi. hemen gidip renk, renk boyalar, çeşit çeşit fırçalar aldı. Dönüp aynasının başına oturdu. Gençler okulunda, çevre sessizliğe düşer düşmez, alıp her renkten bir kuşak sürdü aynanın yüzüne. Yaa ayna seni böyle her renge boyar, kalan bir köşenden dalarım içine. Önce sarıya, sonra kızıla, maviye, yeşile, kırmızıya, pembeye, yeşilin tüm tonlarına pembenin, mavinin tonlarına boyadı. Giderek aynanın yüzü daraldı. Bir kaç santim yer kalınca;
-Bak aynam burası kalsın buradan ben gireceğim içine, o zaman ben olacağım. Seni işgal edip bütün renkleri dağıtacağım. Gelen kendi rengini seçecek. Haa... o zaman ben de var olacağım, senin içinde var olacağım. Seni, o yüzünle şahıma armağan göndereceğim. Gör bak sen de yumruklarla bir böcek gibi ezilde gör. Kalkıp aynanın başından aynanın renklerini uzaktan yakından gözledi. Aynanın alt kıyısında ayaklarını görünce, iyice eğilip oradan yüzünü gördü.
Bak aynam ben de içindeyim ama gözlerimdeki pırıltılar yavaş yavaş sızıyorlar dışarı derinden, derinden. İçimdeki kuşun kalp atışlarını duyuyorum. Canlanacak, yeniden çırpınacak.
Onu duyumsuyorum. Basıp elini üstüne kalbinin atışlarını dinledi. Yüzündeki hakim olan renksiziği yenmenin yolu, içine dalmak aynanın ve varlığını, yokluğunu, görmek duyumsamak büyük bir coşu veriyordu. İçine dalmalı düşündü.
Nasıl dalmalı, kendi ile ilgili bir karar vermeli, kendi olmalı düşündü, içini coşu sardı. Bütün tüyleri dikildi. Yüreği hızlı hızlı atmaya başladı. Kızıla boyalı saçları ortalığı tüm sıcaklığı ile saran güneşle birlikte iğne iğne çimenler gibi dikildiler.
Gözledi çevreyi kalolifer boruları takıldı gözüne . Aynayı alıp oraya astı. Ardından ona ulaşmaya çalıştı ulaşamadı. Düşündü yalnızlığını, yaşadığı kenti, işyerini, ev arkadaşlarını, sayısını unuttuğu ustabaşılarını, köyden yeni gelen, yada, yeni doğan Birgül`leri, yaşadığı bodrum katı, o derin mahsende güneşe dudak kıvıran ahşap dolabı hepsini sonunda hepsi bir şeydi kendini koyacak yer bulamamıştı. Yaşadığı süre içinde kendi olamadı, kendi ile ilgili olagelen hiç bir şey hakkında kendi karar kılamadı. Deli bir fırtınanın önünde savruldu durdu.
Bir şey olmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Var olmanın, yok olmanın kendine ait karar olması gerektiğine inandı. Yeniden içinde çırpınan o kuş canlandı. Yavaş yavaş çırpındığını duyumsadı. Dönüp aynasına baktı, ulaşamadı. gözlerindeki o pırıltıyı görmeliydi. Ne yaptıysa ulaşamadı aynaya. Aynanaın asılı olması ona ayrı bir coşu verdi. Oturduğu sandalyeyi çekip üzerine çıktı. Yüzünün bir kısmını izledi. Gözlerindeki pırıltı aynada kalan çizgiden, yeniden fışkırıyordu. İçinde kuş havalanmış kanat çırpıyordu. Bir an o kuşla uçuyormuş gibi duymsadı kendini.
Dışarıdan arada bir gelen çocuk sesleri içini burkuyordu. Çıkıp dışarı bağırmak istedi Ben Birgül`üm iyiyle, kötüğü, çirkinle, güzeli, yaşamla, ölümü seçebilirim istediğim noktada olurum.
Aynada gözlerinden fışkıran pırıltı düşleri ile coştu, coştukça Birgül geriye dönüp yaşadıklarını anımsadı. Ailesini, kim olduklarını, ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını, ekmeği dirhem dirhem kazandıklarını, hemen her gecekonduda oturanın aynı yazgının, buyruğun bireyleri olduklarını düşündü.
Bir konduda oturup yarı köyden gelme, yarı kentlli olmayı beceremedi. Boylu boyuna yanında düşüp öleni görmezlik edemedi. Ustabaşılar tanıdı ne içine sindi, ne simedi. Bar`larda eğlendi oturtamadı, kendini bir yere. Çalıştı her hafta sonu eline sıkıştırılanla sıkıştı, iki mola arsına.
Çevresinde birşey olma savaşımını, doğduğundan beriye yürüttü, beceremedi, yüreği tutmadı. Bir an düşündü yapabileceğini kendisi ile ilgili kimseye bağlı kalmadan Bir karar verebilirdi.
İşgal edip aynayı, dikildiği sandalyeden içine girmeliydi. Hemen aynanın boyasız yerine dudaklarını dayayıp: Seni işgal edeceğim. Ama gelmeden önce bir sır vereceğim. O sır... yutkundu, boğazı kurudu, kalbindeki atışları duydu, elini kalbinin üstüne bastı ve ...
Aynaya:
-Ben de kendimi senin yanına as.....Yutkundu boğazı kurudu.
İnip sandalyeden çamaşır ipini aldı. Bir bardak suyu bir solukta dikledi, içi serinledi. İçindeki yangın azaldı. Alıp ipi kalolifer borusuna bağladı. Masanın üzerine aileme başlıklı bir yazı bıraktı. İpi tam aynanın boş yerine gözleri gelecek şekilde ayarladı.
Eeeeee... aynam hazırmısın işgal edilmeye? Tutsağın geliyor.
Ayaklarının altındaki sandalyeyi tekmeledi. Gözlerinin dışarı fırlayışını gördü. Çırpındı ellerini ipe attı. Tırnaklarının arası insan eti doldu. Ve kapandı yaşam...
Geriye Birgül`den yazdığı not kaldı.
Aileme :
Beni, var edip ıssız ormanlara, vahşiler arasına bırakmak, sizin kararınızdı. Dediniz böyle ol, oldum. Biri çıktı böyle ol dedi oldum , oldum, oldum, oldum. Her şey, her kes oldum, ama şimdi bundan sonra işte Birgül oldum. Beni görmek zor ve uzak değil. Size aynamı armağan bırakıyorum. Aynanın yüzüne bakın kalan yerinde beni göreceksiniz.
Genç arkadaşlarıma, sevgiler saygılar ...
İşte ben Birgül`üm...
Turgay DELİBALTA



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın toplumcu kümesinde bulunan diğer yazıları...
Parlament Mavisi Portakal Dilimleri
Güneş Dağların Arkasına Çömelince
Çarşaf Duvar
Ürkek Bıldırcın
Kırk Yıllık Kanatlarımı Kırıyorum
On Daire Bir Opel
Memur Kızı Menekşe

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Bana Bir Bakış Bul Anne [Şiir]
Kum Tanesiyim Sevgilim [Şiir]
Hanımeli Kokusunda [Şiir]


Turgay DELİBALTA kimdir?

Öykücü-Şair -Yazar

Etkilendiği Yazarlar:
Nazım Hikmet Ran-Yaşar Kemal- Ahmed Arif- Hasan Hüsyin-Puşkin


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Turgay DELİBALTA, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.