Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Gelişlerine alışmış olan zayıf, belinin kamburu çıkmış, canı sıkkın olsa bile, sürekli gülümsercesine bakan orta yaşlı kahveci de onlara doğru gelmiş, onlarla birlikte on bir tane masayı teker teker süzüyordu… - Şu adam tek başına gazete okuyor… - Oturalım… Sen bize iki çay ver. Masaların arasından kıvrıla büküle geçip, ulaştılar, oturdular. Çay hemen geldi. Cemalettin eline geçirdiği bir spor gazetesini öylesine karıştırırken, gelen kelli felli iki kişiyle hiç ilgilenmeyen, bir kez bile kafasını kaldırıp bakmayan, istifini hiç bozmaksızın, masanın üzerine yaydığı gazeteyi okuyan adamı gözlemeye başladı Mehmet. Cemalettin masaya oturur oturmaz ‘’ Tavlamızı isteyelim mi? ‘’ diye sormuştu, sonra ikisi de o adama bakmıştı yan gözle; hani, biraz toparlanır, masanın üzerini açar, hatta ‘’Buyurun, oynayın…’’ derdi belki… Hiç umursamamış, ikisini de yok saymıştı. Hep aynı eliyle gazetesini karıştırıyor, nereyi okuyacaksa oraya doğru eğiliyor, dikkat kesiliyordu. Diğer kolu masada kendine doğru kıvrılmıştı ve elinde bir cep telefonu vardı. Sanki her an çalabilirdi, çalar çalmaz da açmak zorundaydı. Baş parmağı havada ve tuşların önündeydi. Çok eski model bir telefondu, uzun anteni çatlamış, kopmak üzere olmalıydı ki, yara bandıyla sarmalanmıştı. ‘’ Hiçbir surat bunca mutsuz görünemez… ’’ diye düşündü; kalın kaşları düşmüş, birbirine yaklaşmış, arada boşluk kalmamış, iki koyu çizgi burun başlangıcına kadar uzanmıştı. Okuduğu, ara vermeksizin okuduğu satırların olumlu ya da olumsuz anlamları suratını asla değiştirmiyordu. Ne masasındaki iki adamı, ne gelip geçerken sandalyesine çarpıp sarsanları, ne de diğer insanların paldır küldürünü algılamıyor, o sıkış tepiş yerde, sanki tek başına yaşıyordu. Uzun, sıcak bir yazın ardından gelen sonbahar yağmurları havayı bir anda soğutmuştu. İnce, eski, koyu renk ceketinin içinde, kalıplı, düzgün bir bedeni vardı. Yüz hatları, çoğu kadının, bakınca dönüp yeniden bakacağı kadar biçimliydi ama, en az iki haftadır kesilmeyen sakal bir kirlilik, bir iticilik yüklüyordu adama… Arkada bir masanın boşaldığını görünce Cemalettin’e işaret etti, kalktı. Kahveci de tavlayı kucaklayıp getirdi hemen. Oturma sürelerini biliyordu. Bir beş ancak yapabilirlerdi artık… - Adama bak, yok saydı bizi yaa! İnsan bi toparlanır… - Ne derdi var kim bilir be Cemalettin… O, adamı unutmuş, kendini atılan zarların üzerindeki minicik beneklere, o beneklerin sayısına göre pulların nereye konacağına yoğunlaşmıştı bile ama adamın yüzü Mehmet’in belleğine çamur gibi sıvanmış, kalmıştı… Çok sürmedi; çoğunlukla yenilen Cemalettin iki mars, bir ters, üç elde bitirmişti oyunu. Kalktılar, yürüdüler kapıya doğru… Adam aynı görünümüyle gazete okumayı sürdürüyordu. * * * İşi yoğun değildi. Sıkıntıyla katlar arasında indi çıktı, diğer odalarda oturdu. Dinlerken de, konuşurken de beyninin bir bölümü o adamla haşır neşirdi. Arada bir ‘’ Sana ne yahu? Elin adamından sana ne? ‘’ diyordu kendi kendine, kafasından atmaya çalışıyordu, atar gibi de oluyordu, ama aslında yalnızca, sesli ya da sessiz, sözcüklere yüklemiyordu o kadar… Akşamüzeri, bu kez Mehmet Cemalettin’i buldu. - Var mısın? - Varım. Sen kötü günündesin bugün. Denk getirmişken çarpıvereyim yine… - Görürüz… Kahvehaneye giderken hızlanışına şaşırdı; asıl amacı o adamdaki sırrı çözmekti ve bunun bilincinde değildi. Ulaştılar, daha girerken gözleri oturulacak yeri değil o adamı aramıştı. Yoktu. Önce bir sıkıntı duyumsadı içinde, sonra rahatlama. Orada olmazdı tabii… Kahvehaneydi orası… O da gelip giden bir yığın insandan herhangi birisi… Oturdular, çaydan önce tavla geldi, pulları dizdiler, dışarının ayazından ılık salona girmenin gevşemesiyle arkasına yaslandı, tek zarı attı… Altı… Cemalettin atmadı; altı atandan sonra zar atılmazdı. Elindeki diğer zarı uzattı, Mehmet gülerek aldı. - Bu kez yenemeyeceksin… - Sen öyle san. Dört oyun aldı üst üste… Tüm gereksiz tasalardan kurtulmuş, sigarasının dumanını zarın üstüne üfürdükten sonra, akrobatik kıvırmalarla tavlaya savuruyor, keyifle öğlenki yenilginin öcünü alıyordu. Sözde sihir yapıyordu… Beşinci kez pulları dizdiklerinde dışarı doğru bakıverdi… Kahvehanenin üstü açık, yazlık bölümüne… Oradaydı… Oturduğu sandalyeyi arkaya doğru kaykıltmış, ayakları alçak teras korkuluğunda, iki eliyle birlikte kucağındaki cep telefonunu kurcalıyordu. Yağmur çiseliyordu. Eski yüzlü, koyu renk ceketi ıslandığı için daha da kararmış, saçları başına yapışmış, ama yine de hiç bir şeyi umursamaksızın, suratındaki aynı mutsuzlukla, bu kez gazeteye değil, telefonuna dikkat kesilmiş, oturuyordu. Işığı sürekli yandığına göre, mesajlaşıyor olmalıydı… ‘’ Hiçbir surat bunca mutsuz görünemez…’’ diye düşündü yine… İvedilikle yola çıkılmalıydı da otobüs gelmiyordu, ilan tahtasının önünde endişeyle bir sınav sonucunu bekliyordu da bir türlü asılmıyordu, bin yıl süren bir özlem yarın bitecekti de sabah bir türlü olmuyordu… Öyle bir şeydi işte beklentisi de, bitmişti sanki… Onu gözlemek yaşamının bir parçasıymış ta, eksikliğinden kurtulmuş gibiydi. Tavlayı sisler içinde görebiliyor, genellikle yanlış oynuyor, rakibi bile dayanamayıp uyarma, düzeltme gereği duyuyordu. 4 - 0 öndeyken, 5 - 4 yenilmişti ama ne Mehmet’ de bunun etkisi vardı, ne de arkadaşında böbürlenmesi… Hırslı başlayan oyun keyifsiz bitmişti. - Ne oldu yaa? Sanki oyunu bırakıverdin, aklın başka yere taşındı… - Yoo… Zarı küstürdüm sanırım. - Hadi canım sen de! Gayet de iyi geldi, hep yanlış oynadın… Sigaralarını bitirip çıkmaya karar verdiler, kahveciyi çağırdılar, parayı öderken sordu Mehmet, - Şu dışarıdaki adam… Öğleyin de buradaydı… - O hep buradadır… - Neci? - Bilmem ki… - Bir yerde çalışıyor mu? - Çalıştığını duymadım hiç… - Buralı mı? - Buralıymış… Gariban işte… Kahveci arkasını dönüp giderken dışarıdaki adama baktı. Adamın ışığı hala yanmakta olan telefonunu cebine koyuşu, korkuluktan ayaklarını indirip, bir kamyon dolusu yükü tek başına taşıyıp ta yorulmuş ırılmışcasına doğrulması yavaş devirli film gibiydi… Akşamüzerleri bazı ulu ağaçlarda toplanır ya kuşlar, gece yatısı için… Ve o kuşlar, sanki tüm gün yaşadıklarını hep bir ağızdan, birbirlerini dinlemeksizin anlatırlarcasına, karanlık çökene dek şakırlar ya… İşte o sırada, bir yaramaz çocuk o ağaca taş atarsa, tüm sesler kesiliverir ya… Kahvehanede de öyle oldu; iki patlama, çok yakından, peş peşe gelen iki el silah sesi tüm sesleri bitirdi. İlk anda hiç kimse ne olduğunu anlamadı… Mehmet, doğrulan adamın başının arkaya doğru kanırılmasını, sonra öne doğru bükülmesini, yüzündeki o anlatılmaz mutsuzluğun, önce gülümseme, ardından bir boşalma, bir rahatlamayla yok olduğunu görebilen tek kişiydi… - Cemalettin, çıkalım buradan… Az sonra çok kalabalık olacak… - Nedir bu yaa? - Çıkalım Cemalettin! Dışarıdaki bağırışlara sorularla koşuşturanların ardından çıktılar, ters tarafa yöneldiler… - Neydi o? - Dışarıda oturan adamı vurdular. - Neden ki? - Bir tek vuran biliyordur. Bir de kendisi… Ölmediyse tabii… * * * Ertesi gün kahveciye sordu, bilmiyordu. Üç gün boyunca tüm gazeteleri aldı, haber yoktu. Toplum o adamı ‘’ zaten yoktu ’’ laştırmıştı… Mehmet de yapabilmeliydi bunu, ama nasıl? Bilmiyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özcan Çeltik, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |