Öküzün rengini dışında, insanın rengini içinde ara. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Bütün günü sokaklarda dolanarak geçirmiştim. Öncelikle her sabah yaptığım gibi iş başvurusunda bulunduğum yerlere uğrayıp işe kabul edilip edilmediğimi öğrenmeye çalışmıştım. Hepsinden ret cevabı aldıktan sonra da tanıdık şeyler duymanın rahatlığıyla sokaklardaki amaçsız yürüyüşüme devam etmiştim. Kafamı delik deşik eden düşüncelerden bunalmışken etrafta boş boş gezinmek oldukça rahatlatıcıydı. Ama bir süre sonra yorgunluktan şişen ayaklarım beni yine o kahveye sürükledi. İçeri girip kendime bir çay söyledim. Kahveci borçlarımı bir gün öncesinden kapattığım için sesini çıkarmadan çayımı önüme getirdi. O gün iyi benzetmiştim ama onu. Parayı yüzüne çarpar gibi kasanın üstüne fırlatınca ne diyeceğini bilememişti. Eminim içeri adımımı atar atmaz beni kapı dışarı etmeyi düşünmüştü ama beklediği gibi olmamış, hevesi kursağında kalmıştı. Bana hizmet ederken alnının ortasında patlayacak kadar şişen damar görülmeye değerdi. Her müşteri gibi bana da saygı göstermesini öğrenecekti tabi. Çayımı içip gazetelere göz gezdirdikten sonra kahveden çıktım. İş için arayacağım bir kaç adam daha vardı, önceki gün orada tanışmıştık. Aradım, sıkı adamlara benziyorlardı ama onlardan da bir sonuç çıkmadı. Kendimi köşeye sıkışmış hissediyordum. Borcumu ödemeseydim cebimdeki para beni bir hafta daha idare ederdi ama artık en kısa zamanda iş bulmam gerekiyordu. Buraya gelmeden önce her şeyin daha kolay olacağını düşünmüştüm, kalacak bir yer bulduktan sonra iş olayını da hallederim diyordum. Başvurduğum işlerden yanıt alamayınca günün geri kalanını orda burada oturup havanın kararmasını bekleyerek geçirdim. Eve, aslında odama desem daha doğru olur çünkü yıkılmaya yüz tutmuş iki katlı bir evin alt katta kiraya verilmiş odalarından birinde kalıyordum, erken bir saatte gitmek istemiyordum. Eğer insanın evi kendini huzurlu hissettiği yerse, bana bu duyguyu veren tek yer sokaklardı. Yine de her akşam yaptığım gibi güneşin alçalmasını bekleyip evin yolunu tuttum. İstemeden ezberlemiş olduğum yollardan çekingenlik içinde geçerek yürümeye devam ettim. Bütün gün ev sahibim olan ihtiyar kadını düşünmemek için onca çaba sarf ederdim ama bu tanıdık sokaklara geldiğimde her şey onu hatırlatmaya başlardı. İşte o yüzden iki sokak aşağıdaki büyük çınar ağacından, sola dönüşte duran paslı çöp bidonundan, ilerdeki gri binaya asılı sokak tabelasından ve dış kapının avucumu dolduran soğuk demir tokmağından nefret ettim hep. En çok da cebimde şıngırdayıp duran anahtarlardan. Sokak kapısından içeri girdim. Ortalıkta hiç ses yoktu. Ne bekliyordum ki zaten; üst kattaki kiracı bir süreliğine tatile gidiyorum deyip ihtiyara olan borcunu ödemeden sıvışmıştı, yan dairede kalan adamın da eve fazla uğradığı yoktu. Arada bir odaya girip çıkarken karşılaşıyorduk, değişik biriydi. Bana ters ters bakıp o kendini beğenmiş ses tonuyla ‘Selamlar’ derdi hep, her seferinde eli kolu kitapla dolu olurdu. O kadar çok kitabı ne yaptığını anlamıyordum. Bir ara, garip bir düşünceydi biliyorum ama şeyine sürtüp içlerine boşaldığını düşünmüştüm. Bunu hayal etmek oldukça eğlenceliydi. Holdeki ışığı yakmadan odama doğru ilerledim. Koca evde yalnızca ikimizin kalmış olduğunu bilmek sanki sonradan olacakları sezmişim gibi beni tedirgin etmişti. Odaya girmek için anahtarı deliğe soktum, tam kapıyı açıp içeri girecekken ihtiyarın odasından gelen tıkırtıları duydum. Demek henüz yatmamıştı. Genelde bu saate kadar ayakta kalmaya dayanamaz, altı yedi gibi nalları dikerdi. Horultusunu evin her yerinden duyabilirdiniz. Zamanında kocasının buna nasıl katlandığını anlayamıyordum. Onu uyurken gözümün önüne getirdikçe içimi bir bulantı kaplıyordu. Horuldamalarının arasında açık bıraktığı ağzından yastığının üstüne salyalarını akıttığına emindim. Dayanılmaz bir görüntü olmalıydı. Odama girmekten vazgeçip içerde ne haltlar yediğine bakmak için kapısına doğru yürüdüm. Kulağımı kapıya dayayıp tıkırtıları dinlemeye başladım. Eski moda topuklu terliklerinin tahta zeminde çıkardığı sesleri duyabiliyordum. Tıpkı bir hayvan gibi tepiniyordu. Sonra su sesleri duymaya başladım, ardından birbirine çarpan tabak çanak tıngırtıları. Bulaşık yıkıyor olmalıydı yaşlı domuz. Bu saatte şehrin çoğunun yaptığı şeyi yapması beklenemezdi tabi. Aslında arkamı dönüp gitmeliydim ama birden içimi feci bir öfke kapladı. Ondan ölesiye nefret ettiğimi hissettim. Kapının arkasında öylece durup çıkardığı sinir bozucu sesleri dinlerken, hareketleri ister istemez gözümün önüne gelmişti. Akşam yemeğinden kalan içi artıklarla dolu tabağı çeşmeye tutup yağlarını suyla akıttığını düşündüm. Sonra muhtemelen içinde üç günlük deterjanlı su bulunan maşrapadan bulaşık bezini alıp tabağın üstünde özensizce gezdirdi ve kör gözleriyle yeterince temizlenmediğini anlamadan durulayıp bulaşık teline koydu. Her gece yediği muhallebinin tabağını pislikten kırılan lavabonun içine yarın yıkamak üzere bıraktı. Beli ağrıdığı için zorlukla eğilerek alt çekmecelerin birinden, içi iyi ovulmamaktan katman katman olmuş bir cezve çıkarıp yatmadan önce içtiği o lanet sütü yağ içindeki ocakta kaynatmaya başladı ve en kötüsü de tüm bunları yaparken aptal bir şarkı mırıldanıp kendi kendine gülümsemesiydi. Yaptığı her anlamsız şeyden zevk alırcasına gülümsemesi. Evet eminim şu an suratı gülümseyen bir domuza benziyordur. Bunları düşünmek iyice midemi bulandırmıştı. Buna bir son vermek için bütün gücümle kapıyı yumrukladım. Kendimi kaybetmiş gibiydim, karşıma çıktığında ona ne söyleyeceğime dair hiçbir şey düşünmeden, aslında bunu pek de umursamadan kapıya güçlü yumruklar indirdim. Çok geçmeden mutfaktaki tıkırtılar kesildi, sonunda zor işiten kulakları kapının çaldığını duyabilmişti. Topuklarını sürüyerek ağır ağır kapıya yaklaşıyordu. Heyecandan nefesim kesilmek üzereydi, ne için uğradığımı sorduğunda vereceğim cevabı bilmiyordum. Cevap verip vermemem gerektiğini bile bilmiyordum. Kapıyı açtığında gözlüklerinin altından bana küçümsercesine bakacak ve her zamanki zoraki kibarlığını takınıp sevmediği halde beni içeri buyur edecekti. En çok hasta olduğum şey de buydu zaten. Karşıma geçip beceriksizin, işe yaramazın, sefil adamın teki olduğumu ve o olmasa sokaklarda sürünerek öleceğimi söylese, sonra da bir daha odasına adım atmamam gerektiğini hatta en kısa zamanda evini terk edip kendime kalacak başka bir yer bulmamı yüzüme haykırsaydı belki ona olan nefretim az da olsa saygıya dönüşebilirdi. Ama o ikiyüzlülüğü, içten pazarlıkçılığı ve son kullanma tarihime kadar beni kaybetmeme hırsı benden nefret etmesine rağmen bunu söylemesine engel oluyordu. Güçsüzlüğüm ya da aptallığımdan ötürü duyduğu küçümsemeyi belli etmek yerine hiç bitmeyen sevgi gösterilerinde bulunuyor, hatta işi daha da ileri götürerek beni bir zamanlar savaşta kaybettiği oğluna benzettiğini söyleyip üzerime bu kadar çok düşüyor olmasına iyi niyetli gerekçeler bulmaya çalışıyordu. Hareketlerinin gerçek nedeni bu olsaydı bile yani beni gerçekten oğlunun yerine koyarak karşılıksız bir şekilde sevseydi bu onu bencilliğinden kurtarır mıydı? Başkasının yerine koyularak, onun boşluğunu doldurmaya çalışarak sevilmek yerine belki de hiç sevilmemek daha iyidir. Kim olduğunun önemi kalmaz çünkü, seni özel kılan hiçbir şey umurlarında olmaz. Ben yine de her şeyi bilerek kendimi sana veriyorum, sana kendimi sunuyorum, beni incitmen ve aşağılaman için, küçük düşürüp alay etmen için, yapayalnız hayatında tutunabileceğin biri olmak için, sana ihtiyacım olduğunu güçsüz varlığımla hatırlatmak için, belki ellerinden öpüp ağlamak, gözünde olduğumdan daha da aşağılık görünmek için. Kendimi kaybetmiş bir şekilde bunları düşünürken ona duyduğum öfke iyice artmıştı, derken kapı kolunun yavaşça aşağı indiğini gördüm. Tekrar aynı korkuya kapıldım ama düşüncelerimi toparlayamadan onunla göz göze geldik. Hemen aptal gülümsemesini takınıp beklediğim soruyu sordu. Bu saatte kapısının önünde ne işim vardı, bir an cevap veremedim, yüzümden terler boşanmaya başladı, kafamdan geçen şeyleri anlayacak diye ödüm kopuyordu. Belki de söylemem en iyisiydi ama yapamadım. Bir cevap alamayınca durumun garipliğini anlamıyormuş gibi beni içeri davet etti, ben de tıpkı bir kuzu gibi hiç duraksamadan söylediğini yapıp girdim. Ceketimi alıp alamayacağını sordu, oldukça kibar bir şekilde ‘Tabi,’ dedim, sonra geldiğime ne kadar sevindiğiyle ilgili zırvalıkları anlatmaya başladı. Mutfakta yarın için bana kek hazırlıyormuş, en sevdiklerimden. Salondaki koltuklardan birine oturdum,karşımda durmuş gözümün içine baka baka yalan söylüyordu. Bu saatte uğramama şaşırmış ama yine de çok mutlu olmuş, bütün gün tek başına evin içinde canı çok sıkılmış, hep benden telefon beklemiş ama aramamışım, neden aramamışım? ‘Unuttum,’ dedim ilgisizce. Şimdi söylediği şeyler daha da sinirlerimi bozuyordu. Ağzını her açtığında dilinden zehir dökülüyordu sanki. Bu inanılacak gibi değildi. İkimiz de gerçekte neler olduğunun farkındaydık, öyleyse böyle bir oyun oynamanın anlamı neydi? Benimle dalga geçip eğlenmek istiyordu belki de. Söylediklerinin tek kelimesine kendinin de inanmadığına emindim. Hem onu arayacak olduğumu da nereden çıkarıyordu, onu niye aramak isteyeyim ki! Bu ihtiyarda beyin yerine başka şeyler olduğuna emindim artık. İçecek bir şeyler getirmek için mutfağa gitti, buna gerek olmadığını söyledim ama aldırış etmedi. Beni huzursuz etmek için yapıyordu bunları. Karşısında minnettarlıktan ezilip büzüldüğümü görmek istiyordu. Ona muhtaç olduğumu hissettikçe zevkten deliye dönüyor, kendini bana adayarak sadistçe bir tatmin duygusu yaşıyordu. Daha uzun bir süre iş bulmamın zor olduğunu ve kirayı yatıracak kadar paramın olmadığını çok iyi biliyordu. Buna rağmen devamlı kira için endişelenmemem gerektiğini, bunun önemli olmadığını, çünkü çok kısa bir zamanda para kazanmaya başlayıp borcumu yavaş yavaş ödeyebileceğimi söylüyordu. Benim yetenekli ve zeki olduğumu biliyormuş, yakında herkes bunu anlayacakmış, tek yapmam gereken sabredip iş aramaya devam etmemmiş, moralimin bozulmasına izin vermemeli, umudumu yitirmemeliymişim. Bunu yapmazsam bir gün kendimi öldüreceğimden korkuyordu. O zaman ona ihtiyacı olan kimse kalmamış olacaktı. Ayrıca ölümümü kendi irademe bırakacak kadar aptal değildi elbette; her şey o istediği zaman, onun istediği şekilde olacaktı. Şimdi her şeyiyle ona bağımlı olan yaşamımın tadını çıkarıyordu. Her sabah bana imalı bir şekilde günaydın demek için üşenmeden erken kalkıp kapılara çıkmasından, akşamları evine davet edip bütün gün açlıktan kıvranan midemi tıka basa doldurmasından, beni hiç de ilgilendirmediğini bildiği halde sohbet edip neşelenmem bahanesiyle kafamı gereksiz laflarla doldurmasından, kira istemek yerine arada bir cebime para sıkıştırmasından ve tüm bu ‘iyilikleri’ yaparken yüzümdeki mahcup ifadeye bakıp bundan pek de gizleyemediği bir zevk almasından belliydi bu. Yaptığı her şeye karşılıksızmış havası verip aslında benden çok şey alıyordu hatta beklediğinden de çok. Sofrayı hazırlayıp tabağımı önüme koyduğunda hala neden kızardığımı soruyordu. Oysa hiç de sandığı kadar saf olmadığımı, yapmaya çalıştığı şeyin farkında olduğumu bilmesi gerekirdi ama belki de buna inanmak istemiyordu. Oyununu bozacak şeyleri düşünmek işine gelmediğindendir, ya da tam tersi. Mahcubiyetin verdiği kızgınlıkla kıpkırmızı kesilmişken bir anne edasıyla sesinin tonunu yumuşatıp neden yemeye başlamadığımı soruyordu bana sonra da gülümseyerek karşıma geçip hayvanlar gibi yemeğe saldırmamı izliyordu. Görünüşte, arenada bir aslanla dövüştürülecek olan ama gerçekte onun tarafından öldürülmeye mecbur bırakılan birini izlemenin verdiği antik zevkin modern bir versiyonu gibiydi bu. Her şeyin farkında olduğum halde karşı çıkacak gücü bulamayıp ona sessizce boyun eğmem beni aşağılamaktan duyduğu zevki ikiye katlıyor olmalıydı. Bir yandan ruhuma işkence çektirirken bir yandan da umuttan bahsediyordu. Eskiden o ve kocası, o zamanlar içinde bulunduğum gibi zor günler geçirmişler ama hepsi geride kalmış. Oğlu da ona öğütlediği gibi yaşamı boyunca isteklerinin peşinde koşmuş ve sonunda düşlediği çoğu şeyi gerçekleştirmiş, eğer savaş sırasında kayıplara karışmasaymış (ölmüş olduğunu söylemeyi reddediyordu) şimdi gurur duyulacak bir noktada olurmuş. Tüm bu umut etme, sabırla bekleme ve arzularının peşinden gitme zırvalıkları benim gibi hayattan aslında hiçbir şey beklemeyen biri için katlanılamayacak kadar yavan sözlerdi. İş bulmak için o kadar kıvranmamın nedeni, tek derdimin karnımı doyurmak ve bir süre daha yaşayabilmek olmasıydı. Yoksa ideal denen saçma sözcükle aram hiç iyi olmamıştı. Beynime böyle aptalca şeyleri sokup beni oyalamak istediğinin farkındaydım, bu yüzden o konuşurken kendime devamlı şunu diyordum ‘O orospu çocuğunu dinleme, onu dinleme, seni köşeye sıkıştırmak istiyor,’ evet kendime devamlı bunu söylüyordum. Umudu olan birine istediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz çünkü hep bir çıkış yolu olduğunu düşünerek kendini avutur. En sadık köleler onlardan çıkar. Her türlü aşağılanmaya ve işkenceye sessizce katlanabilirler çünkü içlerinde her şeyin bir gün sona ereceği umudu vardır. İsyan etmek onlara göre değildir, dünyanın en korkak insanlarıdır onlar. Değersiz canlarına bir şey olur diye ödleri kopar. Bu yüzden sinsice uygun anı beklerler. Hala mutfaktan tıkırtıları geliyordu, beni zehirlemek için büyük bir mutlulukla kahve yaptığına emindim. Bu bekleyiş canımı sıkmaya başlamıştı, cesaret edebilsem mutfağa gidip fincanı elinden kapacak ve gözlerimi gözlerine dikerek tereddüt etmeden hepsini içip bitirecektim. Böylece onun tarafından aşağılanmaktansa kendi ellerimle ölmeyi tercih ettiğimi görecekti. Ağzımdan köpükler çıkararak can verirken karşımda tir tir titreyecek, ölüme yaklaştığım her an beni yüceltirken, onu bir köpek gibi korkudan inletecekti. Başım dik bir şekilde ölürken yerin dibine girecek, beni bu kadar hafife almasının bedelini bu tür bir aşağılanmayla ödeyecekti. Birden elinde tuttuğu fincanlarla yanımda belirivermişti. Hantal gövdesini bu kadar hızlı hareket ettirebilmesine şaşırmıştım. Karşımdaki koltuğa geçip oturdu, her zamanki gibi kahvesinden höpürtülü bir yudum aldı ve fincanını yanında duran (belki iki yüz sene önce bunu başarabiliyordu diyebilirim ama şimdi durmaktan çok sallanıyordu) antika sehpaya koyup nedensiz bir şekilde gülümsedi. Ben de o ne yaptıysa aynısını yaptım, bu karşılıklı kahve içmekten çok kozlarımızı paylaşmak gibi bir şeydi. Önce onun konuşmasını beklediğim için sessizliğim sürdü, daha önce de dediğim gibi ne diyeceğimi kestiremiyordum. Aklınızda iyi düşünceler yoksa onları saklamanın en iyi yolu susmaktır, ya da bırakın karşınızdakinin konuşmaları sizi bir yerlere sürüklesin. Böyle bir durumda ancak tedbirsiz insanlar ağızlarını açıp kendilerini ele verirlerdi. Kafamdan korkunç düşünceler geçmeye başlamıştı. Ne olduklarını kendime bile söyleyemiyordum, üzerinde düşünemeyeceğim kadar çabuk kafamdan silinip gidiyorlardı, bu aptalca bir şey yapmamak için geliştirdiğim bir kontrol mekanizmasıydı. Hiçbir şey söylemeden kalkıp gitmek istemiştim, sadece kalkıp gitmek, böylece bu işkenceye daha fazla katlanmam gerekmeyecekti. Garip bir korku duyuyordum, ondan mı yoksa kendimden mi korktuğumdan emin değildim ama nedeni ne olursa olsun bunun sona ermesi gerekiyordu. Oturduğum yerden hafifçe doğrularak gitmeye yeltendim. Anladı tabi, ne bekliyordum ki göz göre göre gitmeme izin mi verecekti. Daha yeni gelmiştim, üstelik hiç konuşma fırsatımız bile olmamıştı. Anlatacağı o kadar çok şey vardı ki, şimdi çekip gitmem gerçekten insafsızlık olurdu. Tek konuşabildiği insan bendim, ben, ne yazık ki ben. Israr etmesinden nefret ediyordum, biri onu sustursa, ağzına bir bez ya da ne bileyim her hangi bir şey tıkıştırsa da sesini daha fazla duymasam diye geçirdim içimden. Orada olmam tam bir salaklıktı, bunu anladığımda gitmek için debeleniyor ama yine her zamanki gibi karşısında çaresizlikle oturmuş bana vereceği emirleri dinlemeye hazırlanıyordum. Lütfen dedim kendi kendime lütfen artık bitsin. Sonra aceleyle kahveye uzandı elim, gerçekten zehirli olmasını umarak içtim, ölmeyi o kadar çok istiyordum ki. Onun gözleri önünde hiç çekinmeden. Belki de yaşamım boyunca yapacağım en şerefli şey bu olacaktı. Neden yapıyorsun bunu bana, yeterince eğlendirmedim mi seni? Yanında duran gazeteyi kucağına alıp katladı sonra kirden bulanıklaşmış olan okuma gözlüklerini büyük bir özenle takıp duymamı istediğini söylediği şeyleri sinek vızıltısına benzeyen sesiyle okumaya başladı. Oysa hiçbir şeyi dinleyecek halde değildim, bedenim beynimden geçenleri ele verecek şekilde terlemeye başlamıştı. En çok da kendime kızıyordum, nefretim ondan çok kendimeydi. Gözlüklerinin altından bana baktığını hissedebiliyordum ama hala hiçbir şeyden şüphelenmiyormuş gibi okumasına devam ediyordu. Belki de beni ürkütmek istemiyordu, ya da sadece ürkmemek istiyordu. Benden çekinebileceği hiç aklıma gelmemişti, bunu düşününce biraz rahatladım. Aslında kendine öyle çok güveniyordu ki ona zarar verebileceğimi düşünemezdi bile, bana gelince hissettiklerim hakkında hiçbir şey bilmiyordum. En az onun kadar meraklı gözlerle kendimi izliyordum. Ellerimin terlemesini, kalbimin hızlanarak atışını, bacaklarımın bedenimden bağımsızca sallanmasını, evet tüm bunları fark ediyor ve bundan garip bir heyecan duyuyordum. İçimde her şeyin sona erebileceğine dair fazla iyimser bir duygu vardı. Şimdiden özgürdüm sanki, sanki sadece ben vardım o hiç olmamıştı, ben hiç yok olmamıştım. Konuştuklarını duymuyordum bile, belki okumaya ara verip birkaç şey sormuştur, bilmiyorum, bilmiyorum dedim ya kendim dışında hiçbir şeyi duymuyordum. Vücudumun verdiği tepkilere olağanüstü şeylermişçesine hayretle baktım, yapacaklarıma beynimden önce o karar vermişti. Koltuktan yavaşça doğruldum, gözlerimi gözlerine dikmiştim. Gazetesini indirip bana anlamsızca baktı, tekrar o aptal gülümsemesini takınacaktı ki kolundan tutup çektim onu, sendeleyerek ayağa kalktı. Sesini çıkarmasına fırsat vermeden yere yatırdım ve üzerine çıktım, şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyordu, korktuğunu biliyordum, zaten ben de korkuyordum. Kalın kumaşlı eteğini bacaklarının üzerine doğru sıyırdım, sessiz çığlıklar attı, ağzını kapadım. İçine giydiği kahverengi külotlu çorabı hızla dizlerine indirdim, dudaklarına bakıyordum şimdi, titriyorlardı. Uzun beyaz donlardan giymişti içine, bunu hep merak etmiştim ama sonradan utanıp düşünmemeye çalışmıştım. Mutluluktan gülümsüyordum, o an benden nefret etmediğini bilsem kahkahalarla gülebilirdim bile. Büyük bir istekle dudaklarına yapıştım, bedeni bedenimin altında eziliyor, debelendikçe bir yerini incitecek diye korkuyordum ama yine de durmadım. Ona acıyarak kendime haksızlık etmiş olurdum. İçine girmek için çabalıyor bir yandan da gözlerinde her şeyi kabullenen bir ifade arıyordum. Ama korkuyla bakıyorlardı bana, hiç olmadıkları kadar güzel. Elimi, onu öpmek için ağzından çektiğimde bağırmaya çalışmadı hiç, susmuş beni izliyordu, sanki aynı alaycı tavrı takınmıştı yine. Kendimi suçlu hissettirmek için sessizce bakıyordu. Beni izlemesinden garip bir güven duyarak içine girdim, boynunu hafifçe geriye itti, canını acıtmıştım biliyorum ama gene de durmadım. Yüzüne yaklaşıp uzaklaştım, uzaklaşıp özledim onu sonra tekrar yaklaştım, büyüyen gözbebeklerinin içinde kendimi görene dek sokuldum ona. Sonra yana yatırdı kafasını, yüzünü tekrar kendime çevirdim, sıkıca tuttum çenesinden baksın istedim bana, baksın ve görsün ne kadar aşkla sevdiğimi onu, sonunda gerçekten onun kölesi olduğumu. Hiç bırakmayacağımı bilsin istedim, bilsin ölene dek yanında kalacağımı ama aynı anda görsün ölümünün ne kadar yaklaştığını. Gülümsedi dudaklarım öptü, öptü, öptü dudaklarından. Sonra öldü. Başını alıp dizlerimin üstüne koydum. Kahvesinden hala dumanlar çıkıyordu. Sehpaya uzanıp kendi fincanımı aldım, belki gerçekten zehirlidir diye tekrar içtim, ölmeyi o kadar çok istiyordum ki. Ama bugün hala yaşıyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © çağıl erdoğan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |