"Küle değil, ateşe üflemelidir." -Divanü Lügat-it Türk, Savlar |
|
||||||||||
|
Sahnemiz büyüktü, önümüzden sayfiyelik mecralara uzanan o yol, ileride dağlara değin süren ağaçlar, dağlar, koskoca bir şehrin uzun ve kısa siluetleri, tüm şehirler hatta, tüm şehir meydanları, tüm restoranlar, okullar, sinemalar, alışveriş merkezleri,dünyanın tüm şehirlerinin hastaneler hariç tüm binaları… Evet, tüm dünyaydı sahnemiz. Biz, tüm bu yerleri o bordo perdenin önünde izleyen, gerçeği yaşayan iki kişiydik. Bir hastane odasındaydık. Bu hastanenin her odasında, bilmem kaç bin hastanenin, evin, bilmem kaç bin adet odasındaki iki kişiler izliyordu bu büyük oyunu. Tüm sağlıklı çocuklar, tüm sağlıklı kadınlar ve tüm sağlıklı erkeler oyuncuydu. Hayatlarının bazı yerlerinde olan küçük sıkıntıları, zorlukları kendilerine çektirilen ezalar sanıyorlardı ama sahnenin üstünde aslında oyunu yaşıyorlardı. Biz ise –ve bizim gibi o beyaz odalarda muhtemelen iki kişi olan diğer hastane odası sakinleri- acı acı gülümseyerek, çoğu zaman da ağlayarak izliyorduk bir zamanlar sağlıklıyken ya da yakınımız sağlıklıyken farkında olmadan içinde olduğumuz bu oyunu. Ben, odanın sağlıklı olan, tıp terimlerindeki açıklamalarda hasta görünmeyen sakiniydim. Diğeri ise oyunun farkında olmayan, uyuyan – ya da öyle görünen- yanıydı seyircinin. Bir refakatçi bir hastayla toplanınca sonuç iki hasta ediyordu işte. Ama benim göze görünmeyen, imlenmeyen taraflarım kanamaktaydı onun beyin kanaması riski esnalarında. Geceleri uyumak yasaktı, geceleri ayakta kalmanın bir yolunu bulmalıydım. Kitap okuyamıyordum, değil sayfalar, birkaç kelime bile ton çekiyordu akıl terazimde. Yazı yazamıyordum, yazmaya niyetlenince beyaz kağıtlara kusma isteğim geliyordu çünkü , tüm acı bir anda kaleme inmek istiyordu, inemiyordu, ağır geliyordu, harf bu ağırlığı kaldıramıyordu, kalem kilitlenip kalıyordu. Ara vermek yasaktı. Yirmi dört saat göz kırpmadan beklenmeliydi bu uyuyan güzelin başında. Nefes alıyor mu, alacak mı, kalbi kaç kez atıyor dakikada izlenmeliydi. Monitördeki rakamlar bir hayatın ifadeleriydi çünkü. Dördüncü kattaki locamızdan altıncı kata çay almaya çıkacak kadar bile antrakt yoktu. Kimin umurundaydı ki zaten teneffüsler. Aklım, sırtında binlerce ton acı taşıyan bedenimin yüküne aldırmaksızın araları, dinlenceleri reddediyordu. O öyle hastayken dinlenip huzur bulmak haksızlık gibi geliyordu nedense. İnadına ayakta durmalıydı bu vücut. Mecburdu, ayaklar yürümüyorsa, sürüklenmeliydi. Ama ya söz dinlemeyen göz kapakları, o laf anlamaz makinemsi parçalar sabaha karşı düşüp durmaya başlıyorlardı işte yine de. Beyin uyumuyordu, akıl uyumayı reddediyordu, kaslar gergindi ama sadece, tek sorun o iki pencere pervazıydı işte. Parmaklarımla dakikalarca kapanmasınlar diye onları tuttuğumu net olarak hatırlarım. Buna engel olmanın bir yolunu bulmalıydım. Hastane marketinde bir şey gözüme çarptı birgün, o günlerdeki kurtarıcımı bulmuştum, sakızlar… Mor, sarı, kırmızı, yeşil, mavi, her renkte sakızlar. Önce bir paketle başladım, sonra aromalar, renkler derken yanımda bir koleksiyonla gezmeye başladım. Ambalajı kutu olanlar, ilaç tabletleri gibi alüminyum ambalajlı olanlar… Tüm sesler çekilip, ışıklar elenince geceden, alacakaranlıkta onun ayakucuna, sandalyeme oturur, beyaz çarşafın üstüne gökkuşağının renklerine göre sırayla bir deli gibi onları dizerdim. Sonra sabaha kadar sırasıyla çiğnerdim. Sakızlarım olmasa o geceleri atlatamazdım. Çünkü kara gecenin öyle zifir bir anı vardır ki, hangi kelimeyle, nasıl anlatılır bilmiyorum. Tüm çıldırışlar, tüm sıyrılışlar benlikten, insanlıktan, kimlikten çıkışların yaşandığı bir andır bu. Varlığın son yokluğun ilk anı gibi ama ikisi de değil, sıfır noktasıdır sanki, ikisinin dili de konuşulmaz o anlarda. O anda, o kara lekenin, kaza anının, o kapkara zaman zerreciğinin siyah, yağlı bir mürekkep gibi tüm zamanların üstüne aktığını ve hepsini kaplayıp kararttığını görür gibi olurdum. Sabaha karşı, güneş doğmadan hemen önce olurdu bu. Dünya zamanıyla kısa sürerdi belki, şimdi buradan bakınca bunu ayrımsayabiliyorum. Ama yaşarken öyle değildi, asır gibi gelirdi dehlizin uzunluğu yürürken. Nefes seyrelir, ten yitilir, akıl zerre zerre baştan, can zerre zerre bir şırıngayla damardan çekilir gibi olurdu. Sabaha çıkmak, çıkabilmek için dua ederdim, acıdan hıçkırmayı tecrübe eder, güneşin doğması için yalvarırdım. Onlar olamasaydı bunları atlatamazdım gibi gelir hep. Sakızlarım olmasaydı o geceleri atlatamaz çıldırırdım gibi gelir hala düşündüğümde. Sonra Ilıca tepelerinde görününce güneş, biraz kül oluyordum hala ama biraz da anka. Ateşim zayıflıyordu, acım düz çizgiye indirgeniyordu. Seyirci salonu süpürülüp siliniyordu. Sahnenin ışık huzmelerinin belirginleştirdiği tozlarıyla açılıyordu günün matinesinin perdeleri ben tarafından. Koridordan gelen sesin ardından kapıda görünen yemek arabası, minicik pakette tereyağı, peynir ve reçel, nizam içinde ince kıyılmış ekmekler -bizim gibi-,altı zeytin ve bir bardak çay kendi bardağında. Bence hala , en büyük nimet… O sabah kahvaltılarıdır ki bir karanlık gecenin daha bitişinin müjdecisidir. Çok büyük nimet, hala… Ve izliyorduk oyunu, her akşam kapatıp perdeleri üstümüze, her sabah aynı yakıcı sızıyla açarak.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Aliye Baran, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |