Şu bir gerçek ki ilim adamlığı ve sanatkârlık aynı insanda çok zor bulunan iki vasıftır. Zira, biri soğukkanlılık, diğeri duygusallık gerektiren bu özellikler, günümüzde şahsında barındıran nadir insanlardan biri de benim de bir dönem ders aldığım kıymetli hocam Prof. Dr. İskender Paladır Her ne kadar hocamızdan divan edebiyatının inceliklerini öğrenememiş olsak da sayın Palanın eserlerini hep takip ettim.
Evet, Batı kendi tarihleriyle iç içe yaşayarak modern olurken, biz tarihimizden koparak modern olacağımızı zannettiğimiz için, yüzyılların emeği ve idrakiyle dokunan Divan edebiyatımızı gündemimizden çıkardık. Adeta onu bir sandığa koyup, kapağını kapadık, hayatımızın dışına bıraktık. Pala, hac yolundaki karınca misali, bu hazinenin peşine düştü; sandığın kapağını açtı; eserlere olan hakimiyeti ile birlikte kendi zevkiyle bu eserlerden bizlere de haz aldırmaya çalıştı. İlk gayret ettiği günlerden bugünlere bakınca suları tersine akıttığını net bir şekilde söyleyebiliriz.
İskender Hoca, Divan edebiyatındaki derinliği, lezzeti hayatımıza katmak için Babilde Ölüm, İstanbulda Aşk adında ki eseri kitapçılara geldiğinde ilk alıp okuyanlardan biriydim. Kitabın dört dörtlük bir romanda olması gereken tüm unsurlardan; kültür, tarih, aşk ve merak tam anlamıyla bu kitabı anlatan kelimeler olmuş. Ayrıca verilen bilgilerde ki sahicilik, çoğu eserde yama gibi duran bilgilerden kendisini hemen ayırıyordu. Eser, güldeki kokuyu andırıyor, hissettiriyor fakat hiçbir zaman onu elle tutturmuyordu. Kitabı ilk okuduğumda bambaşka bir atmosfere girmiştim. Doğunun zenginliğini, çeşitliliğini, bilgeliğini yaşayıp, o sırlarla dolu atmosferini teneffüs ettim..
Çeyrek asırdır bu topraklarda yetişen yazarlar arasında işte bu bizim romanımız diyebileceğim bir eseri alıp okumadım. Bu durum ister istemez Yunusun, Mevlananın, Fuzulinin, Bakinin toprağı nasıl da çoraklaşmış dedirttiriyor insana . Üzülüyor, kahroluyorsunuz.. Nihayetinde Babilde Ölüm, İstanbulda Aşk 2003 yılında okuyucularıyla buluşmaya başladığında benim de bir okursever olarak tepkim: özü milli, lezzeti beynelmilel; sanatı asaletiyle donanmış, ne eksiği, ne fazlası var; duyguyla, dikkatle dokunmuş güzel bir eser demiştim. Belki bu ifadelerim çoğuna abartı gelecektir ama bana göre eserin gerek dili, gerek anlatımı ve tasvirleri beni böyle düşündürmüştü.
Aşk deyince dünyada akla gelen birkaç isimden biri hiç şüphesiz Fuzulidir; o aynı zamanda Divan edebiyatının başmimarlarındandır.
Bende Mecnundan füzun aşıklık istidadı var
Aşıkı sadık benim Mecnunun ancak adı var.
Elbette Mecnunun aşkını yazabilmek için onu ihata edebilmek gerekir. Böyle bir romanda okuyucuyu Fuzuli ile karşılaştırmaktan daha isabetli ne olabilir?
Eserini aklına ve bilgisine güvenip yazsaydı, belki şurası eksik kalmış diyebilirdim; ama o romanına duygularıyla yaşadığı hisleri yerleştirmiş; ilk sayfasından son sayfasına kadar aynı canlılık ve aynı sıcaklıkla çarpan bir yürek gibi tatlı bir ritm ile okumaya ara vermek istemiyorsunuz. Herhalde bu kocaman yüreğin ana damarı şu cümlelerde atıyordu:
Ben Mecnun, efendim Hilleli Mehmet Fuzulinin dizelerinde yaşayan köle Çilek idim kazanlara attılar, kâğıt diye pazarlarda sattılar. Hücrelerim iki tomarı doldurmuştu; Bağdat çarşısında iki koyuna takas edildim ve kendimi Hilleli lirik şairin kulu bildim. Onun evinde aşkı tanıdım, sonra acıya ulaştım, aşk mektebinde yıllar yılı Leylayı çalıştım. Yazıldım kitap oldum, dile geldim, söyledim hitap oldum. Ben Kays!.. O muhteşem köle Ve sultanım Leylaaaa!
Beri taraftan Süryani kütüphanecinin; Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır, ona sahip olan dünyaya sahip olur. sözü kitap boyunca bizi alıp götürüyor. Bu sözler romanda oluşan esrarlı atmosferi daha da renkli hale getiriyor; Mecnunun feryatlarını takip ederken bize yüreğimizin varlığını hissettiriyor; her sayfasında aşkı görüyor ve yaşıyoruz; onun bize ekmek kadar, su kadar gerekli olduğunu idrak ediyoruz. Bu kitap hararetli bir avuçla sıkılsa aşk damlar; bu damlalarda da biz hayatımızın derinliğini, köklü heyecanlarımızın kaynağını buluruz diye ümit ediyorum.
Evet, bir kâğıdın oluşumuyla başlıyor her şey; kazanlarda kaynayıp darbelerle gün ışığına çıkan kâğıdın en büyük ümidi ve duası, bağrına Leyla yazılmasıydı.
Duası fazlasıyla kabul oldu ki Leylayı Fuzuli yazdı. Onun gördüğü Leylayı Mecnundan başka hangi göz görebilir, onun gibi kim ifade edebilirdi; zira onun duyguları kartal kanatlıydı.
Yedi sırrı bilecek kadar da idrak sahibiydi. Fuzuli kâğıdın üzerine Leyla ile Mecnunun aşkını yazmaya başlayınca bir çilekten kâğıt oluncaya kadar çektiği bütün acıları unuttu
Pala, sonrasına yine aşk ve sır dedi. Ama İstanbulda Aşkı yazarak sırrını da ele verdi. Böylece bize aşkın sırrı olmaz demeye getirdi. Olsun, onu bakan göz görür, duyan kulak işitir; çünkü o yüzlerde ızdıraptır; tavırda elemdir; gök kubbede feryattır; öyle bir feryattır ki bazen Mecnununki gibi ufukları hallaç pamuğu gibi atar, çağlar boyunca yankılar
Öyle değil mi?
Kalın sağlıcakla