10.12.2008 18:58:45
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
ARZIN MERKEZİNE SEYAHAT
Dünya’daki her 4 kişiden biri Çinli… Yani okeye döndüğünden kuşkulandığınız oyuncunun gözlerindeki sinsi bakış genetik olabilir. Ayrıca kullandığınız okey takımı ve oturduğunuz plastik sandalye ve masadaki örtü de muhtemelen o bakışlara sahip diğer 1,5 milyar insanın ortak emeğinin bir sonucu…
Çin malı ürünlerin Global ekonomideki oranı da kabaca ¼ düzeyinde seyretmektedir. Her arz kendi talebini doğurur mu bilinmez ama bu noktada Çin’in arzı, diğer arzların ölü doğmasına neden oluyor diyebiliriz.
Hikâyeyi kısaca özetlersek; Komünizmden doğan ortak üretim kültürüne sahip kalabalık bir toplum, bir sabah uyanıp kendisini “kapitalizmin seri üretim çılgınlığı” içinde buluyor. Ve üretmeye başlıyor. Fakat bu sefer gerektiği kadar değil üretebildiği kadar…
Aynen kanserli bir hücrenin, içinde bulunduğu vücudu yok etme pahasına büyümeye devam etmesi gibi Çin de her sene %10 gibi bir oranda gelişiyor. Sosyal güvenliğin olmadığı, maaşların birçok yerde nakdi değil ayni olarak yani yiyecek şeklinde ödendiği bu; “üretim araçları sahipleri cennetinin” kısa sürede ulus aşırı dev firmaların kalbini (varsa tabi?) kazanması pek şaşırtıcı olmasa gerek.
Üretimin, güneşin doğduğu yere kaymasıyla (maalesef temiz enerji kullanımı için değil) Amerika ve Avrupa’daki fabrikalar üçer beşer kapatılmakta... Ama üzülmeyin! Tanrıya şükür ki hala satın alınabilinecek kadar ucuz Çin Malları var.
Hatta satın almanıza bile gerek yok. Çocuğunuzun çok sevdiği animasyon filmindeki karakterlerin plastikten yapılmış oyuncak figürleri yediğiniz hamburgerin yanında bedava veriliyor. Ancak oyuncağı çocuğunuza vermeden önce yıkamanızı tavsiye ediyorum çünkü tamamen sağlıksız koşullarda çalışan ve muhtemelen tamamen sağlıklı olmayan bir Çinli çocuk tarafından üretilmiş olabilir.
2008 Olimpiyatları neden Çin’e verildi sanıyorsunuz? Biraz olsun çalışmayı durdurmaları için elbette! Çin 2 Trilyon Dolarlık Rezervi için bir madalya alır mı bilinmez ancak her kıtayı simgeleyen olimpiyat halkalarından Sarı olanının (Asya) diğer halkalara kapsama kümesi muamelesi yapacağı ve bundan sonraki tüm olimpiyatların Pekin’de yapılacağı korkusu herkesi sarmış bulunmakta.
|
|
03.03.2008 09:27:00
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Bizim Temel Birgün...
Pazartesiyi çarşambaya bağlayan akşam, yani salı akşamı başlamıştı herşey... Evlerinin önünde duran metruk bina yıkılmıştı. Gelecekte aynı akıbete uğrayacak halefinin yapımı için gereken temel çukuru kazılıyordu şimdi... Kulakları olmamasına rağmen “kepçe” adı uygun görülen kazı makinasının operatörü, çukur kazmak şeklinde özetlenebilecek karmaşık operasyonu hakkıyla icra etmişti bütün gün... Ve şimdi elektrik kesintisi nedeniyle çalışmalara ara verilmesinden faydalanarak uyukluyordu. Neredeyse tüm şehri etkileyen bir kesintiydi.
Bu sırada yarın sabaha kadar mesaisine ara veren adam inşaat manzaralı evine gelmiş ve sadece elektrik kesildiğinde görülen yıldızlara bakmak için balkona çıkmıştı. Durum hiç hoşuna gitmiyordu. Yeni bina tüm manzarasını kapatacaktı. O zaman elektrik kesilse bile yıldızları göremeyecekti. Gerçii o an bilmiyordu ama ironik bir şekilde inşaatı yaptıran adamın adı Murat Yıldız idi ve binasına kendi soyadını verecekti sanki bina, sevdiği kadının rahminden çıkmış gibi...
Dükkanına, şirketine, sahip olduğu taşınmaz mallarına kendisinin veya sevdiği birinin adını/soyadını veren insanlardan hoşlanmazdı. Mide bulandırıcı bir sahiplenme şekliydi bu... Hoş, bina sahibinden nefret etmesi için bunu bilmesine gerek yoktu. Zaten nefret ediyordu.
Birkaç dakika sonra ortalık kalabalıklaştı. Manzara Katili, son model arabasıyla inşaat alanına gelmişti ve inşaat şefiyle mühendise ne kadar anlayışsız ve öküz bir herif olduğunu anlatmakla meşguldü.
Binanın bulunduğu yerin yakınında 3 adet sokak lambası vardı. Dolayısıyla gece 10’a kadar sürmesi planlanan kazı için ekstra bir ışıklandırma gereği duyulmamıştı. Ama bu beklenmedik elektrik kesintisi işi bozmuştu. Aksi gibi kazı makinasının farları da çalışmıyordu.
Tartışma daha doğrusu iş adamının küfür resitali, inşaattaki herkesin kovulmasıyla sona erdi. Uykusundan kovularak uyandırılan kepçe operatörü; uyku mağduru ve mahmuru olsa da mağrur bir şekilde orayı terketti. Karşısındaki ağzı bozuk zavallının seviyesine inmedi. Sadece “Piçoğlupiç!” diye içinden geçirdi. Gerçi bu küfür mantık örgüsü bakımından pek sağlam değildi. Zira “Piç” babası belli olmayana denir. Fakat piç olan kişinin bir başka piçin çocuğu olduğunu biliyorsak aslında babası belli demektir. Her neyse...
Onca paraya rağmen istediğini, istediği gibi yaptıramayan iş adamı önünde duran çukura bakakaldı. Öyle öfkeliydi ki elektrik gelince ya da sabahın ilk ışıklarıyla işi kendisi bitirmeye karar verdi. Az önce yaktığı purosunu temel çukuruna attı. Ardından da purosunun üstüne düştü. İki gündür aralıklarla yağan yağmur nedeniyle balçıklaşmış zemin düşüşünü yavaşlatmıştı fakat kalkışını da zorlaştırıyordu. O sırada bir motor gürültüsü duydu. Yardım istemek için ağzını açmıştı ki tonlarca ağırlıktaki kepçe onu çamurun derinliklerine batırdı. Birkaç saniye sonra çırpınması durdu. Ama kepçe durmadı. Taa ki topraktan ayrıştırılamayacak bir hale gelene dek, çiğköfte misali adamı toprağa yoğurdu. Zifiri karanlıkta yaşananların tek şahidi yıldızlardı... |
|
21.02.2008 11:45:45
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
ABiDe-i Hürriyet
Kimi zaman dev bir dalga (Deep İmpact, The Day After Tomorrow) bazen kızgın, dev bir yaratık (Moster isimli yeni film) tarafından yerlebir edilen o meşhur heykelden bahsetmek istiyorum. Belki sizin hatırladığınız başka filmler de vardır, yüzünde hiçbir kızgınlık ifadesi olmayan yeşil devimizin benzer bir akıbete uğradığı...
Tabii farklı şekilde kullanıldığı bir örnek de var: Hayalet Avcıları 2 filminde, yerinden kalkmış ve New(arne)york sokaklarından geçerek, kötü bir hayalet tarafından kontrol edilen sanat müzesine girişmişti.
X-Men serisinin ilk filminde bu sefer taraf değiştirmiş ve kötü adamın yarattığı mutasyon makinesine platform olmuştu. Yanlış hatırlamıyorsam bir Batman filminde de kullanılmıştı.
Bunlar benim hatırladıklarım. Çoğu yeni olan filmler. Her neyse... Amerikan film endüstrisinde Özgürlük Heykeli’nin rolü üzerine bir zevzekleme yapmayacağım merak etmeyin. Ya da Amerikan halkı üzerinde sürekli bir korku atmosferi yaratmak isteyen yönetimin, Hollywood ile işbirliğine girerek “Özgürlüğünüz Tehdit Altında” şeklindeki gizli mesajı beyinlere enjekte etmek için özgürlüğün en bilinen simgesini kullanması şeklindeki komplo teorisinden de bahsetmeyeceğim.
Ben, adını “Özgürlük” kavramından alan bir heykel olamayacağından bahsedeceğim. Zira bütün gün orda öylece dikiliyor. Üzerinde bulunduğu “Liberty” adasına -ki o da adını “özgürlük”ten almıştır ve dolayısıyla ada ve heykel kardeştirler ama ada, sürekli kardeşinin eteğinin altına bakmaktadır- mıhlanmıştır ve birgün o ıssız adadan kurtarılmayı beklemektedir.
Nasıl ki sevginin resmi yapılamazsa, özgürlüğün de heykeli olmaz. İstediği şeyi seçmek ve seçtiği şeyi yapabilmek ise hürriyet; o zavallı kaya parçasına hapsolmuş, sürekli hırpalanan, acı çeken, yalnızlığa mahkum bir heykel, olsa olsa insanlığın ortak acılarının simgesi olabilir. Ki zaten öyle değil mi?
Ek bilgi: Olimpiyat ateşini yakan ilk kadın atlet 1968 Meksika olimpiyattında yarışan Norma Enriqueta Basilio dur. Kafasında defne yaprağından tacı, elinde meşalesi ile Özgürlük Heykeli’nden tek eksiği sol elindeki Bağımsızlık Bildirgesi dir. Villa Zapata!
|
|
12.01.2008 23:13:30
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Tatlı Su Sincabı veya Ömerkrafting
Aman Diyim!
Arkadaşım bir espri yaptı: “Biz tanrıya inanan insanlar; şaşırtıcı, görkemli -ne biliyim- inanılmaz, vesair bir şey gördüğümüzde “Aman Tanrım!” deriz ya... Peki herşeyin yani tüm varoluşun tesadüfen olduğunu idda edenler ne der? “Aman Ne Tesadüf!” mü?
Güzel bir hamleydi. Elbette ki arkasına “gerçeğin ışığını” alan bir kişi olarak göz kamaştırıcı bir şekilde karşılık vermeliydim. Gelişine vurdum:
“ Bizim gibiler şaşırtıcı,görkemli –ne bilirsin ki-ilginç vesair bir şey gördüğünde histerik reaksiyonlar vermez. Dolayısıyla “Amaaan maymunlarla aynı atadan evrimleştiğimizi kanıtlayan bir diğer fosil.” der geçeriz mesela... Ayrıca biz asla “inanılmaz” şeyler görmeyiz. Zira bizim için “inanmak” değil, bilmek ve anlamak vardır.”
Diyet Kola
Yukarıda “arkadaşım” olarak lanse edilen zât, kilo problemi olduğu günlerden birinde bakkala giden ve “Bişey isteyen varsa ya şimdi konuşsun ya da sonsuza kadar bekleyip dursun bakkal amcanın gelip “Bişey lazım mıydı?” diye sormasını!” diyen ben denize “Diyet Kola alsana! buyurdu.
Kendi başıma buyruk biri olmama rağmen onun buyruğunu da “başüstüne” almakta bir sakınca görmedim. Alışverişimi yaptıktan ve apartumanın kapısına apar-tupar geldikten sonra öteberinin olduğu poşeti sağ elime aldım ve sol kolumu, giydiğim kazağın kol kısmından çıkartıp sırtıma doğru kıvırarak kendime “çolak” süsü verdim.
Kilidini açtığım kapıyı omzumla ittirerek içeri girdim. Mutfakta oluşuna şaşırmadığım arkadaşımın yanına gidip poşetteki diyet kolayı çıkardım ve “Al! İşte kolan! Al diyetini!” dedim. Bu sırada içinde kol olmayan kazağın “yen” kısmı sallanıyordu.
Ömer Seyfettin hikayelerine atıfta bulunmayı sevdiğimi bildiğinden olsa gerek gülüşünde hiçbir şaşkınlık belirtisi yoktu.
Ve böylece kolun diyetiyle, diyet kolanın yarattığı çağrışıma borcumuzu ödedik.
Not: Yen; “Japon para birimi” “galibiyet emri” ve “başkalarına yemek olma temennisi” gibi anlamlarının yanında, giysilerin kol kısmına verilen addır da... Hani “Kol kırılır, yen içinde kalır.” lafında kullanıldığı anlamıyla...
Kızma Kız
- Çok ilginç bir insansın!
... dedi. Hem de bana! Diğer onlarcası gibi... Ben de “Bari bu seferkine kendi sözlerinin içerdiği anlamı açıklayayım.” dedim ve açıkladım:
-Yani diyorsun ki; “Arada bir (yani çok sık değil) arkadaş grubu olarak bir yerde buluştuğumuzda orda olup ilginç şeyler yapmanı isterim. Ama çok da ilginç şeyler değil... Rezil olmak istemem. Ayrıca seninle yatmayacağım ve çocuklarımın babası da olamayacaksın.”
Kız bu söylediklerime kızdı. Ben de ona “Kızma kız!” dedim. O, kızmaya devam etti. Ben de 2 kelimeden oluşan cümlemi yanlış anladığını düşünerek kelimelerin yerini değiştirdim. “Kız, kızma!” Sanırım bi “kız” bi “kızma” dememe iyice sinirlendi ve “Salak şey!” dedi.
Sanırım aynı anda hem ilginç hem de salak olan şeyleri sevmiyordu.
Tatlı Su Sincabı
John F. Kennedy 22 Kasım 1963’te öldürüldü. İki yıl önce 1961’de halka hitaben yaptığı konuşmasında 1970 yılından önce Ay’a gideceklerini söylemişti. Suikastten sonra gaza gelen ve bu sözü bir vasiyet olarak kabul eden Amerikalı yetkililer (yani demokratik yollarla seçilen sıradan Amerikalılar) çok çalışıp 20 Temmuz 1969’da başarıya ulaştılar.
Amerikalılar için küçük bir adım ama Sovyetler’in poposu için kocaman bir tekme olan bu tarihi olay kabaca böyle... yoksa değil mi?
İsterseniz Kennedy suikastine geri dönelim. Lee Harvey Oswald isimli şahıs yakalanıp, adil bir yargılama ertesinde suikast sonucu öldürüldükten sonra ortaya 2. tetikçi iddaları atıldı.
Peki neredeydi bu tetikçi? Ya da şöyle soralım; Ay’a henüz gidilmediği için peynirden yapıldığı yolundaki eski ekole hâlâ sadakatle bağlı olan insanlar, bu inançlarını korumak uğruna ne kadar ileri gidebilirler? Evet! Evet! böyle sorunca daha komik oluyor. Sevdim bunu...
Benim fikrim şu: Bildiğiniz gibi Amerikan Gizli servisi (sıradan ve gizli Amerikalılardan oluşan) yıllar yılı Küba lideri Fidel Castrol’ü devirmeye çalışır durur. Sürekli çalışıp-durmasına rağmen bir temassızlık olabileceğinden şüphelenmeyen gizli servisçiler kısadevre yapadursunlar, Küba Lideri Field Cast-role en iyi yoldaşlardan oluşan ekibiyle, karşı saldırısını planlar ve uygular. Hedef Kennedy dir. Ama kendi elini kirletmek istemeyen Pis-el (Kir)Pastıro maşa olarak NAŞA’yı kullanır. Cape Canaveral’daki casusları, Ay’ın peynirden yapıldığına inanan yarım akıllı bir tarikat üyesini, henüz deneme aşamasındaki roketlerden birine bağlayıp, uydumuza gönderir. Yanına çoook uzak menzilli bir lazer silahı (Ki silah Rus yapımıdır ne hikmetse) ve bir de doğru zamanda ateş etmesi için saat vermiştir.
Olay günü Aydede’deki suikastçi işini bitirir. Kutlama yapmaya karar verip uydudan bir lokma almak için kafasındaki fanusu çıkartıca ölür. Neil Armstrong yıllar sonra oradan geçerken suikastçinin ezan okuyan saatini duyar….
Not: Saat bir radyo vericisidir ve astronot kaskındaki telsiz frekansına ayarlıdır. Biz de biliyoz Ay’da atmosfer olmadığı için ses dalgalarının yayılmadığını. Ve saat güneş ışığıyla çalışıyor. Hah hayt onu da düşündüm. Yürrüüüü!
The Damalı Bayrak
Son dakika Notu: İnanmayacağınızı biliyorum. Zaten öyle olmasını isterim. İnanmak da neymiş? Her neyse… Bu yazının başlığını yani Tatlı Su Sincabı veya Hoverkrafting’i yazarken aklımda Kennedy yoktu. Aslında yazacağım konuların neler olacağı hakkında hiçbirşey yoktu. Yazılarımı gerçek zamanlı yazdığım için neden bahsettiğimi bilmeme rağmen, nelerden bahsedeceğimi bilmem. Well hasılı başladım yazmaya... ezberimde olmadığından Kennedy suikastı ve Ay’a iniş tarihi gibi şeylere bakmak için kütüphanedeki Ana Britannica’nın 10. ve 18. ciltlerini çıkardım. (İnternet’e komşumun keyfi üzerinden bağlanıyorum, wireless ve ücretless olaraktan.Yoksa internetten bakardım tabi..) Kennedy maddesi 10’da idi. 168. sayfada Kennedy’nin fotoğrafı vardı. Ve ben bir önceki sayfayı yanlışlıkla çevirdim. Tahmin edin ne vardı?
“Kemiriciler” maddesi ile ilgili olarak bir sincap resmi!
Başlıkta “sincap” var. İlk konu “tesadüfler” ve son konu “Kennedy”... Bilgi için bakılan kaynakta Kennedy maddesinin arkasında sincap resmi var tesadüfen... Sırf bu seferlik “Aman tanrım” demek serbest! Hadi bakalım keratalar!
Not 2: Eminim içinizden bazıları konu bulmak için ansiklopediyi karıştırırken Kennedy ve Sincap resimlerini gördüğüme ve tüm bunları önceden kurguladığıma inanacaktır. Şimdi “inanç” olgusunu neden salakça bulduğumu anlıyor musunuz? |
|
23.12.2007 00:18:54
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Çeşitlemeler
Merhaba! Bu sefer bizzat kendimin merak ettiği bir konu hakkında soracağım bir soru olacak. Konu Türk/Osmanlı Minyatür Sanatı...
Bilindiği üzere perspektif kullanılmadan, tuvalden ziyade duvar seramiği olarak yapılan bir resim türüdür Minyatür.
Merak ettiğim şey ise bu türün ilk örnekleriyle son örnekleri (Osmanlı İmparatoluğu’nun sonuna kadar aldım söz konusu “sonu”) yanyana koyulduğunda insan figürlerindeki fizyolojik değişim ne yönde olduğu...
Zira Anadolu’ya ulaşan ilk Türk kavimlerin oldukça çekik (Çekik Chan de denir) gözlü olduğu bilinen bir gerçektir. Zamanla gerek o toprakların insanlarıyla gerekse yeni ele geçirilen yerdekilerle girilen münasebetler (Ne münasebeti olduğunu söylemeyeceğim. Ne münasebet!) neticesinde genetik çeşitlilik artmış olmalı. Elbette bu da insanların fizyolojisine ve oradan da sanata yansımıştır. Mümkünse benim yerime bir araştırma yapıp sonucu bana iletin... Gebertirim! Yani iletmezseniz.
Yeni konumuz bir evlilik eleştirisi olarak Yüzüklerin efendisi filmi... Nedendir bilinmez filmin soundtrackinde Burning Ring Of Fire şarkısı bulunmuyor. Fakat bu pek birşeyi değiştirmez. Çünkü filmin konusu her ne kadar 1.ve 2. Dünya Savaş’ından alınmış gibi görünse de dikkatli bakılınca; aslında merkezde ki “evlilik” olgusu göze çarpıyor. Yüzük, gerçekte, bunu simgeliyor.
Ancak onu yaratan aşk ateşine atılınca yok olan bir yüzük bu, dikkatinizi çekerim. Ve yine dikkatinizi çekerim ki kötü büyücü Saruman evliliğe, Ork’lar kötü evlatlara, büyük kırmızı göz (adını unuttum) söz konusu evlilik kurumunu koruyan Devlete tekabul ediyor. İyilerin tarafında ise Gandalf tek gecelik ilişkilerle özdeşleştiriliyor. Yoksa neden gözleri açık uyusun ki? Elf’ler çocuk yerine bakılan evcil kedilere, Dwarf’lar da yine evcil hayvanlardan köpeklere denk düşüyor. Hobbitler ise boylarından ötürü ancak doğum kontrol hapı olabiliyorlar. Zaten yüzüğü onlardan birinin yok etmesi de öykü yazarı tarafından başarıyla ortaya konulmuş bir gönderme... Ve son olarak yine dikkatinizi çekerim ki buraya parketmeyesiniz dikkatinizi bir daha!
Filmin sonunda verilen mesaj ile insanlığın ancak evlilik kurumundan kurtulmasıyla gezegenin gerçek başat türü olabileceğinin altı çiziliyor.
Not: Ork’lar ayrıyetten Fenerbahçe taraftarlarını simgeliyor.
Son konumuz ise aynı anda aynı şeyi söylememizin neden hoşumuza gittiği ve bizi güldürdüğü olgusu... İsterseniz (işin gerçeği isteseniz de istemeseniz de) bir an için kendimizi öyle bir andaymış moduna sokalım... Örneğimizi biraz daha ayrıntılı hale getirelim. Mesela topluluk halindeyiz. Polis gelip bizi dağıtmadan önce edebildiğimiz kadar sohbet etmeye çalışıyoruz. İçimizden biri ortaya bir soru soruyor.
Örneğin “En sevdiğiniz film nedir?” diye. Ve iki kişi aynı anda soruyu üstüne alınıp (bu arada sorunun iki kişilik olduğunu da anlıyoruz) aynı anda, aynı cevabı veriyor.
- En sevdiğiniz film ne?
- King Kong!
- King Kong!
- Polis geliyoooo kaçıın!
Gördüğünüz gibi olayın iki tarafı var. İlki iki kişinin “aynı cevabı” vermesi, yani aynı zevke sahip olması. Bu, elbette hoşumuza gider. Özellikle de bizimle aynı cevabı veren kişi hoşumuza gidiyorsa...
İkinci kısmı ise söz konusu cevabı “aynı anda” vermemiz. Bu ise çok daha derin kısım. Zira işin içine, insanlık olarak geçirdiğimiz tüm evrimsel gelişim süreci giriyor. Her ne kadar insan olmak “BEN” demekle başlamışsa da hayatta kalmak için diğerlerine olan bağlılığımız (beslenmek ve güvenlik gibi ihtiyaçlardan doğan) ve varoluş karşısında önemsiz/küçük kalışımızdan korkup bizden daha büyük bir “şeyin” parçası olma isteğimiz “BİZ” kavramını, BENliğimize, kopması neredeyse imkansız şekilde bağlıyor.
İşte bu iki nedenden dolayı aynı anda aynı şeyi söylememiz bizi gülümsetip, anlık mutluluk kıvılcımına sebep veriyor.
Bir Çeşitlemeler’in daha sonuna geldik. Her ne kadar sonu başı bir olsa da...
The End
Not: Bence “The End” lafı sağ tarafa dayalı yazılmalı. Gerek kitapların gerekse filmlerin sonundaki... Her ne kadar artık filmlerin sonunda pek yazmasa da. Çünkü soldan sağa doğru yazılır ve bir yazının ulaşacağı “son” nokta (yeni bir satırdan, paragraftan veya yeni bir kitaptan önceki son nokta elbette...) söz konusu satırın en sağda kalan kısmıdır. Yanılıyorsam düzeltin. Bi de özür dileyin hazır düzeltmişken. Eeee ne demişler “Düzeltme ve Özür”... Tabii şimdi bana da yazıyı oraya ulaşana dek sürdürmek düşerrrrr.
“-şerrrr”imden korkun. Heheheheh! Dur bidakka! Ayyyy! Yine satır sonunu kaçırdım yanlışlıkla. Neyse... Bi daha deneyeyim. Bu sefer öyle bir cümle kuracağım ki tam bitmesi gereken yerde bitecek ve öyle gereksiz kelime uzatma oyunlarına... Eee şey... Gerek kalmayacak işte! Biliyorum, biliyorum! Zaten “gereksiz” olduklarını söylediğim için biraz anlatım bozukluğu oldu. Öfffff... Ne yazayım ki şimdi? Hayır yani istemesem tam istediğim yerde biter ama isteyince istemediğim yerde bitiyor. Aynen kel birinin vücudundaki kıllar gibi... Bu cümle de olmadı. Niye olmuyor acaba? Yoksa içten içe bitmesini istemediğim için mi? Yok yani siz istemiyorsunuz o kesin de... Belki ben de istemiyorumdur. Aynı anda, aynı şeyi istemeyen, minyatür bir evdeki, evli çiftler gibi olduğumuz söylenebilir di mi? |
|
09.12.2007 19:00:16
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
KARASES
Müzik eşliğinde birbirine eşlik eden yaşlı çift, dans ederek yoldan geçiyordu. Ekose ceketli kadın da –ki aslında sigara tiryakisiydi- bu mutlu günümüzde efkârlanmadığı için olsa gerek sigara içmeksizin oradan geçti. Onları bekleyen esas kız tam bu sırada ağzında düdükle, neşeyle kapıdan çıktı. Neşe içinde düdüğe üfledi ve düdüğün ağzından fırlaması, onu daha da neşelendirdi. Neşesinde, kepekten eser yoktu.
Sonra kapıcı geldi. Açıp kapamakla yükümlü olduğu kapı açık olduğundan iş yükü hafiflemişti. Ağırlığı dengelemek için yanında taşıdığı sepet ve içindeki öteberi ile az öteden beri yaptığı şekilde dans ederek ve reveranslarla binadan içeri girdi.
Herşey öyle ahenkliydi ki... Reklam arası vermek gerek diye düşündüm ve işyerimin kapısını işgal eden bu güruhu yararak içeri girmeye çalıştım. Girişim reddedilmişti. İngilizce söylersek “Access Denied” ... Oysa Akses’in hep kazandırması gerekirdi. Öyle anlaşmıştık...
Birkaç hafta önce yolun karşısına geçmeye çalışan ama başaramayan bir cüce görmüştüm. Komiğime gitmişti... Şimdi kendimi onun yerinde buldum. Artık o cüce gibi DEV’e dönüşmem için gereken FİNANSmanı arıyorum, banka banka... Bulduğumda kendime ÖZGÜ yöntemlerle onlara NEMAL olduklarını göstereceğim!
Çekim Notları: Set ekibinden birinin doberman marka köpeği, yönetmenin önüne, koca bir klaket dolusu dışkı bıraktı.
Çekim Notları II: İlki çok tutan “Çekim Notları” nın bu ikinci bölümünde fon müziğinden bahsedeceğiz: “Car Washers”
Hayatın bir ritmi olduğu söylenir. Sözkonusu ritmi, araba yıkayıcılarından bahseden bir şarkı vasıtasıyla(!) simule etmek oldukça cilalı... Di mi İbo?
- Bence BeMeCe!
- Bemece gibi konuşmayı bırak!
- Şappi!
- Daha iyi...
End Of Commercial.. |
|
26.06.2007 17:37:12
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Yanlış Adamın Üç Ytl’sini Aldılar! (İntikamsal) Günün tüm yorgunluğu ve ben sonunda evimize ulaşmıştık. Kapıyı açıp içeri girdik ve ertesi sabah kapıyı açıp çıkabilmek için kapıyı kapattık. Yarına kadar kapıyla ilgili yapılması gerekenlerin bittiğini düşünerek, şort-tişört kardeşlerle olan buluşmama geç kalmamak için pantolonumun kemerini hâlâ antredeyken çözmeye başlamıştım ki kapı çaldı...
Kemeri, adeta avını sıkan bir anakonda gibi tekrardan belime dolarken; kapıyı çalanın lezzetli bir fare olması halinde pantolonumun düşebileceği şeklindeki gerçek üstü düşüncelerimi ve bu saatte kapımın çalınması nedeniyle hissettiğim kızgınlığı dizginlemeye çalışıyordum.
Gözetleme deliğinden, benim verdiğim isimle “Kapıs-kop”tan dışarıya baktım. Zarif bir genç kız vardı. Bu, kapıyı açmam için yeter hatta artar bir sebepti. Artan kısmıyla yapacaklarımı sonraya bırakıp kapıyı açtım.
Hani “Solum süründürür, sağım öldürür.” diye bir boks değişi vardır ya... İşte kapının sağ tarafında sotelenmiş erkek arkadaşını görünce içimde bir şeyler öldü.
Benden iki-üç yaş küçük olduklarını tahmin ettiğim gençler ellerinde birkaç kitap tutuyorlardı. Erkek olan (Fantasy-Killer) bana bir dergi uzattı. Hani şu aslında kitap olan ama dergi adıyla lanse edilenlerden... Bana uzanan bu dost elini (kitap en iyi dosttur) kırıp, fazla uzatmadan “Almıyim!” dedim. O anda, bir kapıdan-pazarlamacı edasıyla başka opsiyonlarım olduğunu anlatmaya koyuldu yine erkek ve geveze olan. (Aynı zamanda Fantasy-Killer) Milli Mücadele/Atatürkçü Düşünce Derneği olarak Cumartesi günü Sessiz Yürüyüş yapacaklarından, PKK ve Dinci tehdide karşı yapılması gerekenlerden bahseden “brain washing”, neyse ki kısa programa ayarlanmıştı da çabuk bitti.
Yazarın Notu: Bu göndermeyi çamaşır makinesi kullanmayanlara izah edin.
Çıkarlarını sırasıyla: Allah denen hayali varlığa tapmakta, yaşadıkları topraklarda özerk bir devlet kurmakta ve Atatürk’ün hayatını ezberlemekte bulan bu üç grubun girdikleri çıkar çatışmasında taraf olmadığım için kızın elindeki kitaplara bakıyormuş gibi yapıp, giydiği çiçek desenli, krem rengi bluzün ne denli gereksiz olduğu konusuna odaklanmıştım.
Well hasılı sıra gönlümden bir şeyler koparmam gereken safhaya gelmişti. O an kızın gözlerine bakıp gönlümden geçenleri söylesem mi diye düşündüm, itiraf etmeliyim...
-“Bırak bu saçmalıkları! Hayatını böylesine boş mücadelelerle harcama. Zira hayat bir mücadele değildir. Ne ki sen mücadele etmeyi bırakana dek! İzin ver sana hayatın ve varoluşun ne denli büyüleyici olduğunu göstereyim. Üstelik sadece “gerçekleri” kullanarak! Kiss me Kate!”
Ama hava o gün çok sıcaktı. Bütün gün bu sıcakta dolaşıp, millete doğru/yanlış bildiklerini anlatan bu gençlere acıdım. Özellikle de kıza... Böylece elimi cebime attım. Üç YTL çıktı şanssızlığıma. Ben de geri koymaya utanıp hepsini erkek olana verdim. Zira bu işlerde parayı erkeğe verirsin. Değil mi?
Teşekkür ettiler. Ve erkek olan arkasını dönüp giderken kız tekrardan dönüp gülümsedi ve 2. kez teşekkür etti. Bu bir Amerikan sit-com’u olsaydı “I knew it!” derdim ve kahkaha efekti duyulurdu. Kahkaha efekti duymak istiyor olmalıymışım arkalarından “Umarım mücadelenizde başarılı olursunuz. O kadar para verdik. Yanmasın...” diye seslendim. O sırada apartmanın ışığı söndü ve esprim karanlıkta kayboldu.
Kemerim ve ben yine baş başa kalmıştık. “Anlaşılan bu gece de seni hediye paketi edasıyla çözemeyeceğim.” dedim. Dediğimle de kaldım.
Not: Bu hikaye yaz-kış demeden; gerek seçim, gerek siyasi propaganda, gerek kapıdan satış ve elbette ki direktman dilencilik için paspaslarımızı aşındıran, kapı zillerimizi eskiten, bozukluklarımızı gasp eden, çiçek desenli-krem rengi bluz giyen kızlara ithaf edilmiştir. Seviyorum ulan!
The ENDİ-POLL
|
|
08.04.2007 23:46:41
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
TANRILARIN BAL ARILARI
Birkaç gündür gündemimizi meşgul eden toplu arı ölümlerinden bahsedeceğim. Bildiğiniz gibi normal şartlarda, adında "BAL" olan ve toplu halde ölü bulunan canlılar denince aklımıza "BALİNALAR" gelir. Fakat artık şartlar normal değil ve bu nedenle "bal arıları" denen canlıları da listeye eklememiz gerekiyor. Herşeyin sorumlusu ve bütün kötülüklerin anası olan Küresel ısınma Ve İklim Değişikliği burada da karşımıza çıkıyor. Çünkü ölümlerin ardında mevsimsel düzenlilikteki sapmalar var. İsterseniz öncelikle olması gerekenden yani "normal" durumdan bahsedelim. Arılar polen taşıyarak bitkilerin tozlaşmasını sağlayan en önemli türdür. Elbette kelebekler de buna katkıda bulunur. Ama ömürleri kısa ve aşırı narin oldukları için arılar kadar verimli değillerdir. Bu nedenle genelde kolleksiyon amaçlı kullanılırlar.
Söz konusu böcekler genelde 1 yıl yaşar. Bunun tek istisnası Kraliçe Arı'dır. Her kolonide bir tane bulunur. Eğer o seneki yavrular içinden başka dişi arılar çıkmışsa koloniden kovulurlar. Kovulan Prenses arılar, kraliçe olabilmek için 10 kadar erkek arıyla çiftleşir ve uygun bir yer bulup kendi krallığını daha doğrusu kraliçeliğini ilan eder. İnsanlarda durum farklıdır. Evden ayrılan gençkızlar 10 veya daha fazla erkekle çiftleşip topluma MAL olurlar. Zira bizde monarşi yok, demokrasi var!
Yeni doğanlar (Yavrular) ve dolayısıyla bunların içindeki ihtiyaç olmayan yeni dişi arılar, bahar aylarında kozadan çıkarlar. Akabinde koloniden uzaklaştırılınca, bahar mevsiminin uygun şartlarında (sıcak hava, bol gıda) türün devamını sağlarlar. Eğer iklimdeki değişim ve kış mevsiminin kısa sürmesi nedeniyle bu işleyiş sekteye uğrarsa, türün devamlılığı tehlikeye girebilir. Çünkü baharın uzun sürmesi nedeniyle yeni koloniler bile aynı yıl içinde yavru verebilmektedir. Dolayısıyla o yuvalarda da gereksiz dişiler doğmaktadır. Bir süre sonra etraf çiftleşecek 10 erkek arı arayan, evden kaçmış ve kraliçe olma meraklısı yeni yetmelerle dolmaktadır.
Yeterli miktarda erkek olmadığı için (yine insanların aksine) işçi arıları ayartan kraliçe adayları yüzünden hayati öneme sahip BAL üretimi azalmaktadır. Uygun hava nedeniyle doğan yavrular aç kalmakta ve toplu ölümler bu şekilde gerçekleşmektedir.
Toparlarsak: Kış ayında baharı yaşamamız nedeniyle gereğinden fazla yeni koloni ve kraliçe adayı ortaya çıkmıştır. Bu duruma, erkek nüfusunun yetersizliği eklenince normalde işinde gücünde olması gereken işçi arılar ve hatta asker arılarda çiftleşme ritüeline(1) katılıp, görevlerini ihmal etmekte ve zina olarak tabir edeceğimiz işlere bulaşmaktadırlar. Elbette ki zinanın bu denli artması beraberinde Tanrısal Gazabı yani toplu ölümleri getirmektedir.
Çözüm: Cem Karaca'nın "İşçisin Sen İşçi Kal" gibi güzide sözleri olan şarkısı çayır, bağ, bahçe, tarla, orman gibi bitikilerin yetiştiği her yerde çalınabilir. Çiçeklerin üstüne mikro boyutta, anlamsız (anlamlı olanla aynı derecede zevk verse de) seksi kötüleyici afişler konabilir. Erkek arıların 10'arlı gruplar halinde dolaşması yasaklanabilir. Kraliçe arı olmak için gereken şartlar ağırlaştırılabilinir. Yeni koloni kurulacak yerler için ÇED raporu istenebilir. |
|
02.04.2007 00:37:35
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
DİNOZORLAR VE DİN
Öncelikle yazının başlığının neden “Din ve Dinozorlar” olmadığını açıklayayım. Çünkü kronolojik. Bu kısa açıklamadan sonra hala anlamayanlar için devam edelim...
%99’u Müslüman olan ve her bir Müslüman’ın %65’inin sudan oluştuğu bir toplumda yaşıyor ve inançsızlığım nedeniyle sudan çıkmış balığa benziyorum. Gerçii bunun burcumla da ilgisi olabilir. Yani balığa benzememin...
İslam Alemi dediğimizde aslında büyük miktarda sudan bahsettiğimiz gerçeği üzerinde düşünüyordum. Kim diyebilir “Sululuğun alemi yok!” diye. Özellikle de alemlere rahmet (yağmur?) olarak gönderilen bir dinden bahsediyorken... Rahmetli babam Hz. Muhammet’in 7 yaşındaki bir kız çocuğuyla evlendiğinden ilk kez bahsettiğinde, zihnime dolan sorular nedeniyle varoluşsal bir boğulma yaşadığımı söyleyebilirim. Nasıl mı kurtuldum? Aslında yüzmek gibi... Suyla mücadele etmeyi bıraktığın anda yüzmeye başlamışsın demektir. Dolayısıyla bu sorularla mücadele etmeyi bırakınca gerçek su yüzüne çıktı: Gerçek; özelde İslam’ın ve genel olarak “din” olgusunun, biz insanlarca kurgulandığı ve din konusunda sorulan bazı soruların aslında soru değil, dinin ne olduğunu ortaya koyan (soru şeklinde) cevaplar olduğuydu.
Şimdi sizlerle bu sorulardan birkaçını paylaşmak istiyorum.
Tanrısal bağlamda, herşeyi yapabilmek nedir? Herşeyi yapabilmek herhangi bir şey yapmayı anlamsız kılmaz mı? Özellikle de bizim içinde bulunduğumuz evren gibi bir şeyi?
Evren yaklaşık 10-15 milyar yaşında... Diyelim ki 12 milyar olsun. Bunu bir saat gibi düşünürsek ve 1 den 12 ye dek her milyar yılı yerine yerleştirirsek, bu evrensel saat içinde insanların varolduğu süre öyle kısa ve komik ki elmayı yemelerinden çok yemek için bu kadar beklemelerine kızmış olabilir mi?
Eğer tüm evren biz insanların “acaba zina yapacaklar mı?” diye test edilmesi için yaratıldıysa o zaman dinazorların anlamı neydi? Yoksa zaman geçirmek için mi (bir üstteki soru bağlamında) yaratıldılar? Aynı soruyu Evren’in inanılmaz büyüklüğü bağlamında (ve tabii bizim küçüklüğümüz) sorabiliriz.
Tüm hayvanlar aynı anda “OL!” komutuyla yaratıldıysa neden toprağın alt katmanlarında bazı hayvanların fosillerine rastlamıyoruz. Ve yine evrim diye birşey yoksa ve canlılar basitten karmaşığa evrilmediyse neden toprağın alt katmanlarına gidildikçe bulunan fosiller git gide ilkelleşiyor ve belli bir sınırdan sonra fosil bulunmuyor? Hepsi aynı anda yaratıldıysa neden doğada bizim beslediğimiz ineklerden yok?
Bizler cennetten kovulduysak ve kovulduğumuzda da şimdiki gibi gelişmişsek (mesela konuşup yazıyorsak) nasıl oldu da yazının keşfi diyince Sümer Çivi yazısından basetmek durumunda kalıyoruz?
Maymunlarla aynı atadan gelmediysek neden kuyruk sokumumuz var? Kuran’da dediği gibi mükemmel yaratıldıksak neden apandisitimiz ve hiç gerek olmayan azı (21 yaş) dişlerimiz var? Neden bebekler, sadece anneleri ağaçta yaşadığı ve daldan dala atladığı bir durumda işe yarayacak bir “tutunma refleksi” ile doğuyorlar?
Adem ve Havva’dan geldiksek ensest neden günah? Ne yani Adem ve Havva’nın çocukları (yani kardeşler) birbiriyle sex yaparak insanlığı çoğaltmadılar mı?
Neden 3 büyük din tam da çıkar çatışması içindeki 3 topluluğa ard arda geldi? Yani bu dinlerinYahudiler, Romalılar (hıristiyan) ve Müslümanlar’a gönderildiğine inanmak mı, yoksa bu üç farklı topluluğun, birliklerini sağlamak, diğer bir ifadeyle çıkar çatışması yaşadıkları diğer toplulukları “ötekileştirmek” için kendi toplumsal çıkarları adına, kendi özel dinlerini yarattıklarını çıkarsamak mı daha akılcı?
Mucizelerin artık olmayışı ile bilimsel düşüncenin gelişmesinin bu denli ard arda yaşanması birşeyleri ispatlamıyor mu? Dünya’da bu kadar çok sayıda din oluşunun, dinin ne olduğunu ispatlamasına benzer bir şekilde... Nasıl ki “DOĞRU (Hak?) DİL diye bişey yoksa ve dil ait olduğu toplumun kültürel ürünüyse, bir DOĞRU (HAK) DİN’in gerçek varlığından söz etmek abes değil mi?
Kuran’ın ilk ayetlerinden birinde (hangisi hatırlamıyor ve umursamıyorum) “Biz ki onların gözlerini bağladık..” şeklinde bir ifade var. Eminim bu tür ifadeler diğer birçok ayette de tekrarlanmıştır. Eğer günahkarların gözleri gerçekleri (inanç bağlamındaki gerçekleri) görmemeleri için bağlanmışsa (tanrı tarafından) onları nasıl suçlayabilirsiniz ki? Nasıl cezalandırabilirsiniz ki? Etken ve edilgen, bağımlı ve bağımsız değişken diye bir şey var. Kutsal metin böylesine temel mantık hatalarıyla doluyken hala “kutsal” kalabilir mi?
Biz insanlar için birşeyi değerli (ve hatta anlamlı) kılan nadir olması ve zor elde edilmesidir. O halde Cennet nasıl “Cennet” olabilir? Sonsuza kadar orada kalacaksak tüm o nimetlerden sıkılmamız ne kadar sürer ki? 100 yıl mı? Kolay elde edilmeleri, verdikleri hazzı azaltacaktır. İnsanlar depresyona girecektir. Cennet fikri (en az cehennem kadar) mantıksızdır. İnsan (diğer canlılar gibi) belli bir süre yaşayacak şekilde evrimleşmiştir, sonsuz yaşamı kaldıramaz.
Cennette günah olacak mı? Birine zarar verirsek ne olacak? Bir insanın sonsuza dek yakılması manyakça değil mi? Bu dünyada sex günahsa niye orada da değil? Penis aynı penis değil mi?
İncil İsa’ya gönderilen bir kitap değil. İsa’nın ölümünden sonra Havarilerce yazılmış ve dolayısıyle birçok versiyonu (sayıyla “n”) olan bir kitap. En iyi ifadeyle eski bir tarih/hikaye kitabı. Bu bilinen ve kabul edilen bir gerçekken İslamiyet’de İsa neden kitap gönderilen peygamber olarak geçiyor? Bu açık bir yanlış değil mi?
İnançlı Müslümanlar’a “İngiltere’de doğsaydın doğru din sence ne olurdu?” diye sorsak ne cevap verirler? Samimi bir cevap verebilirler mi?
Afrika’da yaşayan ve yüzüne konan sineği kovacak kadar bile gücü olmayan insanlardan da günde 5 vakit kıçlarını havaya dikmeleri bekleniyor mu? Ya da içmek için su bulamazlarken gusül abdesti almaları? Bi de o insanlar ne yaptılar ki onlarca, hatta yüzlerce nesildir aynı acılarla inançları test ediliyor? Bu tür aşırı durumlar için İslamiyet’in (ve diğer dinlerin) bir açıklama getirememesinin nedeni ne? Yoksa ortalama insanlar için dizayn edilmiş olmaları mı?
Eğer sadece tek doğru din varsa, diğerlerine inananların huzur bulamaması gerekmez mi? O halde neden buluyorlar? Yoksa zaten tüm dinler bu tür bir yapay huzur vermek için kurgulanmış, kültür ürünleri mi?
Kutuplardan, çöllere, yağmur ormanlarına dek dünyanın her yerine dağılmış insanlardan tek tip giyinmelerini istemek saçma değil mi? Bunu isteyen bir din nasıl “akıl dini” veya “evrensel din” olabilir?
Eğer İslamiyet kıyameye kadar bozulmayacaktıysa onca mehzebi neremize sokacağız? Bir tasavvuf düşüncesiyle, sıradan İslam arasındaki inanılmaz farka ne diyorsunuz, “Değişmedi işte!” diyenler? Ya da piyasada yüzlerce değişik meali olan, orjinalinin yazıldığı Arapça’nın bile bugünkü Arapça’dan oldukça farklı olduğu bir kitap, değişmemiş midir?
Bu ve bunlar gibi onlarcası daha... Sorulan ama cevaba ihtiyaç duyulmayan...
Yazının başına dönersek; Başlığın neden “Din ve Dinozorlar” olmadığını tekrar açıklayayım. Çünkü kronolojik. Bunca açıklamadan sonra hala anlamayanlar için artık yapacak bir şey yok. Bitirelim...
The End
|
|
03.01.2007 00:35:53
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Mostly Empty
Neden "Uzay Boşluğu" diyoruz? Boşu boşuna mı? Hayır! Öyle isimlendirilmesinin nedeni bunu hakketmesi... Evrendeki madde (ing. Matter) denen "şey" oldukça seyrelmiştir. Kısaca evrenimiz "Matter Fakir" dir.
Makro ölçekte sıkça verilen bir örneği hatırlayalım. Bizi kavuran Güneş yok olsa bunu 8 dakika gecikmeli (üstelik canlı yayın olsa bile) görebiliriz. İşte bu gerçek; uzaklıkların (nispeten birbirine yakın madde kümeleri arasındaki; yıldız-gezegen, galaksi kümeleri gibi) ne denli muazzam, dolayısıyla maddenin ne denli seyrek olduğunu bize gösterir. (Muhtemelen gecikmeli olarak)
Bir arada olan madde, yani mikro ölçekte de durum bundan farklı değildir. Örneğin bir atomu, futbol sahası kadar büyütelim. Onun büyük bölümünü oluşturan çekirdek bu sahanın ortasındaki bir avuç bezelyeye denk gelirdi. Onun etrafınde dönen elektronlar ise öyle küçüktür ki onlara her baktığımızda nazar değdiririz. Aslında küçük değillerdir. "Küçük" kelimesi onları tanımlamak için yetersizdir. Bildiğimiz anlamda "var" oldukları bile söylenemez. En ağır atomun ağırlığının 0,000 000 000 000 000 000 004 gram olduğunu söylersek, durum daha iyi anlaşılır. Bunların dışında dışında kalan yer (atom çekirdeği ve elektron arasındaki) boştur. Kısacası maç, boş trübünlere oynanmaktadır.
Bu bilgiye; evrenin genişlediği yani daha da seyreldiği bilgisini eklediğimizde varoluşun oldukça "inceltilmiş" olduğu sonucuna varırız.
Evren birgün inceldiği yerden kopar mı, bizler bir tür kozmik tiner (inceltici) bağımlısı mıyız bilmiyorum. Çünkü "ben" dediğim şey, böylesine sulandırılmışken (vücudumuzun % 65'i) bu tür konulara konsantre olamıyorum. |
|
30.12.2006 23:35:03
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
FİL (İng. Phil)
Bildiğiniz gibi karada yaşayan en büyük memeli karaya vurmuş bir mavi balinadır. Mavi balinadan daha uzun süre karada yaşayabilen hatta çoluk çocuğa karışabilen en büyük memeli ise FİL adındaki canlılardır. Neden hepsine aynı adı verdiğimiz ise (Dumbo hariç) muammadır. Zıplayamayan tek memeli olarak ünlenen bu hayvanların kulak ve burunları (hortumları) çok büyüktür. Acaba bunun nedeni zıplayamamaları mı? Ama öyle olsaydı (yani zıplayamamak kulak-burun uzatsa) tavşanların kulaklarının kısa olması gerekirdi.. Gerçii burunları minnacık. Belki de zıplamak tavşanlarda burnu küçültüyor ama kulakları etkilemiyordur. Burnu ve kulağı böylesine uzun fil gibi bir canlının, zıplarken onlara basma tehlikesi var. Yani bu kaabiliyetsizlik , evrimsel bir zorunluluk olabilir. Kendi kulaklarına basıp düşen bir köpek görmüştüm ben mesela... Ama evcil köpeklerin genleriyle oynadığımız için bu durumu evrimle açıklayamayız. Hem burnu ve kulağı uzun, eşek denen canlı iki örneğe de uymuyor. Belki de inatçı, zıplayan hayvanların tüm uzuvları uzuyordur. Uzun eşek diye bir oyun da var zaten. Ah bu evrim denen şeyi kavramak ne zor! Konuyu dağıtmayalım. Filler birçok özelliği bünyelerinde barındırır. Özellikle hafızaları çok güçlüdür. "Filler asla unutmaz!" derler. Hakkaten de bir Volkswagen'e nasıl bineceğini bir kere öğrendi mi... Farelerden korktuklarıysa tamamen uydurmadır. Korkmuyorlar, iğreniyorlar bi kere! İnsanlarla olan ilşikileri biraz karmaşıktır. Bizler, onların dişlerinden faydalanırız. Bu dişlerden; satranç takımı, biblo benzeri süs eşyaları gibi olmazsa olmaz ürünler yapılır. Takma diş yapımında kullanılmamalarıysa ironiktir. Söz konusu canlılarla ilgili en tuhaf fenomen ise insanların sarhoş olduklarında, bu hayvanların uçan ve pembe akrabalarını görmeleridir. Belki de içkinin etkisiyle çocuklaşan beynimiz, akşamdan kalmanın vereceği baş ağrısı ile ilgili olarak bize asprin almamız gerektiğini hatırlatmaya çalışıyordur. Hani şu klasik fil esprisi bağlamında: Filler küçük, beyaz ve yassı olsalardı onlara ne derdik? Cevap; Asprin. Peki ya küçük, pembe ve yassı olsalardı? Çocuk asprini! Eh sarhoşken çocuklaşan beynimizin ilaç tavsiyesi olmaya uygun bir seçim. Fillerle ilgili genel olarak bilmeniz gerekenler bu kadar. Ayrıntılı bilgi ve ilan-ı aşk için e-mail adresim: hoverkraft01@netster.com
|
|
24.12.2006 00:53:31
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Uyku Gezgini Düşüyorum geceleri, yeter uykumda gezdiğim! Yıkılıyor hayallerim, yeni cilalanmış yerde bedenim.
Kendimi buluyorum, bilmeden kaybettiğimi, Ne gidiş amacımı oraya, ne de nasıl gittiğimi. Yatağa bağlamıştım bir kez bedenimi, Tahmin edemedim kendimi çözecebileğimi, Bağladığım gibi...
Düşüyorum geceleri, olmuşum dumur. Gece körü müyüm neyim? İstanbul'da yürüyorum, gözlerim mahmur. Bir orman kadar uykuda, bir ağaç kadar hür.
Ben aslında şiir de yazabiliyorum. Valla!
Not: Geçirdiği gece üşümeleriyle bana ilham veren Pınar hanıma teşekkür ediyorum. |
|
23.12.2006 00:39:46
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Allah İyiliğini Versin
Sevgili aslan kardeş, bir hayvandan bekleneni yapıp "Allah" demiştir. Zira kendisi aslanların kedilerden evrimleşmediğini, aksine, onların da cennetten kovulduklarına (homosapiensler gibi) inanıyor. Çünkü cennete hayvan ve yiyecek sokmak yasaktır. Ki bu iki yasak birbiriyle bağlantılıdır, cennette vejateryenlik zorunlu olduğu için... Ve kurban kesmeye gerek kalmadığından... O haberi tv den seyrettim. Hayvanın görüntülerini çekenler, aslan aslanımız (tarafsız olmak gerekirse) gerçekten de "Allah" olduğu düşünülebilinecek sesi her çıkardığında "Tekbir" getirerek, insanın doğayla nasıl uyum içinde olabileceğine de güzel bir örnek teşkil etmişlerdir. Ayrıca bu aslanın bir RUS sirkinden alınmış olması, zamanında komünizim yüzünden inancını yaşayamayan hayvanın bu laik ülkede inancını nasıl da korkmadan yaşayabildiğini gösteriyor. Kimse başını kapatmasına da karışmıyor. Ama hayvanat bahçesi devlete aitse bir kamu görevlisi olarak takmaması daha uygun olur. Yelesinden anladığım kadarıyla aslan (c.c.) erkek. Takması gerekmeyebilir. Gerçii sadece erkek aslanın yelesi (saçı?) olduğu için bu konuda islam büyüklerine danışmalıyız. Yani dişisi zaten takamıyorsa belki bu görevi (illa birisi takmalı kutsal metinlerle çelişmemek için) erkek aslan yüklenmelidir.
Danışmak üzere kendisine gittiğimiz bilinen en BÜYÜK islam alimi olan MOBY DİCK, kutsal denize hacı olmaya gittiği için ondan bir sonraki büyük DUMBO`ya soruyoruz. Aslanın başını kapaması caiz midir?
- Acizdir! Takabilir... Cahildir de allah bilir...
Gerçii belki de çok acı çektiği için "Allah!" diyordur. Zira bizler de canımız acıdığında bu şekilde bağırırız. Bazıları da anlamsız sesler çıkartır; "AHHH!" "OFFF!" "AYYY!" gibi... Bu tür kişiler genelde inançsızdır. Bazılarıda "Ananı!" der... Kimi "Hass*kt*r!" der. Bunlar anlamsız sesler çıkartanlardan da kötüdürler. Hayvandırlar!
Ay pardon! Hayvanlar "Allah" diyodu di mi?
Not: Kutsal deniz derken Kızıldeniz'i kastettim. Gerçi "Kızıl" olması komünist bir hava veriyor ama olsun. Bilinen en büyük mucizeyi yaşayıp "yarılması" onu kutsal yapmaya yeter. Nasıl ki ben de aslanlı mucizeden sonra yarıldımsa...
|
|
20.12.2006 00:59:32
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
"Durmadan zırlayan, hep bir şeyler isteyen, ilgi bekleyen, sürekli kilo alan şey nedir?" diye sorsam bazılarınız "kadın", bazılarınız "bebek" cevabını verecektir. Ben her ikisini de doğru kabul ediyorum. Söz konusu ikiliden, tuvalet alışkanlığı daha kötü olanı yani bebekleri ele alacağız bugün...
İnsanlar, Türkiye'deki sosyal demokrat partilerin aksine, bölünerek çoğalmaz. Çoğalmak için çok daha dolaylı bir yol izleriz. Aşık oluruz, evleniriz, karımızla; yok olan özgürlüğümüz konusunda kavga ederiz ve o da kavgayı kazanmak için pis oynayıp doğum kontrol haplarını almayı unutur!
Dokuz ay süren meşakkatli, zorlu dönem çok acı verici "doğum" ile biter. Bir kavgayı kazanmak için bunca şeye değer mi diye soruyorsanız, size, yeni doğum yapmış bir kadının yüzüne bakmanızı öneririm.
Peki en basit anlamıyla nedir bebek? Dış görünüşümüze yaptıkları bağlamında dünyanın en çirkin aksesuarıdır. İnanılmaz derecede aptaldır. Öyle ki bir kaşığı komik bulabilir ama Evli ve Çocuklu dizisine dönüp bakmaz. Damak zevki rezalettir. Memelerle ilgili yapılacaklar konusunda en iğrenç pornodakilerle aynı zevke sahiptir. Üstelik annesiyle! Aman tanrım!
Bu küçük sapıkların belki de en kötü, en dayanılmaz, en lanet olası yanları onları kendimizden bile çok sevmemize yolaçmalarıdır. Yani bu kadar az ortak yanınız olan, farklı zevklere sahip olduğunuz birine karşı böylesine sevgi, şevkat, bağlılık hissetmemiz inanılmaz derecede saçmadır. Onun, muhtemelen bezine doldurduklarıyla, üstüne kustuklarının karışımı olan kokusunu içimize çekmemizin nasıl bir açıklaması olabilir?
Zihnimizde böylesi güçlü duygular uyandırmaya ne hakları var! Zaten kadınlar konusunda hissettiklerimiz bize (erkeklere ve zevk sahibi kadınlara) yetiyor!
Dolayısıyla başa dönersek bu durumdan kurtulmak için evrimimizin kontrolünü ele alıp bölünerek çoğalabilecek şekilde yeni bir DNA kurgulamamız tek çare gibi görünüyor. Hem böylece gerekirse beyin hariç tüm vücudumuzun bir kopyasını yapıp sonsuz gençlik ve yaşama kavuşabiliriz. Tabii beyninde sorun olmaması gerekiyor kişinin... Yani sorunu oradaysa yine kurtulamaz. "Ben" dediğimiz şeyi de bir şekilde dowload edebilme yolunu bulmalıyız. Sadece bölünerek çoğalma yeteneği yetmez. Acele edin fazla zamanımız yok. Orda birileri var değil mi bununla uğraşan?
Yok mu? Neyse... Napalım. Ben de kendi kusmuk-dışkı kokumu içime çekerim, kendim ağlarım, hep bir şeyler isterim, ilgi beklerim, kilo bile alırım! Hatta gerekli ilaçları alırsam eminim kaşığı da komik bulabilirim.
The end
Not: Bu belgesel kendi bebeğine sahip olamayacak kişilere ve 11 Eylül kurbanlarına ithaf edilmiştir. Bi de Onuralp Kurtcebe Alptemoçin'e... |
|
11.12.2006 23:34:07
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Zamanın birinde çok uzak bir krallık varmış. "Neye göre uzak?" derseniz, kısaca herşeye uzakmış. Bu küçük krallığı bir gün fareler basmış. "Neye göre küçük?" derseniz, size yanıtım diğer krallıkların hepsinden küçükmüş. Aslında olaylar krallıktaki insanların, etrefte sürünen iğrenç yılanlardan kurtulmak istemeleriyle başlamış. "Neye göre iğrenç?" sorusuna karşılık olarak; farelerden daha az, geriye kalanlardan daha çok iğrençlermiş.
Kral halkını mutlu etmek için tüm yılanları öldürtünce (anladınız mı ne kadar küçük bir krallık?) halk kısa bir süre mutlu olmuş. "Neye göre kısa?" dersek farelerin üreme hızı ile ilgili bir fonksiyon yazmak kadar kısa, sürmüş mutlulukları.
Her neyse... Doğal düşmanları ortadan kalkan fareler, krallığı içten fethederken bir çözüm arayan kral, çaldığı NEY ile hayvanlara istediğini yaptıran çok ünlü bir neyzeni çağırmaya karar vermiş. "Neye göre ünlü?" sorusu karşısında söyleyebileceği; Cenk & Erdem'den daha çok, Michael Jackson'dan daha az ünlü olduğuymuş.
Ayrıntıları atlarsak; neyzen, fareleri yok ettikten sonra doğal düşmanları ortadan kalkan böcekler tarafından yıkılan krallığın öyküsü burada bitiyor. Neye göre mi ayrıntı? Kaval ile Ney arasındaki farka göre... |
|
28.11.2006 00:51:40
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Satranç veya Satranç
Tahtanın merkezinde bulunan 4 kare üzerinde hakimiyet kurmak ve bu sırada şahı korumaya çalışmak şeklinde özetlenebilir, satranç oyununun çalışma prensibi. Bu nedenle hayata çok benzer. O dört kareyi ele geçirmek hayattaki amacınızken, şah sevdiğiniz ve korumanız gereken kişiyi (kişileri, şeyleri) sembolize eder. Vezir zekanızdır.. Kale ise düz-matematiksel mantık. At cesaretin simgesi olmuştur. Fil kurnazlığın Piyonlara gelince... Onlar sahip olduğunuz yetenekler, bir başka bakış açısına göre potansiyelinizdir.
Amacınıza ulaşmaya ve sevdiğinizi korumaya çalışırken diğer tüm taşları kullanır ve bazen feda ederken, piyonları HARCAR sınız.
Filozofun dediği gibi: "İnsan en doğru; yitip giden yetenekleri ve kullanılmayan potansiyeli ile tanımlanabilir."
İzedebiyat'ın geri gelmesi şerefine... İnternet Edebiyatı'nın Şahı! Mat olma bir daha! |
|
23.09.2006 00:12:30
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Birkaç ay önce bir internet sitesinde yaptığım tartışmayı (bir kitap tavsiyesi sırasında) buraya koymanın faydalı olacağını düşünüyorum. O halde varım! Oynayanlar: Ömer Kırat İSMİ GİZLİ KİŞİ Bir Diğer Kullanıcı
Kör Saatçi Ömer Kırat 27/ 03 /06 23:54 Kör Saatçi The Blind Watchmaker - 1986 Richard Dawkins... Okunması elzem bir kitap Biri bana "herşey insanın yaşaması için uygundur, demek ki tanrı bize uygun olarak yaratmıştır tüm bunları!" demişti... Ben de ona "Japonca biliyor musun?" demiştim. Ne demek istediğim anlamadığı için tuhaf bir bakış eşliğinde "Hayır" yanıtını verdi. Ben de ona "İyi ki japonya'da doğmamışsın o zaman. Japonca bilmeden işin zor olurdu!" dedim. İçine dolduğu çukurun tam da ona göre "yapıldığını" düşünen su birikintisi kadar bile birikimi olmayanların sayıklamalarını hep sevmişimdir. Öncelikle iyi bir mizah kaynağıdır. ikinci olarak kendimi zeki hissetmemi sağlamışlardır. İSMİ GİZLİ KİŞİ 28/ 03 /06 07:24 Ben de Japonca bilmiyorum. Ve bundan sonra bir daha ne Japonya'da, ne de başka bir ülkede yeniden doğmak gibi bir ihtimalle karşı karşıya bulunduğuma inanmıyorum... O halde Japonca bilmemek bir dej avantaj değil benim için. Ama Türkiye'de doğduktan sonra, ana dilimi öğrenemeseydim bir çok dez avantajlarım olacaktı. Örneğin bakkaldan ekmek bile alamayacaktım. Ama, hiç bir insan doğup yaşadığı ülkede konuşulan dili öğrenemeyecek kadar zeka yoksunu değildir. "Tanrı bunları bize uygun olarak yaratmıştır" sözü için verilen cevap bence yerini bulmamış. Havada kalmış. Söz hatalı olsaydı, cuk diye oturan bir cevap verilirdi mutlaka. Neyse...
Çevremdeki her şeyin yaratılışıma uygun olduğu fikrine sonuna kadar katılıyorum, ve bu uyuma şükrediyorum. Bu uyum sadece benim için değil, -canlı ya da cansız- gördüğün her şey için geçerli... Örneğin, eğer çukur olmasa idi, o çukurun içindeki su birikintisini görmezdin.
Belki bu su birikintisi seni rahatsız ediyor olabilir. Hatta o su birikintisine benzemek istemeyebilirsin. Ama o çukurun içindeki su birikintisi olarak kalmaya devam et istersen. Sakın değişme. Çünkü o çukurdan çıktığın anda yok olursun. Kabını beğenmeyen yok olmaya mahkumdur.
Başkalarını küçümseyen sevgili dostum... Seni ve senin gibilerini çok seviyorum. ıyi ki varsınız. Yazamaya devam edin lütfen. Tabi kendi fikirlerinizi ve -düşündüğünüz- şeyleri de yazın.
Diğer Bir Kullanıcı 28/ 03 /06 15:03 İSMİ GİZLİ KİŞİ ben de katılıorum, katıla katıla g.......... Ömer Kırat 28/ 03 /06 21:00 Gördüğünüz gibi mizah kaynağı olma özelliği hemen ortaya çıktı. yani birinin bize "en uygun olarak yarattığı" bu dünya ne ilginçtir ki eskiden tek bir kıtadan oluşuyordu, yüzeyi, sürünmek dışında da birçok şey yapan (uçan koşan) dev sürüngenlerle doluydu. Ama bunlar "dünyanın onlar için yaratılmadığını" farketmediği ve kendi kendilerine yok olmadıkları veya gezegeni terketmedikleri için sonunda tanrı kızdı ve bir göktaşı ile onları yok edip adem ve havvayı gönderdi. Eğer "cuk" oturması gereken bir şey varsa o da astrolojiye, hayaletlere, noel babaya, öcüye inanmak ile tanrıya inanmak için gereken şeylerin aynı olduğu gerçeğidir: "Gerçekleri anlamamak ve/veya anlamazlıktan gelme becerisi..." İSMİ GİZLİ KİŞİ 28/ 03 /06 21:37 Dünya bu gün bizim için yaşamaya uygun. O nedenle de yaşıyoruz. Bu uygunluk bozulduğunda yaşama veda edeceğiz o sürüngenler gibi. Ama şu ana bakalım: "Dünya bizim yaşamamıza uygun yaratılmış, ve yaşıyoruz."
Astroloji, hayaletler, öcü ya da böcü... Ne bunlar? Bana ne bunlardan? Benim yaşamımda bunlara yer yok, ilgilenmiyorum bunlarla. Tüm bunları insanlar uydurmuş. Tanrıya ise inanıyorum. Delili çok... Dünyayı bizim için yaşanır kılması yetmez mi delil olarak? Hayatta olman bir delil değil mi? Bu gerçekle, astoroloji, hayaletler, öcü ya da böcü gibi ıvır zıvırı bir tutmayalım. Ömer Kırat 28/ 03 /06 22:09 Dünya bizim için yaşama uygun mu? Yoksa biz mi yaşamak için ona uyuyoruz? Mesela hava soğuksa "Dünya! bana soğuk davranma!" mı diyoruz ya da Allah'a Dünya'yı şikayet mi ediyoruz yoksa üstümüze birşey alıp donmaktan kurtulmaya mı çalışıyoruz? Tabii bu değişen şartlar sadece bizi etkilemiyor. Tüm canlıları etkiliyor. Eee tabi onların üstüne alacakları birşey olmadığı için kendilerini değiştiriyorlar. Bu nedenle insanın evriminin vardığı nokta bu kadar eşsiz. Zira biz fiziksel olarak değişme evresini aştık. Biz çevreye uyum sağlarken aklımızı kullanıyoruz. Mesela Müslüman nüfusun çok olduğu bir yerdeysek biz de uyum sağlıyoruz. Uyum sağlayamayanı da anlamazlıktan geliyoruz. Tanrı ve/veya din bir açıklama değil, soruların üstünü örtmek için kullanılan bir insan zihni ürünüdür. "Uslu durmazsan noel baba sana hediye getirmez" demekle "Uslu durmazsan Allan seni yakar" demek arasında fark olamdığını anlamak, olgunlaşmanın, entelektüel gelişimin bir parçasıdır. Tabii çocuksu bir zihin yapısından memnunsan ve çocukken sana anlatılanları sorgulamak gibi bir şey yapmayı düşünmemişsen o başka.. Anlama fobisi olanlar için Japonca örneğini açıklayalım. şimdi "Japonya da doğmamam çok iyi oldu zira hiç japonca bilmiyorum" diyen birisi neden sonuç ilişkisi denen mantıksal çıkarım yöntemini yanlış anlamış demektir. Dünya da yaşam var çünkü dünya yaşamın oluşması için gereken özelliklere sahip şeklinde açıkmalamak mı daha mantıklı yoksa, "birisi yaşama elverişli bir gezegen yarattı sonra da yasak meyvayı yiyenleri buraya kovdu. Onların çocukları (ki kardeşlerdir) birbirini BECEREREK insanlığı oluşturdu" demek mi? Doğru cevabı şak diye bulmanızın nedeni "sağduyu" denen insani özelliktir. Bunu itiraf edememenizin nedeni ise "istememek" denen insani eylemdir. İSMİ GİZLİ KİŞİ 29/ 03 /06 16:32 "Uslu durmazsan Noel Baba sana hediye getirmez" ve "Uslu durmazsan Allah seni yakar" sözleri arasında senin de dediğin gibi bir fark yok. Bu farkı idrak edebildiğin ve entelektüel gelişimini tamamlama sürecinde kat ettiğin mesafe için tebrik ederim seni.
Eylemlerimizin bazılarının cezayla karşılık bulacağı, bazılarının ise ödüllendirileceği sadece dinlerde mi söyleniyor? "Adam öldüren mahkemede hakime hesap verir ve kodesi boylar, ya da dersini çalışan öğrenci hem sınıfını geçer, hem de teşekküre geçer" gibi insana özgü karşılık verme biçimleri de var. Hayatın düzenli bir şekilde devam edebilmesi için bunlar şart. Dini ve -sembolik- uyarılarla, insani uyarılar arasında işlev açısından bir fark olmadığını idrak edersen, entelektüel gelişim yolunda aldığın mesafe daha da büyür. Haa, tabi sadece eylemlerimizin "karşılık bulacağı" yönündeki bildirimler benzeşiyor. Yaptırım sahibi farklıdır, o da başka mesele... ınsanın yaptırım sahibi olması, ya da mükafatlandırıcılığı Allah'ın izni iledir. Allah ise mükafatından da, yaptırımından da kimseye karşı sorumluluk sahibi değildir.
Dünyanın bizim için yaşamaya uygun olması, veya bizim ona uyum sağlama gayretinde olmamız konusu ise gereksiz bir ayrıntı... "Dünya bizim için yaşamaya uygun mu, yoksa biz mi ona uyuyoruz" diye sormuşsun... Sanki UYGUN ve UYMAK kelimeleri arasında dağlar kadar fark varmış da, bir açığı yakalamış gibisin adeta... Sonuçta her ikisi de UYUM'u ifade eder. Uyum iyi ki var... Uyum olmasa biz olmayız. UYUM var, ve UYUM'a izin veren Allah'a şükürler olsun. Ama UYUM bitse de sorun değil tabi. Netice olarak Uyum bitince kıyameti yaşayacağız. Ben kıyamete inanıyorum, o nedenle bana göre hava hoş.
Diğer Bir Kullanıcı 29/ 03 /06 18:24 yine katılmaktan kendimi alamadım. çok da katılamıyorum çünkü pek vaktim yok. yani aynı anda hem katılıp hem de katılamıorum. izin verene sükürler olsun. İSMİ GİZLİ KİŞİ 29/ 03 /06 22:05 Diğer Bir Kullanıcı, katıldın mı katılmadın mı?
Kar beyaz mıdır? Yoksa siyah mıdır? Kırmızı et kolestrol yapar mı? Eğer yapmaz dersen bari "ne şiş yansın, ne de kebap.." deme. Bırak kebap yansın. Sonra da at çöpe yemeden.
Sağlığını düşün, tavuk haşlama ye. şaka şaka, kuş gribi olursun bu defa da... Çözüm yok dostum. Et yeme desem bu defa sebze ıvır zıvıra geliyor sıra.. Yok onlar da hormun deposu. Doğal değil. Bazı şeylere katılmamakta haklısın. Sana katılıyorum. Ömer Kırat 29/ 03 /06 23:11 İşte tüm bu saydıkların: "ödül-ceza sistemleri" insan kurgusudur. Tanrı ve din de bundan muaf değildir. Bundan muaf olduğunu söylemen bunları muaf yapmaz. İnsan zihninin ürünüdür, tüm kavramlar... Kedinin adı "kedi" değildir. Biz ona kedi deriz. Çünki o yaratığa bir isim vermek "faydalı" hatta düşünmek dediğimiz eylem için "zorunlu" dur. Tanrı da bir kavramdır ve sadece toplum içinde gördüğü bir fonksiyon bağlamında (Bizi varoluşsal gerçeğin acı yüzünden korumak gibi) vardır. Aynen "para" gibi... Doğada sayı göremezsin. Doğada gezinen dik üçgen de... Veya paranın bir gerçek değeri yoktur. Öyle olsaydı, Amerika'ya bir göktaşı düşse ve yok olsa bile Amerikan Doları değerini korurdu. Dinazorların bir dini olsaydı eğer, aynen onlarla birlikte yok olacağı gibi. Bunlar zihnin ürünüdür. Uyuma gelince... Bizim mi uyduğumuz yoksa bize uygun mu yarartıldığı sorusu, tartışmamızın temeli değil miydi zaten? Yoksa hangi konuda tartıştığını bilmeden tartışabilenlerden misin?
Konuyu bir dilenci şarkısı coveri ile bitiriyorum: Ben bir kör saatçiyim. Sokak sokak gezerim Beni gören müminlerlen Biraz dalga geçerim! Diğer Bir Kullanıcı 30/ 03 /06 10:05 katılmaktan kastım katıla katıla gülmekti İSMİ GİZLİ KİŞİ. İSMİ GİZLİ KİŞİ 30/ 03 /06 11:49 Tanrı tabi ki bir kavramdır. Nasıl ki 4 ayaklı miyavlayan şeye isim verme gereği duymuşsak, yaradana da isim vermişiz. Dört ayaklı miyav diyen şeye yok diyebilir misin peki? Tanrıya yok diyorsun ama...
Üçgen meselesine benim bakışım farklı... Bu kavram, tanımlar ve geometrik çözümler için var. Dörtgen de öyle, çember de öyle... Bu kavramlarla bir takım fizik kanunlarını açıklayabiliriz. Üçgen bir şekildir aslında. Ve şekil vardır. Örneğin senin de bir şeklin var. Elinde tuttuğun kitabın da bir şekli var. O kitap dik dörtgen şeklinde değil mi?
Tanrı da bir kavramdır senin dediğin gibi. Ama bir fonksiyon değildir O. Fonksiyon dediğin şey, Tanrının buyruğudur, yani kaderdir. Dolayısı ile, insanlar tarafından ismi verilen fonksiyonlar da, Tanrı ve diğer varlıklar gibi kavramlarla ifade edilirler. ınsanlar tarafından isim verilebilen şeyler, vardır. O şey, var olan şeydir. Olmayan şeye isim verilmez. Olan bir şey görülür, işitilir, ya da hissedilir. Benim anlayışıma göre, kalp gözü ile görmek bile, o şeyin var olduğuna delalet eder. Tanrı her yerde vardır, para ise sadece zengin olanın cebinde...
Hangi konuda tartıştığımı tabi ki biliyorum. Her şeyin bizler için uygun yaratılmış olduğu ya da olmadığı çelişkisi idi konumuz. Eğer biz her şeye rağmen doğaya uyabiliyorsak, doğanın yaratılışı bizim için uygundur. Her şeye rağmen demekle ne demek istediğim yeterince açıktır her halde?.. Örneğin çıplakken üşümezsen, iklim senin yaşaman için uygundur. Ama şartlar değişir, hava soğur, üstüne bir şey giyemek ihtiyacı hissedebilirsin. Bu durum bile çevre koşullarının senin aleyhine olacak şekilde değiştiğianlamına gelmez. Yani "hah işte hava soğudu, çevrenin yaradılışı şu an benim yaşamama uygun değil" diyemezsin. Kalkar üstüne bir şey giyersin. Üşümemek için üstüne giydiğin elbiselerin ham maddesi de sonuçta tabiattan gelmiyor mu? Üşümemek için üzerine giydiğin yün hırkanın ham maddesi tabiata ait değil mi? Yani koyun ve koyunun gıdası olan ot tabiata ait değil mi? O ham maddeleri işleyip elbise haline dönüştüren insan da tabiata ait değil mi? Bu durumda tabiat benim yaşamama uygun yaratılmamış diyebilir misin?
Demek ki Allah'ın yarattığı şeyler senin yaşaman için yeterli. Ama sonsuza kadar böyle gidecek diye bir şey yok. Günün birinde öleceğiz hepimiz. O noktada Allah'ın yarattıkları bizim için yeterli kalmayacak. Ne ilaçlar, ne doktorlar (ki doktor da yaratılmıştır, yani bir insandır), ne tıp bilimi... Ben ölümün de yaşam gibi hak olduğunu bilirim, inanınırım. Allah'ın takdiridir...
Haa, şimdi diyeceksin ki Allah da ne?
Zor değil aslında anlaması... Kör olmak sorun değil... ıki gözle görülmez zaten O. Gönül güzü ile göreceksin Allah'ı... Ki inanasın... Yok, gönül gözün perdeli ise, o güldüğün müminler sana yardım edebilirler görmen için. Yeter ki onlarla dost ol. Ama görmek de şart değil açıkçası. Sen gülmene ve dalgana bak. Körlük yeter bazılarına. Işık korkutur bazılarını. Çünkü ışık, yani Nur karanlığı yok eder. Ve karanlık körün görmeye alışık olduğu bir şeydir. Kör, alışık olduğundan başka bir şeyi görmek istemez.
Ömer Kırat 30/ 03 /06 21:50 Nerden başlasam? En iyisi bodoslayayım! Eğer üşüyünce üstüne birşey alıyorsan sen uyum sağlıyorsundur! Umarım yeterince basit oldu bu cümle... Daha basit anlatmam için; sen, üşümen ve üstüne alacak birşey gerek. Tanrıya yok diyorum çünkü kedi gibi miyavlamıyor. Varlığının delili yok. Zamana da inanmıyorum, paraya da, geometrik şekillere de... Eğer inanmak dediğin şey, bir kavramın (veya her kavramın) işaret ettiği şeyin gerçekten var olduğuna emin olmak ise inanmıyorum. Zira inanamam. Bir kavramın varlığı, illa ki işaret ettiği şeyin bir "gerçek varlık" olmasını gerektirmez. Mesela "hiç" kavramı vardır ama aslında olan birşeyi değil olmamaklığı anlatır. Gerçekte "hiç" yoktur. Yani bir şey sadece kavram olarak da var olabilir. Mesela sayılar... Elma 5 tane olabilir ama BEŞ değildir. Beş diye "gerçek" birşey yoktur. Üçgen de aynı... Bir metrelik uzunluk birimi de... Bunlar, yaşamda (insan zihninde) gördükleri bir fonksiyon (yani işe yaramaları) bağlamında varolan ama gerçek bir varlıkları bulunmayan zihinsel araçlardır. Bir başka örnek vereyim: Eminim "zaman" denen şeyin de "var" olduğuna inanıyorsundur. Ama Einstein der ki "zaman bir ilüzyondur." Bu arada Einstein adını kullanmamdaki amaç kaynak belirtmek, yoksa "bu adam dediyse doğrudur" şeklinde bir tür bilimadamı-peygamber yaratmak değil.
Einstein'in demek istediği zamanın; mekan ve hareketin, hız ile ilişkisi bağlamında ortaya çıkan bir tür ölçme aygıtı olduğudur. Yani aynen "bir metre" gibidir. Hareketin sayılmasıdır. Mesela 1gün, bir saat derken aslında sırasıyla; bir gezegenin kendi etrefındaki bir turunu ve saatin hareketini "sayarız" ... Çok hızlı giden bir roketin içindeki kişinin saatinin, geri döndüğünde, sabit duran kişinin saatinden geri kalmasının nedeni (veya hareket edenin daha genç kalmasının) roketin içindeki hareketin (entropinin?) roketin kendi hızı oranında yavaşlamasıdır. Yani roketteki adamın saati ve metabolizması yavaşlar ama adam bunu hissetmez. Özel görecelilik olgusu bağlamında... Yani, eminim tanrı kadar gerçek olduğunu düşündüğün "zaman" aslında basit bir fonksiyon, bir ölçme yöntemidir. Zihinsel bir kurgudur ve tüm dünyaca kabul edilmiştir. Ama senin, tanrı bağlamında kasteddiğine benzer bir "gerçekliği" yoktur.
Körlüğe gelince... Düşün ki bir bilimsel araştırma ekibi Afrika ya araştırma yapmaya gidiyor ve Yamyam yerlilerce ele geçiriliyor. Yerliler tam bunları pişirecekken, ekipten birinin aklına birkaç dakika sonra Güneş Tutulması yaşanacağı geliyor. Tutulma başlamadan önce tuhaf sesler (dua diyebilirsin) çıkartıyor ve tutulma başlıyor bu esnada... Yerli yamyamlar, az sonra yiyecekler kurbanlarının özel güçleri olduğunu sanıp, onları yemek yerine onlara tapmaya başlıyorlar. Böylece ekiptekiler kurtuluyor.
Şimdi, yerliler açısından bakarsak herşey gayet açık ve görmemek için "kör" olmak gerekiyor. Zira yakaladıkları beyaz tenli tuhaf adamlar Güneşi karartacak kadar güçlü. Çünkü güneş kararmadan önce sesler çıkardı ve güneşi kararttı. Tanrı veya Tanrısal olmalılar. Bilimsel ekip açısından bakarsak, yamyamlar ilkel ve gerzek oldukları için hayatları kurtudu. Bunu anlamamak için "kör" olmak gerekiyor. Şimdi soruyorum: Hangisi kör? İSMİ GİZLİ KİŞİ 31/ 03 /06 09:51 aaa, haklıymışsın yaw, tarnı yokmuş gerçekten de. Diğer Bir Kullanıcı 31/ 03 /06 13:28 Kedinin bir kavram olması ya da 'yaradan'ın ayak altında dolaşıp miyavlaması biraz garip. Kavram dediğimiz meret bazı şeyleri açıklamak yada anlamak veya falan filan için kullandıımız bir mefhumdur, uydururuz onları. yöntemdir yani. ve algı eşiğimiz içerisindeki tek gerçek yöntem selçuk yöntemdir. bu istisna haricindeki yöntemlerse sadece işe yararlar (bazıları işe bile yaramas). onların var ve gerçek olduklarını düşünürsek insannarın kafasında kimbilir neler var, üüü üh.. tanrı kavramını ele alırsak müminlerin kafalarının rahat olması ve etrafa boş boş bakarak evden işe işten eve sorun çıkarmadan gitmelerini sağlamak, beyinlerini fazla yorup da kafayı sıyırmamaları gibi işlere yarar. daha yararlı ve daha sevdiim bir ördek ise sevgili sinyalizasyonlardır. trafik ışıı da denebilir. bunu da şöyle açıklayabiliris: hepimizin kabul edeceği gibi trafik ışıkları trafii düzenlemek için icad edilmiştir. bu bağlamda, biz yayaların o hızla gelen metal kütlelerin altında kalmasını bir nebze olsun zorlaştırmakta görevlerinden biridir. eğer yol bombaşsa ışıklar bu işe yarar hallerinden sıyrılıp saçma sapan yanıp sönen salak şeyler haline gelirler. yol bomboşken bize yanan kırmızıya boyun eğip beklediğimiz gün, işte biz o gün, tükeneceğiz. İSMİ GİZLİ KİŞİ 31/ 03 /06 13:54 Diğer Bir Kullanıcı kardeş karıştırmış. Eh, tabi tez, ardından -bordonun da belirttiği gibi- anti tez üretme çabası olunca bunlar olacak... Düştük bi kere hataya. Kardeşim karıştırma şu kavramları işte... Kedi başka, Tanrı başka... Öfff, neyse; aman ya, bana ne! Diğer Bir Kullanıcı 31/ 03 /06 14:03 hatırlatırım:
'Tanrı tabi ki bir kavramdır. Nasıl ki 4 ayaklı miyavlayan şeye isim verme gereği duymuşsak, yaradana da isim vermişiz. Dört ayaklı miyav diyen şeye yok diyebilir misin peki? Tanrıya yok diyorsun ama...' imza İSMİ GİZLİ KİŞİ Ömer Kırat 31/ 03 /06 20:57
Komikleşmek, ele alınan şeyi komikleştirmek ile suçlamanız aslında tartışmamızın bir devamı gibi... Eğer mantık ve akıl bağlamında konuşuyorsanız ve hakkında konuştuğunuz şey bu şekilde ele alınınca (aynen boş yolda yanan trafik ışığı gibi) komikleşiyorsa o zaman KOMıKLEşECEK demektir. Dolayısıyla komikleşmesinin ardında bir kasıt veya kötü niyetli bir akıl (Ömer Kırat yani) olması söz konusu değil. Komikleşmesinin nedeni, az önce belirttiği neden yüzünden: Yani akıl ve mantıkla ele alınmasıdır. Böyle ele alındığında komikleşiyorsa komikleşir. Kısacası Douglas Adams'ın söylediği gibi "Birşey olacaksa olacaktır!"
Yazdığım yazı, yapısı gereği (ele alınan şeyi akıl ve mantık ile analiz etmesi nedeniyle yani) ele alınan konunun komikleştirmemiş, komikliğini ortaya çıkarmıştır. Aynen EVREN gibi "olmuş" tur. Nasıl ki konunun komik olması nedeniyle beni suçlayamazsanız, EVREN konusunda da Tanrı'yı sorumlu tutamazsınız. Oldu bi kere... naapsın? Onu sorumlu tutmanız HAKsızlık değil mi?
DıPNOT: Hak, tarının isimlerinden biridir. İSMİ GİZLİ KİŞİ 31/ 03 /06 21:49 Sen benim sevap aldığımı nereden biliyorsun? Emin olmadığın şeyler hakkında konuşma istersen. Emin olduğun şeyler için iddiada bulun. Mantıklı konuşmanın temeli budur kanımca.
Kimin sevap aldığı, kimin almadığı konusunu kimse bilemez. Kim bilir? Bu konuya değinecek değilim. Yoksa gene başa döneriz. Ben zaten bitirmiştim konuyu. Gene söylüyorum. Tarnı yoktur! Ömer Kırat 31/ 03 /06 22:53 Doğruluğuna emin olduğu tüm safsataların aslında safsata olduğunu gören ama bunu kabullenemeyen bir insanın tipik saldırganlığını gösteriyorsun. Sevap konusu bir espiriydi. Zaten parantez içinde bunu belirttim.Savunduğu düşünce bağlamında, bu tartışmadan herkesin neler kazandığını özetlerken, senin savunduğun düşünce için "ödül" olan şeyi kullandım. Amacımın; "tanrıya olan inancını yok etmek" olduğunu düşünüyorsun belli ki... Bu bir önyargıdır. Sadece kendi düşüncelerimi tutarlı bir şekilde aktarmaktan başka birşey yapmış olmayan ben denize değil, yaşamınız boyunca size öğretilen şeylerin ne denli saçma olduğunu anlayıp bu duruma kızmanız gerekir. Ve kızman sadece başlangıçtır. Size "anlatılmayanın" peşine düşmenizi sağlamak ise işte benim amacım buydu. Bunu size anlatmaya çalışan kişiye kızmayın. Yani düşüncelerinizin tutarsız ve mantıksızlığının suçlusu ben değilim. Ben sadece açıklıyorum. Bana kızmayın. beni sevin. Bana tapın:)
NOT: Normalde smiley kullanmam ama "yanlış anlama" denen şeyden muzdarip birine laf anlatırken "faydacı" davranmak gerekir.
NOT2: "Tanrı" yoktur. Ama Tanrının yumuşak karnı vardır ve oraya ancak akıl ve mantıklı düşünce ile objektif bir analizle saldırırsanız onu ait olduğu yere gönderirsiniz. İSMİ GİZLİ KİŞİ 01/ 04 /06 09:37 Estafurullah. Tanrıya olan inancımı yok etmeye çalıştığını düşünmem mümkün değil. Bunu şeytan bile başaramaz.
Benim değerlerime ve inandıklarıma saldırıyorsun. Ama bilmediğin bir şeye saldırıyorsun, olmadığına inandığın bir şeye saldırıyorsun. ışte mantık adamının bir çelişkisi daha...
Yaşamım boyu bana kimse Tanrı hakkında bir şey anlatmadı. Hiç bir aile büyüğümle ne din, ne de yaradan hakkında bir şey konuşma şansım olmadı. Aile yaşantım özel, burada açamam. Ama ben ateisttim. Yaradan olduğunu ve O'unun Rab olduğun yeni idarak ediyorum. Yani gene bilmeden bir şey konuştun, ve dedin ki: "yaşamınız boyunca size öğretilen şeylerin ne denli saçma olduğunu anlayıp bu duruma kızmanız gerekir." Değil işte dostum, öyle değil. Bana bir şey anlatan olmadı. Bana Marx ve Engels anlatıldı öğrencilik yıllarımda.
Ben sana kızmam. Her şey Allah'tan gelir çünkü. Size de bunları söyleten Allah'tır. O halde kızmak fiili neden?
Ömer Kırat 01/ 04 /06 22:09 Dedem alzeimer idi. Birgün TV karşısında birlikte oturup film seyrederken, gördüklerini "gerçek" sandığını farkettim. Bana "Kalk kapat şunu, patlıycak şimdi!" dedi. O sırada bir aksiyon filmi vardı. Ben de ona (o sıralar henüz küçüktüm) TV de gördüğünün gerçek olmadığını anlatmaya çalıştım. Bir türlü anlamıyordu. Ama ben şimdi anlıyorum. Zira "anlayamayacak" birine anlatmaya çalışmak anlamsızdır. Olayın özünü kavramak kolay olsaydı, herkesin yapabileceği birşey olsaydı zaten bunu tartışmıyor olurduk. Yani kısacası bu tartışmanın "boşa" olması da "birşey olacaksa olacaktır" gerçeği ile alakalı. ıstediğim sonuç olmayacaksa, olmayacaktır. ınancınıza saldırmıyorum. inancınız basit bir insani kurgudan ibaret olduğu ve fakat siz bunun farkına varamadığınız için (zira o kadar içselleştirip bu düşünce şekliyle özdeşleşmişsinzi ki kendinize dışardan bakamıyorsunuz objektif olarak) söylediklerim saldırı gibi geliyor. Aynen "noel babanın aslında olmadığını" öğrenen bir çocuk gibi kendinizi saldırıya uğramış hissediyorsunuz. Kimbilir belki de ağlıyorsunuzdur. ilk mağara adamına da kimse birşey anlatmamıştı. Bu nedenle zaten "din" denen kurguyu geliştirdi. Zira o zamanlarda gerçeği anlamak için bilimsel bilgisi yoktu. Sadece kurgulayabilme yetisi (hayal gücü) vardı. Ama bugün bu bahane olamaz. Bugün aynı bahanenin ardına (kimse bişey anlatmadı bahanesi) saklanmak ile mağaraya saklanmak arasında fark yok. Kullandığın kavramların bir insan kurgusu olduğunu anlayamaman bir tarafa, kavramların özünü de bilmiyorsun. Çelişkinin ve mantığın ne olduğundan haberin yok onlara sadece inanıyorsun ve işine geldiği anlamı yükleyerek kullanıyorsun! Aynen diğer kavramllara yaptığın gibi.. Ama bunun da önemi yok. Aynen bir zamanlar "ateist" olmanın öneminin olmadığı gibi... Zira aklını hurafe ve kurgulardan arındırmak sadece başlangıçtır. bunun üzerine bilimsel bilgi, akıl ve mantıkla bir açıklama getirmezsen, hayatı boyunca serseri ve pislik olaraka yaşayan ama ölümü yaklaşınca HACCA giden ikiyüzlülerle aynı şeyi yapmış olursun. Sonuçta hiçbir çocuğa aslında zaman, metre, sayılar gibi şeylerin ve tabii ki tanrının "kurgu" olduğu anlatılmaz. Onu anlamak sizin görevinizdir. Ya da anlamamazlıktan gelirsiniz. Ve tüm varoluşunu, üzerinde yaşadığı adadaki volkanın tanrısallığı ile açıklayan ilkel bir adam ile aynı zihinsel yeteneğe sahip olarak yaşarsınız. İSMİ GİZLİ KİŞİ 02/ 04 /06 00:55 "Çelişkinin ve mantığın ne olduğundan haberin yok onlara sadece inanıyorsun ve işine geldiği anlamı yükleyerek kullanıyorsun! Aynen diğer kavramllara yaptığın gibi.. " demişsin.
Doğrudur. Senin kadar mantık ve felsefe bilmeyebilirim. O nedenle de bir matematik formülünü kullanır gibi düşüncelerimi şekillendirmiyorum fikir üretirken. Bir kalıba değil, içimden gelen sese göre konuşuyorum. Oysa sen formüllere ve kurallara göre konuşuyorsun. Ezberlediğin kalıplar dışında şekillendirilmiş bir fikir sana anlamsız ve yavan geliyor. Benim dediklerimi bir şekle sokup anlamak istiyorsun belki. Ama mevcut bir kalıbın yok benim dediklerimi şekillendirmek için. Hep hazır kalıpları kullanmaya alışmışsın çünkü. Ezbercilikten öte gitmemişsin. Benim anlattıklarım elindeki kalıplardan hiç birine uymuyor. Anlamıyorsun o nedenle dediklerimi.
Dinin hurafe ve kurgu olmadığını sana ispat edemem. O nedenle bu konuya değinmeyeceğim. Mantıksal çıkarımlar yapamam bu konuda. Tez üretemem. Vardır, inanırım... Manevi konular iç sese kulak verilirse anlaşılır. Bu nedenle diyorum mantık yetmez bu işlerde diye... ınanmayanı kesinlikle ayıplamam. Ama sen hem inananları ayıpladın, hem de onlara güldün. Yazından ötürü alındım, üzüldüm, sana cevap verdim, tartışmaya girdik. ış bu raddeye geldi ve sen bana tuttun hakaret ettin sonunda. Dediğin lafa bak: "bunun üzerine bilimsel bilgi, akıl ve mantıkla bir açıklama getirmezsen, hayatı boyunca serseri ve pislik olaraka yaşayan ama ölümü yaklaşınca HACCA giden ikiyüzlülerle aynı şeyi yapmış olursun."
Tekrar diyeyim. Anlattığım konuların hiç bir şekilde mantıksal bir açıklaması yoktur. Maneviyat akıl işi değil gönül işidir. Hakaret de etsen, küfür de etsen benim görüşüm budur. Ben sana hakaret etmeyeceğim. Çünkü hakareti, verecek cevabı olmayanlar yapar. Ancak senle daha fazla tartışmak istemiyorum. Çünkü hakaret işitmeye meraklı biri değilim.
Ömer Kırat 02/ 04 /06 01:06 Tekrar ediyorum: Eğer inandığın şey, hakkında mantık ve akılla analiz yapıldığında Komikleşiyorsa ve ona inanan da komik duruma düşüyorsa bu bir suç değildir ve bir kasıt yoktur. hakarete gelince... Dinin ve içeriğini oluşturan kavramların "gerçek" bi gerçekliği olduğunu düşünmen, kendi zekana hakarettir. Yani aslında sen kendine hakaret ediyorsun. Ölüm korkusu nedeniyle tüm hayat tarzını değiştiren kişi örneğinde ise sana hakaret yok. Dediğim şey böyle davranan biriyle aynı mantıkla (ya da mantıksızlıkla) hareket ettiğin olgusuydu. "Dinin kurgu ve hurafe olmadığını ispat edemem!" demişsiniz. ben de tam olarak bundan söz ediyorum. Edemezsin çünkü öyle... Bunu da suçlar bir şekilde söyleniyorum. Boş bir yolda yanan trafik ışığı anlamını nasıl kaybediyorsa dinin gerçekten varolan şeylerden oluştuğu düşüncesi de insan bilgi ve zekasının geldiği bugünkü noktada anlamını kaybetmiştir. Anlam vermek out! Anlamak in! Eğer ikimizden biri ezberlediği kalıpların dışında düşünemiyorsa, emin ol o ben değilim.
|
|
13.09.2006 23:25:43
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
BORÇ
Hani varoluşun, bir kelebeğin gördüğü rüyadan ibaret olabileceğinden bahsederler ya... İşte Elif'in tüm hayatı bir tek rüyaydı. Bu dünyadaki varlığı o kadar sürdü. Ve birbirimize borçlandık. Ölmeseydi ailenin 3. kız çocuğu olacaktı. Ve muhtemelen ben asla doğmayacaktım. "Hiç doğmamış olmak" gibi hayatta en çok istediği şeyi benden alarak borçlandı bana... Bense onun sırasını kapmış biri olarak, hayattaki yerimi borçlandım ona... Ne olurdu o yaşasaydı ve ben, ailenin tek erkek çocuğu, babamın içinde "ukte" olarak kalsaydım. Babamın gerçekleşmemiş rüyası olsaydım... Doğumdan sonra kuvözde gördüğü rüyayı da merak ediyorum bazen... Adı dışında hiçbir şeyi olmayan bir bebek ne görebilir? Yoksa birileri durumu ona açıklama zahmetinde bulunmuş mudur? Ölümü sayesinde gelecekte bir erkek kardeşi olacağı gerçeği onu teselli etmiş midir?
Keşke hayata biraz daha bağlı olsaydım. O kadar da fazla istemediği bir şey için cinayet işleyen ya da uçak kazasından kurtulduğu için vicdan azabı çeken biri gibi hissediyorum... O öldü ve ben yaşıyorum.
Bir dakika! Yoksa hala uyuyor olabilir mi? Belki de ona borçlandığımı sandığım hayat aslında onun rüyasından başka bir şey değildir. Eğer öyleyse sana sesleniyorum Elif! Kardeşim! Uyan! Uyan ki rüyalarım gerçek olsun. Uyan kelebek... |
|
26.08.2006 23:57:20
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
İsyan Günlerinde Ask (TRT ve EL-CEZIRE Ortak Yapımı) Özet: Fransız devriminin heyecan dolu günleri... Bu sırada farklı bir heyecan, aşk heyecanı duyan iki gencin başından geçenler...
- NE İSTİYORUZ! - Eşitlik, özgürlük, kardeşlik! - NE ZAMAN İSTİYORUZ! - Binyediyüzseksendokuzda! - Evet arkadaşlar birkaç dakika ara veriyoruz. Zira uzun süre Fransızca bağırmak çok sıkıcı!
İsyancı gençler, kendilerini sarayın karşısındaki çimenliklere bıraktılar. Yanlarında getirdikleri peynir ve şaraplarıyla karınlarını doyurup, eyleme kaldıkları yerden devam etmek istiyorlardı. Bu sırada az ilerde...
- Pardon! Tirbüşonunuzu alabilir miyim?
Soruyu soran alımlı genç kız, soruyu sordugu genç adamın heyecanlanmasına yolaçmıştı. Daha önce bu kadar güzel bir kız ondan türbuşonunu istememişti. Buraya gelmekle doğru yapmıştı. Etraf, türbuşon arayan güzel kızlarla doluydu...
- Elbette buyrun. Ama sizi uyarmalıyım. Onun adı "tirbüşon" degil "türbuşon" dur!
- Kusura bakmayın ama bence ikiniz de yanılıyorsunuz. "Tirbüşon" veya "türbuşon" degil, "Tirbuşon" olmalı...
Konuşmaya ansızın dahil olan bu adam da kimdi?! Genç adam, kızla kurmak üzere olduğu yakınlaşmanın bozulacağından korkarak, biraz sertçe çıkıştı: - Pardon kimsiniz siz? Ne hakla bize neyin doğru olduğunu ögretmeye çalışıyorsunuz? - Ben François-Marie Arouet... Ama "Voltaire" olarak tanırlar. Hangi hakla size doğruyu gösterdiğime gelince... Bu hak, herkesin doğuştan elde ettiği, devredilemez ve kısıtlanamaz haklardan biri olan "ukalalık yapma" hakkıdır. Genç kız, bu "ukala" adamdan etkilenmişti. Genç adam ise, Voltaire gibi ünlü biriyle baş edemeyeceğini ve kızı kaptıracağını düşünüyordu. Zaten hayatı boyunca böyle olmuştu. Hep daha iyi, zengin, akıllı, yakışıklı biri gelip, onun istediği şeyi elinden almıştı. "Bu sefer izin vermeyeceğim!" diye düşünen adam; türbişonu, tirbuşonu veya her ne haltsa onu kızın elinden kapar ve Voltaire olarak tanınan adamın yüzünü tanınmaz hale getirene kadar suratına saplar! Kalabalıktakiler neler oldugunun farkına varırlar. Eylemin liderlerinden en ukala olanı öldürülmüştür. Bunu yapanlar mutlaka sarayın gönderdiği casuslardır diye düşünen kalabalık, genç adam ve kızı kovalamaya başlar.. - Dikkat edin! Elinde türbüşon var! - Türbüşon degil! Tirbişon! - Ne tirbişonu be! Turbüşon, turbüşon... - Kesin sunu! Kırk yıllık turpüşonu ne hale getirdiniz! - Kim lan bu dallama! Sen git de ilkokulu bitir. Kalabalık; tek vücut olarak hareket eder halden, anarşik bir hale dönüşmüştü. Ortak eylem ruhu uçup gitmişti. Türpüşoncular ve Tirbuşoncular nispeten sakindi ama Aşırı Turpuşoncular ve Paramiliter Tirboşuncular saldırgan bir politika izliyordu. Tirbuşoncular ise pasif direnişin en etkili yol olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Bu sırada genç kız ve genç adam, sarayın arka bahçesine saklanmayı basarmışlardı. Dikkatleri dağılan kalabalığa ve saray muhafizlarina farkettirmeden saraya girdiler. İşte, yıkmaya çalıştıkları sistemin kalbindeydiler... Eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin önündeki en büyük engel bu yozlaşmış aristokrasiydi. Yaşadıkları heyecan nedeniyle kanları hızlı hızlı akıyordu. Koridorda ilerlerken, içinde büyük bir yatak olan bir oda gördüler. Genç kız ve genç adam içeri süzüldüler. Bakışlarını birbirlerinden alamıyorlardı. Üzerlerindekileri çıkardılar ve koca yatağa uzandılar. Bu sırada odanın kapısından bir kafa uzandı: - Hey! Kimsiniz siz!
Yeni aşıklar panikle toparlandılar. Onları basan yaşlı adam da kimdi? Biraz daha dikkatli ve giyinik bakınca, karşılarındaki pijamali yaşlı adamin KRAL 16. Lois oldugunu anladılar. İlk sözü Kral söyledi;
- Anladım! Siz şu dışardaki vahşilerdensiniz! Şimdiden birbirinize düşmeniz ne kadar ironik. Halbuki aynı seyi istediğinizi haykırıyordunuz az önce... Şimdi defolun sarayımdan! - Bu saray senin değil! Fransız halkının! Duvardaki resimler, yerdeki TÜRK halısı, yatağın yanındaki sehpahanın üstünde duran altın türbişon! Hepsi Fransızların! - Hah hah hah! Benden daha iyi oldugunu (ya da benim kadar) düşünen şu yeni yetmeye bakın! Daha tirpişolün adını bile doğru söyleyemiyor!
Genç adam o anda bu iğrenç bunağı öldürmeye karar verdi. Bu onun son kahkahası olacaktı. Hem Voltaire'i öldürerek devrime verdiği zararı fazlasıyla tazmnin edecekti. Ama genç kız ondan önce davrandı. Seppanın üstündeki şarap şişesini kaptığı gibi kralın kafasına vurdu. Lakin yaşlı kralın kafatası öyle zayıftı ki şişe kırılmadı. Kırılan sadece kralın kafatasıydı. İki yeni aşığında elleri kanlanmıştı. Katil olmuşlardi. Bu aralarında çok özel bir bağın oluşmasını sağladı. Birlikte saraydan çıktılar ve yanlız kalabilecekleri bir ağaç dibi buldular. kız, bir kralı öldürdüğü için öylesine büyük bir şok geçirmişti ki elindeki cinayet aletini sıkı sıkı tutmaya devam ediyordu, sessiz bir ağaçlığa vardıklarında... Genç adam ve kız oturup soluklandılar. Kız, tedirgin bir ses tonuyla sordu; "Şimdi ne yapacağız?" Genç adam oldukça sakindi; - İlk olarak cinayet silahlarından kurtulacagiz. Yani benim Voltaire`i öldürdüğüm tirbuşondan ve senin kralı öldürdüğün şarap şişesinden... Tabi önce sakinleşmek için bişeyler içeceğiz.
Genç adam, Voltaire`ye bulanmış tirbuşon ile kralın kanına boyanmış şarap şişesini açtı... THE END |
|
26.07.2006 23:10:39
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Tüyap İzlenimleri (10.10.2005 tarihli Fuar gezisi notlarım)
Kitap satın almayı sevmeyen biriyimdir. Nedeni, okumayı sevmemem değil aksine, çook hızlı okumam... Bu nedenle bir gün içinde bitecek bir okungaça milyonlar vermek, kanıma dokunuyor. Doktorlar bunun çok nadir görülen bir kan hastalığı olduğunu anlatmışlardı bana.... Ben ise "İstatistik denen şey bir aldatmacadır!" diyerek muayenehaneyi terketmiştim. Sabah erken kalktım. Nedeni Tüyap kitap fuarına gidecek olmam değil, üst kattan gelen gürültülerdi. Ama hazır kalkmışken "hazırlanıp gideyim" diye düşündüm ve yola çıktım. Fuardan çıkanların elinde pek fazla kitap yoktu. Ama bu benim gözümü korkutmadı. Zira gözüm, bu tür şeyleri defalarca görmüş olduğundan artık eskisi kadar etkilenmiyordu. Halbu ki hayatımda katıldığım ilk fuar olan İzmir Fuarı`nda kimsenin İzmir almadığı gerçeği, gözümü nasıl da korkutmuştu... Ah ah geçmiş zaman...
Her yer kitap dolu olsa da kütüphanelere özgü o kitap kokusu malesef yoktu. Belki bunun nedeni ortamın iyi havalandırılması, belki fazla yapay bir ortam olması ve ruh denen şeyden mahrum olmasıydı. Belki de kütüphane kokusu sandığımız şeyin aslında "Kütüphaneciler"den kaynaklanması ve fuarda onlardan bulunmamasıydı. İlk dikkatimi çeken bana en yakın olan stand idi. Bana yakın olmasının avantajını iyi kullanmıştı ve rakiplerini geride bırakarak dikkatimi celbetmeyi başarmıştı. Yaklaştım... Yaklaştım... İlk odaklandığım kitabın üstünde altın sarısı harflerle şu yazıyordu: "Matbuatda Altın Sarısı Harf Kullanımı Ve Bakımı"
Ardından dünyanın en aptal faresinin bile yolunu rahatlıkla bulabileceği, çıkmaz sokağı olmayan bir labirenti andıran stand arası sokakta dolaşmaya başladım. 72 milletten insan vardı ve hepsi kendine Türk diyordu. Halbu ki ister dini olarak Adem-Havva bağlamında, ister evrimci bakış açısıyla bakalım aslında milliyet denen şey koca bir yanılsamaydı. Herkes her millettendi. Her milletin kökeni birdi... Millet kavramı ve milliyetçilik bağlamında düşünürken kendimi AYRINTI yayın evinin standında buldum. Fuarda "ucuza kitap satma" kavramını bir "ayrıntı" olarak gördüklerinden olsa gerek, uzun süredir almayı düşündüğüm "İmparatorluk" isimli kitabın 27 milyon etmesinde sakınca görmemişlerdi. "Görmemiş olayım." diye düşünerek devam ettim.
Aslında her zevke ve de zevksizliğe hitap eden kitap vardı. Hatta Atatürk`ün hitabı -ki Nutuk olarak da bilinir- aşağı yukarı her 5 yayın evinden biri tarafından tekrar basılmıştı. Nutkumun tutulduğunu hissettim.
Ardından her zamanki şakacı tavrımla ingilizce reklamcılık ve pazarlama kitapları satan standa doğru yöneldim. Ortaçağ`da olsaydık rahatlıkla kalkan olarak kullanılacak bir kitapla ilgileniyormuş gibi yapınca, kınalı yapıncak gibi seke seke bir görevli geldi. Tipimden "ingilizce" bildiğim anlaşılıyor olmalı ki bana ingilizce olarak "Taksit yaptıklarını" söyledi. Ben se Türkçe olarak, dilim döndüğünce şöyle dedim: "Bunların içi de mi ingilizce yoksa sadece havalı olsun diye mi isimleri böyle?" Cevabı beklemeden oradan uzadım.
İncil ve MHz. İsa`nın farklı açılardan yapılmış illüstratif çarmıha gerilme sahnelerinin bulunduğu çeşitli kitaplarla dolu bir standdan geçerken, bu görüntüye hazırlıklı olmadığım için gözlerimin faltaşı gibi açılması ve yaşadığım kısa süreli şaşkınlık-şok karışımı durum, satış elemanının (yoksa misyoner mi demeliydim) dikkatini çekmiş olacak ki beni uzun uzun süzdü. Uzun süzmeli bakışlarını kapaması için uyarı mahiyetince klark atınca bakışlarını çevirdi.
Fuardaki standlardan biri de güzel yazı yazmayı yani işgüzarlığı kendine iş edinmiş bir hattata ait idi. Standında sergilediği tek kelimelik "şeyler" beni şaşırttı. Zira bu bir kitap fuarıydı ve genellikle kitap denen şeylerin bir kelimeden daha uzun olması beklenirdi. Her ne kadar yazısına kusur bulamasam da yazılanlar, bana, edebi olarak hiçbir etkide bulunmadı. Zira Osmanlıca, farsça ya da Arapça olarak kaleme alınmışlardı. Zaten ticari olarak da kötüydü. Çünkü sergilediği bu "kitaplar" tek kelimelikti ve söz konusu dili bilenler hemencik okuyup bitirebilirler ve almalarına gerek kalmazdı. Yine de amcaya fazla kızamadım. Çünkü bu stilde yazılan ve kitap olduğu düşünüldüğü için kitap fuarında sergilenen eserlerin önünde benden başkası durmuyordu. Kendisi ve eserleri hakkında ne düşündüğümü bilmeyen amca, onlara uzun sayılabilecek süre baktığımdan olsa gerek, bana gülümseyince ben de hafifçe gülümseyip başımı öne eğerek selam verdim.
Tabi bu vicdan azabı duymama neden oldu. Onun ve eserlerinin hakkındaki düşüncelerimden utandım. Vicdanımı sızlattığı için arkasında asılı duran hat eserlerini kafasında kırmak istedim. Lanet olası ihtiyar bunak neden diğer yaşıtları gibi aksi ve asık suratlı değildi ki...
O sırada bir şey farkettim. Fuar, anasının gözü kadar büyüktü ve bacaklarım yorulmuştu. Eve dönüş yolculuğuna başlama zamanı gelmişti. Beylikdüzü`nün rüzgarlı atmosferinin, benim yürümekten terlemiş vücudumla tepkimeye girip, grip üretmesini engellemek için mümkün olduğunca hızlı adımlarla otobüse ilerledim. Üzerinde Bakırköy yazan otobüse binerken, yorgunluktan olsa gerek "Bakırköy di mi?" diye sordum.
Koltuğuma oturdum. Yolculuk başladı. Trafik çok kötü değildi. İftar saatine daha 2-3 saat vardı. Yine de kalabalık sayılabilecek yolda ilerlerken, yanımızda giden Brithish Petrol tankerine gözüm ilişti. Üzerinde "Sigara İçilmez" ve "Ateşle Yaklaşmayın" yazıyordu. Kendi kendime, ingilizlerin petrollerini taşırken kullandığı tankerlere bile sigara içilmeyen bölüm koymalarını takdir ettim. Zaten sigara içilmeyen bir tankere ateşle yaklaşmak da doğru olmazdı. Ardından baklava satan bir pastanenin vitrininde gördüğüm "Baklavada %25 indirim!" ibaresine gözüm takıldı. Bir kilo baklava aldıklarını sanan zavallı müşterilerin eve gidince 750 gram baklava ile
karşılaşacakları gerçeği kalbimi burktu.
|
|
26.07.2006 22:53:30
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Komik Ülke: POLONYA (2005 tarihli bir gezi yazım) Merhaba gezi tutkunları... Ne oldu? Uzun süredir yazmadığım için eliniz ayağınız titriyor değil mi? Eee gezi müptelası olmadan önce düşünecektiniz. Bu hafta gezeceğimiz ülke pazarıyla ünlü POLONYA... Bu sevimli ülke, tarihte sevimliliği nedeniyle Nazileri baştan çıkarıp 2. Dünya savaşının çıkmasına vesile olmasıyla bilinmektedir. Günümüzdeki önemi ise geçenlerde yapılan seçimler ertesinde ortaya çıkmıştır. Polonya`nın seçim galibi partisinin başında tek yumurta ikizleri olan, adını bilmediğim, bilsem bile doğru yazıp telaffuz edebileceğimden şüphe duyduğum kardeşler var. Diğerinden 45 dakika büyük olan abi Başbakan olurken, sıkışıklıktan dolayı 45 dakika geç kalan kardeş ise haftaya yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminin favorisi. Tabi bu durum, yani devlet yönetiminin ikiz kardeşlere bırakılması bazı tartışmalara yol açtı. ne kadar da birbirlerine benziyorlar di mi? Ee zaten ikiz olmak böyle bişey...
İlk tartışma konusu nispeten önemsiz görünen protokol karışıklıkları... Ülkenin protokol işleri ile ilgili kurumunun başkanının, 25 yıllık hizmetten sonra başa çıkamayacağı bu sorun nedeniyle istifa ettiği söylentiler arasında. Bu idda, protokol fotoğrafçısı tarafından da doğrulandı. Bir diğer tartışma ise yükselen İslam Korkusu ile ilgili... Ülkede sadece birkaç bin müslüman bulunsa da bunların "İKİZLERE TAKKE!" şeklinde espiri yaparak, toplumsal bir krize yolaçabileceği milliyetçi çevrelerce dile getiriliyor.
Devlet görevlilerinin güvenliğinden sorumlu muhafız birliği ve özel harekatlar genel müdürü ise durumu tam bir güvenlik felaketi olarak nitelendiriyor. Zira ikiz kardeşlerden birinin suikaste uğraması halinde diğerininde aynı acıyı hissetme olasılığı çok yüksek. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı ve Başbakan`ın aynı anda görevlerini yapamayacak duruma düşmesi en kötü durum senaryosu olarak ortaya konuyor.
İsterseniz, bu güncel tartışmaları bir yana bırakalım ve ülkemizin, Polonya ile tarihsel ilişkilerinden bahsedelim... Polonyalı denen türden ilk haberdar oluşumuz 14 yüzyıla dayanmaktadır. Lehistan ve Latvia`nın birleşmesi ile Avrupa da büyük bir güce kavuşan Polonyalılar bu büyük güçle ne yapacaklarını bilemedikleri için "Belki ilerde lazım olur." diyerek hiç kullanmamışlarıdır. Bu olayın ardından yaşanan gerçek anlamda ilk ilişki Süleyman Demirel`in 1997`deki Polonya ziyaretidir. Ziyaret Polonyalıları çok şaşırtmış ve Süleyman Demirel`in şapkasını alıp gitmesiyle bu şaşkınlık doruğa ulaşmıştır. Daha sonra ziyaretin bir yanlış anlama nedeniyle gerçekleştiği ve Demirelin aslında Polonezköy`e gitmek istediği anlaşılmıştır.
Osmanlı-Rus savaşları sırasında Ruslardan kaçan bazı mülteci Polonya vatandaşlarının bugün Polonezköy denen yere yerleştirilmesi sayesinde Polonez marka et ürünlerinden mahrum kalmamamız sağlanmıştır. Yeni yeni tanınan bu leziz et ürünleri, iki ülke arasındaki buzları eritmiş ve küresel ısınmaya katkıda bulunulmuştur.
Gelelim Polonya`nın tarihi ve turistik yerlerine... Aslında oraya gelmeden hemen belirtmek istediğim bir hususu araya sıkıştımak istiyorum. Sözleri J. Wybicki tarafından yazılıp M. Oginski tarafından bestelenmiş olan "Jeszcze Polska Nie Zginela" (Polonya Daha Ölmedi) marşı, Polonya`nın ulusal marşıdır. Gelelim tarihi yerlerine... Adını Varşova Paktı'ndan alan Varşova, ülkenin başkentidir. Ayrıca 200 bin nüfuslu TORUN kentinin adı, bizim Polonyalı mültecilerin yaşadığı yere Polonezköy dememize karşı bir jest olarak değiştirilmiştir. Kentin önceki adını ise bilen yoktur zira Polonya dilindeki isimler kullanılmak için bile yeterince kötüyken eski bir ismi hatırlamaya çalışmak tamamen zaman kaybıdır.
Turizm konusunda yaşanan en büyük sorun ülkeye gelen Türk turisterin "Varşova Parkı" nı görmek konusunda ısrar etmesi. Turizim Bakanı Swzetk Olgit, bırakın Varşova`yı, tüm ülkede bu isimde bir park olmadığını, durumun tarihsel bilgi eksikliğinden kaynaklandığını belirtirken Varşova Paktı ile Varşova Parkı`nın birbiriyle alakasız olduğunu ve tarihi anlaşmanın başkanlık sarayında imzalandığını bir parkta imzalanmadığını belirtiyor. |
|
22.07.2006 01:15:51
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Pinokyo`da Bir Terslik Var! Gepetto ustayı zan altında bırakmak istemem. Zira "ustalara saygı" kuşağıdır 80 Kuşağı... Bu kuşağın en büyük kişiliklerinden biri olarak saygısızlık etmek istemiyorum. Ama hayatını ve "haya-" heceleriyle başlayan başka şeylerini, gerçeklerin ortaya çıkması için adayan, bunları gerekirse feda edecek biri olarak sessiz kalamazdım. Tabii geveze biri olarak da... Konuya gelelim. Bildiğiniz gibi ağaçlar aşağıdan yukarıya doğru büyür. Doğadaki birçok şey böyledir. Suda yaşayanlar hariç. Su, farklı bir "doğa" dır. Orada yerçekimi yoktur. Suda yaşayan varlıklar "yatay" olarak yaşadıkları için soldan sağa veya sağdan sola (siyasi kimliklerine göre) büyürler. İki tarafa doğru büyüyenleri de vardır. Onlara "Deniz Yavşağı" deriz. İnsanın bir duruşu olmalı di mi? Gerçii deniz tabanında büyüyen bazı bitkimsi mercanımsı şeyler de yukarıya doğru büyür. Yani nereye doğru büyüyeceğinizi, altınızda sert zemnin ve yerçekimi olup olmadığı belirler.
Karada yaşamasına rağmen "yatay" büyüyenler de vardır. Biz onlara, bilimadamları olarak "Şişko!" deriz. Ama sadece bilimadamLARI yani ÇOĞULken. Teke tek kaldığımızda dalga geçemeyiz. Bizim beyinlerimiz güçlüdür kaslarımız değil. Balinalarla (memeli-balık) şişkolar (mememsi-insan) arasındaki bu benzerlik, hayatın suda başladığının bir başka kanıtı. İlk karaya çıkan varlık muhtemelen koşu yaparak kilo vermeye çalışıyordu. Çünkü yerçekimi olmayan suda, spor yaparak zayıflamak zordur. Her neyse! Neden bahsediyorduk? Evet... Ağaçlar! Ağaçlar, aşağıdan yukarıya doğru büyürler. Yani yerçekimine zıt gelişirler. Tüm bu zıtlıklarına rağmen, bir elma ağacı ve bir Newton sayesinde "yerçekimini" anlamamız ne ironik? Dolayısıyla, her ağacın ve dalın bir "aşağısı" bir de "yukarısı" vardır. Anlatılanlara göre Gepetto usta, Pinokyo`yu ormanda yürürken bulduğu bir kütükten oymuştur.Gelin, bir an için Pinokyo`yu ve yalan söylediğinde olanları düşünelim. Acaba Gepetto Usta, Pinokyo`yu oluşturan sihirli kütüğü ters oymuş olabilir mi? Eğer kütük kalın bir ağaç parçası ise, yani bir tarafı daha ince değilse kolaylıkla böyle bir yanlışlık ortaya çıkabilir. Sorun şu: Gepetto, kütüğü "TERS" yontmuş olabilir mi? Daha açık sorarsam; Uzayan gerçekten burnu mudur? Yoksa yalan söylemek Pinokyo için cinsel bir uyarıcı mıdır? Tabii başka sorular da sorulabilinir: Kırmızı Başlıklı Kız, Güvenli Seksi mi sembolize ediyor: - Pinokyo! Burnun niye uzuyor? Beni daha iyi koklamak için mi? - Aslında...
|
|
20.07.2006 22:32:05
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Marlon The Rambo VS. Marlon Brando
KONU: Kaliforniya`nın Kaliforniya şarkılarına defaatle konu olmuş film stüdyolarının bulunduğu mekanda bir başka film daha çekilir...
Özet: Marlon Brando artık yaşlanmıştır. Holivut denen tek dişi kalmış medeniyetin hengamesinden kurtulmak için Yellow Stone milli parkının yakınlarında bir villa alır ve oraya taşınır. Lakin bilmediği pek çok şeyden biri de oranın eski bir kızılderili mezarının üzerine yapıldığıdır...
Gece iyice çökmüştür aynen Marlon Brando`nun avurtları gibi... Villasının verandasında oturup "Alan da razı veranda" diyerek kendi kendine gülüyordu. Ama bu gülüş uzun sürmedi çünkü espri o kadar da komik değildi. Bir bardak neskafe almak için mutfağa gitmek üzere ayağa kalktığı sırada ilerdeki çalılarda bir silüet farketti.
- Hey! Kim var orda!
Cevap gelmemişti... - Demek cevap veremiyorsun!
Çalılıkların arasından bir çalı çıktı. Bu Amerika`nın baş-kanı Bush idi. - Bay Başkan siz miydiniz?
Başkan Bush konuşamadı. Bir kaç adım attı ve yere düştü. Yere düşmesiyle meşur olduğu için marlon Brando önce şaşırmadı. Fakat yanına gittiğinde, durumunun kötü olduğunu farketti. Hemen yerden kaldırdı ve üç kere öpüp daşına koyduktan sonra kimsenin basamayacağı bir yere kaldırdı. Bir kaç dakika sonra kendine gelen Bush olanları anlattı...
- Bisikletle dolaşırken kayboldum. Bu da yetmezmiş gibi manyak bir katil peşime düştü. Elinden zor kurtuldum.
Marlon Brando son birkaç gündür ne gazete okumuş ne de televizyon seyretmişti. Bu nedenle başkanın kaybolduğundan habersizdi. Uyumaya karar verdiler. Zira Marlon Brando, Bush`un herhangi bir şey yapmasının tehlikeli olabileceğini biliyordu.
Onların uyumalarını bekleyen bir çift göz vardı dışarda. Geçmişten gelen bir hayaletti bu; Marlon Brando`nun oynadığı "Apocalipse Now "adlı filmde oynayan ve daha sonra Vietnam'dan dönen film ekibince orda unutulan Marlon Brando`nun dublörüydü. Kendisine "Marlon The Rambo" diyordu. Marlon Brando'dan intikam almak için buraya gelmişti ve Bush ile karşılaşınca "Onu da aradan çıkarayım." diye düşünüp peşine düşmüştü. Yani aslında bu olay Brando ile The Rambo arasındaydı. Bush`un olayla ilgisi yoktu. Onu bırak gitsindi... Katil ruhlu adam yavaşça içeri süzüldü. Amerikan Başkanı salonda, Marlon Brando ise salomanjede yatıyordu. Önce Bush`u halletmeye karar verdi. Mutfağa gitti ve mısır cipsi paketlerinden birini açıp içinden bir tane aldı. Salona döndü ve hiçbir şeyden habersiz uyuyan başkanın ağzına koydu. Genel olarak hiçbir şeyden haberi olmayan başkan Bush uyku sersemliği ile cipsi yemeye çalışınca yemek borusuna kaçırdı ve nefesi kesildi. Ama yukarda uyuyan Marlon Brando`nun uykusu hafifti. Duyduğu tıkırtılara uyandı ve tüm haşmetiyle babalandı, Marlon The Rambo ya;
- Kimsin sen! Ve başkandan ne istiyorsun! - Aslına bakarsan hiçbir şey. Benim esas istediğim sensin.
Brando adamın yüzünü sonunda hatırladı. Ve klasik cümleyi söyledi: - Ama bu imkansız. Senin Vietnamda öldüğünü sanıyorduk!
- Beni orada terkettiniz. Tüm hayatımı Vietnamlılarla geçirmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz. Ormanda yaşadım. Aynen Rambo gibi...
- Bunun için beni suçlayamazsın. Suç; film ekibi geri dönerken herkesin tam olup olmadığını ayak sayılarını toplayıp 2 ye bölerek bulmaya çalışan Casting Boy da... Gerçi o da suçsuz. Kim tahmin ederdi ki usta yöneymen Fransiz Ford Kopolla`nın o sırada meditasyon pozüsyonunda olduğunu?
- Ben onu bunu bilmem. Öleceksiniz o kadar!
- APOKALİPS NOW!
Birden Marlon Brando`nun köpeği Apokalips, Marlon The Rambo`nun üstüne atladı. Sonra Marlon Brando da olaya ağırlığını koydu ve vahşi adamı etkisiz hale getirdiler. Olay kontrol altına alınmış gibiydi. Fakat hala bir sorun vardı. Başkan Bush nefes almıyordu. Başkan 15 dakikadır havasız kalmıştı. Zavallı başkanın öldüğünü sanan Marlon Brando ona duyduğu saygıdan ve kimse takılıp düşmesin diye cansız bedenini yerden kaldırdı. Koltuğa koymak üzere hareket ettiğinde dengesini kaybetti ve başkanı düşürdü. Düşmenin etkisiyle başkanın göğsünde oluşan basınç, nefes borusunu tıkayan cipsin dışarı çıkmasını sağladı ve başkan hayata döndü. Bu inanılmazdı. Zira bir insan beyni 15 dakika havasız kalırsa geri dönülmez beyin hasarları oluşurdu. Ama başkan Bush eskisi gibi görünüyordu. Bu olaydan sonra Marlon Brando, Marlon The Rambo ile son bir film çevirdi ve gelirini ona bırakarak kendini affettirdi. Başkan Bush da Marlon The Rambo`yu affetti. Gerçi kimse umursamadı ama olsundu...
Marlon The Rambo bugün Mecidiye köyde yaşamaktadır. Tabii buna yaşamak denirse... THE END
Not: Eski bir yazıma, burayı göstereyim dedim... Yeni yazıları acayip kıskandı laf aramızda... Bu yazıyı yazdığımda başkan Bush bisikletten düşmekle ve mısır cipsi yerken boğulmakla uğraşıyordu... |
|
13.07.2006 23:18:55
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Selimpaşa'dan selamlar! Bir süredir yazmadığımı sanıyorsunuz di mi? Selimpaşa'da tatil yaptığımı... Ama yanılıyorsunuz. Yazıyorum. Fakat atalarımızın yaptığı gibi kağıda... İşte şu gördüğünüz yerdeyim. Yani burası... Bu son...
Tabii hava böyle kurşuni değil. Kuzey Yarım Küre'de yaz mevsimi yaşanıyor bildiğiniz ve hatta içine girip yüzdüğünüz gibi... Yazmaya devam ediyorum. Yayınlanması biraz zaman alacak. Önemli değil, dayanırsınız. Yazılarıma müptela olanlar "yoksunluk" krizine girecek tipler değildir. Değilsiniz di mi? Lütfen öyle olmadığınızı söyleyin!
NOT: Lütfen bana dokunmayın, kızardım. "Sinirlenirdim" ya da "utanırdım" anlamında değil, güneşte kavrulma anlamında:
|
|
09.07.2006 01:34:41
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
HABERLER
Ana haber bültenimize hoşgeldiniz. İşte bazı haberler...
Irak'ta ABD askerlerince dövülen yaşlı adam Türk çıktı! Abd TV`lerinde günboyu yayınlanan dayak sahneleri üzerine, dayak yiyen amca, görüntülerin izinsiz kullanıldığı gerekçesiyle uluslararası yargıya başvurdu. Amca basına yaptığı açıklamada: - Zaten elimize üç kuruş emekli mayşı geçiyo...Avukat bey dedi ki çok para veriyollarmış böle davalarda. Bakalım kısım. Hadi allaha emanet ol güzel yavruuum... dedi.
Resimde "güzel yavruuum" dedikten sonraki hali görülüyor... ––––––––––––––––––––
Gecekondu yıkımında polisle gecekondu sahipleri arasında gerginlik yaşandı. Sultanbeyli`de hazine arazisi üstüne yapılan binaları yıkmak için gelen ekipler taş, kağıt ve makas yağmuruna tutuldu. Taş makası kırdı, makas kağıdı kesti, kağıt taşı kapladı. Sonuçta olay büyümeden tatlıya bağlandı. Gece gece ev işaa ederseniz... ––––––––––––––––––––
Turizm Bakanı Atilla Koç, vatandaşları, kendisine "Uğur Mumcu" dememeleri konusunda uyardı. Yaptığı açılamayı ekrana getiriyoruz: - Benim adım Atilla Koç. Ama bazı vatandaşlarımız hala eski bakanın adıyla hitap ediyorlar. Ama esas kötü olan o ismi de yanlış hatırlıyorlar. Eski bakan Uğur mumcu değil Erkan Mumcu idi. Erkan Yolaç da değil. Zira öyle diyenler de vardı. Kimlerle uğraşıyoruz hey Allahım!
–––––––––––––––––––– Japonya`nın Kozuko Zoo hayvanat bahçesinde dünyaya gelen panda, büyük bir heyecan yarattı. Soyları tükenmekte olan pandalar korunma altında olmasına rağmen hala doğurmaları şaşkınlık yaratıyor. Yetkililer her tür korunma yöntemini denediklerini ama yine de pandaları engelleyemediklerini belirtiyor. Fotoğrafta korunmalı sex yapmasına rağmen hamile kalan panda görülüyor...
Çanak çömlek üretilen bir fabrikada yaşanan bir patlama sonunda, saklanan herkes ortaya çıktı. Polis, aranan birçok kişinin yakalandığını belirtirken, fabrikanın sahibine yaptığı bu hizmetten dolayı FAHRİ KORUTÜRK ünvanı verildi.
Çalıntı veya kaçak cep telefonu kullananlara kötü haber! Yetkililer yaptıkları açıklamada: "Telefonunuz ister çalıntı olsun, ister kaçak, hepimiz birgün öleceğiz." dedi. Haberin ardından haber merkezimize gelen telefonlar yüzünden santralimiz kitlendi. Ayrıca baz istazyonlarının asit yağmuruna yol açamayacakları, tam aksine asidi nötrledikleri eklendi.
Londra metrosunda bulunan şüpheli kutu korku yarattı. Birkaç gün arayla meydana gelen saldırılar nedeniyle tedirgin olan Londralıların, metroyu, şüpheli kutu sandıkları belirtilirken, Londra köprüsünün yanmasında El-Kaide bağlantısı olabileceği dikkatlerden kaçmadı. İngiltere başbakanı Tony Blair, halktan sakin olamalarını ve oldukları yerde kalmalarını istedi. Şöyle devam etti; - Londralılar! Endetura bir, iki, üç oyununda asıl önemli olan; sakin kalmak ve ebe yüzünü bize döndüğünde hiç kımıldamadan olduğumuz yerde kalmaktır. Politik çevreler, Blair`in bu açıklamadaki amacının tamamen konuyu dağıtmak olduğunda hem fikirler...
Ves Por...
Sayısal rekora koşuyor! Türk atlet Esra Sayısal, Avrupa atletizim şampiyonasında 2000 metre finallerinde 6:49 dereceyi hedefliyor. Uzmanlar bunu yapma ihtimalini 2 milyonda bir olarak değerlendirse de, Esra "Birden çok kulvarda koşarsam şansım artar!" dedi.
Alın size boşluklu yazı...
–––––––––––––––––––– |
|
04.07.2006 23:51:07
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
"Boşluksuz Bir Yazı."
Bazı insanlar yazılarında boşluk bırakırlar. Bunun nedeni yazarın, okuyucuya, okuduğunu anlaması için zaman tanıma isteğidir. Bazı insanlar ise yazılarındaki boşluğu yazının bir devamı olarak kullanır. Anlatmaya çalıştığı şeyin veya hissettirmeye çalıştıklarının sembolüdür boşluk... "Boşluksuzluk" ise kurguda, konu bütünlüğünde mantık hatası olmamasını ifade eder.
Peki ya "boşluk" nedir? Bir "şey" midir? Yoksa her tür şeyden yoksun olunan durumu mu anlatır? Boşluk tanımlanabilir mi, kötü ya da iyi bir anlam, bir değer verilebilinir mi? Boşluğun resmini google'da aratınca karşıma ne çıktı? Diğer sorulara cevap veremem ama bu sonuncuya vereceğim: Sanırım bunsuz bir yazı olamayacağını anlamışsınızdır... Zaten bu da bunsuz değil, bunlu...
SONUÇ: Boşluksuz yazı olmaz. Yazının, dilin tam olarak dolduramayacağı, tanımlayamayacağı bir varoluş bu... Heisenberg'in belirsizlik teorisi, yazı için de geçerlidir sizin anlayacağınız... Ünsüz edebiyatçı Ömer Kırat'ın bir sözüyle bitirirsek; "Boşluklu olmazsa yazılar, nasıl doldururlar kendilerini o yazıya, onu okuyanlar?" Teşekkürler.... Gerçekten! Yağ yapmıyorum... |
|
03.07.2006 22:50:42
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
"Güzellik Gerçektir, ve Gerçek Güzeldir"
Hala orda di mi? Uyuz yazı! "Buraya "Güzellik Gerçektir, ve Gerçek Güzeldir" yazan eşektir!" yazacağım sonunda o olacak! Neyse... Fotoğraftan da anladığınız gibi bugün "Orada Olmayan Adam" filminden bahsedeceğim. Bu film; Coen kardeşlerin şimdilerde Türkiye'de yaşayan, kayıp bir kardeşleri olabilir mi diye düşünmeme yolaçmıştı. Zira tam da benim sevdiğim bir hikaye anlatma tarzını, anlatmayı sevdiğim konuları kullanmışlardı. Filmin sonlarına doğru berber dükkanındaki masada duran LİFE dergisindeki konuların, anlatılan hikaye(ler) ile uyumu en sevdiği kısmıydı. Sanki COEN kardeşler Life dergisinin eski bir sayısını karıştırırken, derginin içindekileri kapsayan bir senaryo yazmayı düşünmüşlerdi. Zaten bir şey yazmak için KONU aramak abes değil mi? Hayatlarında Cenk&Erdem dinlemiş kişiler sadece bir tek kelimeden, hayal gücünün de yardımı ile inanılmaz hikayeler çıkacağını bilirler. Yazmak için konu aramak, ilkokulda kompozüsyon derslerinde öğretilen "başlık en son yazılır" mantığından kaynaklanır. Oysa ben, sadece güzel bir başlıktan ortaya bir hikaye çıkartırım. Zira sanatsal ve özellikle edebiyattaki yaratıcılık; çağrışım ve hayal gücünün, yazarın bilgisi (ki bilimsel bilgiden, hayatta kalmak için gerekene, sosyal hayatla ilgili olanlara dek her tür bilgi) ile etkileşmesinden ortaya çıkar. Kültürsüz, olup bitene karşı ilgisizseniz elinize kalem almayın. Ya da klavyeyi taciz etmeyin. Bu yazı da dahil olmak üzere, ortaya çıkan her tür yazılı eser aslında zincirleme bir çağrışımdan başka birşey değildir. Dolayısıyla bilgiyle dolu zihninizi ve hayal gücünüzü, çağrışımın ellerine teslim ederseniz, eski bir dergi sayısından bile böyle bir senaryo ortaya çıkartabilirsiniz. Ve Coen kardeşlerin malvarlığı üzerinde hak talep edebilirsiniz.
Not: Umarım blogumun birkaç gündür hep aynı cümleyle açılmasının bir açıklaması vardır! Yoksa başka biri mi var? |
|
29.06.2006 23:29:54
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Blogumu açtığımda karşıma çıkan"Güzellik Gerçektir, ve Gerçek Güzeldir" sözünün, gelecekte bana tükürdüğümü yalatacağını söyleselerdi, geçmişte bu sözü söyleyen kişiye engel olmaya çalışırdım. Tabii neden-sonuç ilişkisinin kopmazlığından dolayı başarısızlığa uğrardım. Ve yine tükürdüğümü yalardım. Hatırlatma; dün buraya bir süre yazmayacağımı tükürmüştüm. Bu olay bana Terminatör film(ler)ini hatırlattı. Serinin üçüncü filminde; geleceğin değiştirilemeyeceğini ve T800 modelinin kendinden sonra üretilen T1000'den de ve ardından gelen cadalozdan da (T-X di galiba) iyi olduğunu anlıyorduk.
NOT: Bu arada T-1000 James Dean'e benzemiyor mu? Metalci asi gençlik diycem ama kendisi "asilere" karşı... Hatta liderlerini bi yakalasa...
Neyse konuyu yeterince dağıttık. Anlatmak istediğim buraya yazmaya devam edeceğim zira gizemli mesajcımız bloguma dadanmaya devam ediyor. Etsin tabii... Onsuz olmaz. Öyle tek başıma konuşamam. Sırf bu yüzden şizofren bile olabilirim. Gelelim "Güzellik Gerçektir, ve Gerçek Güzeldir" sözüne... Gerçeğin güzel oluşu ya da olmayışı tartışma konusu bile edilmemelidir... Gerçeği sadece anlayıp kabul edebiliriz. Bunun dışında ona veya onunla ilgili olarak yapacaklarımızın, hakkındaki düşüncelerimizin herhangi bir gerçekliği, etkisi yoktur. Zaten güzellik bakan gözdedir. Ya da "Herşey görecelidir tabii güzellik de"... Veya güzelliğin on par etmez, bu bendeki aşk olmasa... O da yetmezse "Güzellik geçicidir, size de bulaşabilir!" diyebiliriz. Not: Aşık Veysel, James Dean'e benzemiyor di mi? Benzemiyor, benzemiyor... Allahtan kendisi kördü. James'e benzemediğini görseydi kim bilir ne üzülürdü. Baksanıza, albüm kapağındaki resminde bile ne kadar üzgün... Sanki korsancıların emeğine saygısızlık yapmasına bozulmuş. |
|
29.06.2006 00:59:19
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Merhaba! Bugün bloguma bişey yazmak istemiyorum. Çünkü yazı sayfasını açtığımda, karşıma eski mesaj çıktı. Oysa ben ilhamımı her seferinde yenilenen o yazıdan alıyordum. Neyse... Sanırım bir süre buraya yazı eklemeyeceğim. Mızmızlanmamı dinlediğiniz için teşekkürler... |
|
26.06.2006 23:25:43
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
"Herkez Tek olsun" blogumu açınca karşıma çıkan yazı buydu. Zaten bu nedenle bugünü "Dünya, Herkes Tek Olsun Günü" ilan ettim. Bu günün diğer özel kutlama günlerinden ayırılmasını sağlayan en önemli özelliği diğerlerindeki "birlikteliğin" burada olmaması. Yani kimseyle birlikte olmayacağız ama hep birlikte bu günü kutlayacağız. 24 saat boyunca herkes tek dolaşacak. İsteyen evde veya diğer kapalı mekanlarda (mesela Kapalıçarşı ) isteyen dışarda (mesela Kapalıçarşı civarında) zaman geçirecek. Tek şart yalnız olmak. Biliyorum biraz zor. Ayrıca "kutlama" denen şeyin özüne (yani kurukalabalık olgusuna) aykırı ama bir deneseniz ölür müsünüz? Tabii yoğun bakım gerektiren bir hastaysanız, evet ölürsünüz... Ama zaten bir gün ölmeyecek miyiz? En azından önemli gün ve haftalarda ölmüş olursunuz. Hem böylece geride bıraktığınız insanlar iki önemli günü aynı anda kutlar. Yalnız olacakları için sizi hatırlayınca rahat rahat ağlarlar hem... Sonuçta hepimiz yalnızız... Kendi benliğimize hapsolmuşuz. AŞK mı dediniz? Ama onun için cesaret gerekir. Öyle blog'a mesaj yazmakla aşk olmaz. Gerçi benim hoşuma gitti. İki dir yazacak konuyu o mesajlardan çıkartıyorum. İşte böyle... Ya da değil. Ne biliyim! Şu an aklım başka şeyle meşgul: "Bugünkü blog yazımı nasıl bitirsem?" diye düşünüyorum. Sanırım bir kutlama mesajıyla bitirmeliyim: Herkesin tek tek "Herkes tek" gününü kutlarım... Ama uzaktan!
Not: Bana mesaj yazan (ya da benim yanlış anladığım) kişi! Naber? Nasılsın?
|
|
24.06.2006 22:23:19
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
"ben sana mecburum, bilemezsin.." Bloguma yeni bir yazı eklemek için sayfayı açınca, her zamanki "Bugün böyle başladı" yazısı yerine bu yazı çıktı karşıma... Acaba kim bana mecburdu? İnsanların bana "zorunluluk" illiyeti ile bağlanması zoruma gider. Ben her zaman "Herkes Tek olsun" önerisini getiren biri olmuşumdur. Çünkü kendisiyle bir arada kalamayan, benliğiyle küs insanlardan hiç hoşlanmam. Gerçi onlar beni severler... Ne dediniz? Resim mi? Peki:
Neyse, ne diyordum? Diyordum ki iki insan arasındaki ilişki asla salt AŞK veya Sevgi şeklinde basite indirgenemez. Basit bir formül vardır: AŞK/NEFRET=SEVGİ/SAYGI Yani, aşkın nefrete oranı ile sevginin saygıya oranı eşitse, kimsenin kimseye mecbur olmadığı, manken literatüründeki değişle "DÜZEYLİ" bir ilişki vardır bu kişiler arasında... Bir resim de benden:
Bugün sizinle paylaşmak istediklerim bu kadar. Sizinle paylaşmayacaklarım ise şunlar: Can sıkıntım, Kalbimdeki sızı, kahvaltıda sadece Rus Salatası yememden dolayı midemde oluşan tuhaf his, uzun süredir spor yapmadan geçen zamanın ardından bugün bir kaç yer hareketi yaptığım için yarın ağrıyacak kaslarımı, bundan vazgeçirmek amacıyla sergilediğim umutsuz, ikna çabası... Evet bunları sizinle paylaşmayacağım. Onlar benim! Gerçek Ben buyum! Kapatıyorum... Bye!
EDİT: Az önce birşey farkettim. Tanıtım yazımda şiir de yazacağımı beyan etmişim bu siteye... Oysa şu ana dek yazmadım Hemen bu eksiği gideriyorum: Bilinmeyene doğru yelken açtım. Direk düştü. Hemen kaçtım. Güzelim yat batarken Gülücükler saçtım.
|
|
16.06.2006 00:31:34
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
İnsanlar için sıfatları önemlidir. Kimisi "doktor" kimisi "anne" kimisi de "İstanbullu" dur. Ki bu son grup 14 milyon kişidir ve bir arada yaşarlar. Üstelik birbirlerine yabancıdırlar. Ama yine de İstanbullu olduklarını söylerler konu açılınca... Bugün İstanbul'da dolaşıp durdum. Yapılması gereken bazı şeyler nedeniyle. Tesadüfe bakın ki diğer 14 milyon kişinin de yapması gerekenler varmış. Onların yapması gereken neydi bilmem ama onlara yapmak istediklerimi duysalar belki de böylesine kızdıracak kalabalık gruplar halinde benim etrafımda dolaşmazlardı.
Sinerji önemlidir. Bir elin nesi var, iki elin sesi var gibi... Ama eller 28 milyon olunca ortaya, işbirliğinden ziyade bir tür elle tasallut kompozüsyonu çıkıyor. Neyse, kısacası günlük; ben kalabalık sevmem... Her ne kadar adımı haykırıp, tezahurat yapsalar da... Çiçekleri de geri götürün! İstemem! Sabah kalabalık yapıp canımı sıkmadan önce düşüneceklerdi! |
|
14.06.2006 00:25:27
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
Haziran ayının ondördünün böylesine yağmurlu ve iğrenç olması, içinde bulunduğumuz aya neden "Haziran AYI" dendiğini açıklıyor bize... AYI işte! Ne bekleyebilirsiniz ki? Bugün buraya yazmak istediklerim kısaca; Yağmurdan nefret ediyorum, Gene Kelly'i anlamıyorum ve bloguma resim koymak istiyorum...
Gene Kelly! Neden yağmuru bu kadar seviyorsun? dans edecek kadar? Yoksa sadece aşık olduğun için mi? Yani aşık olursam ben de yağmuru sever miyim? Yoksa adı YAĞMUR olan birine aşık olmam mı gerekiyor? Gene Kelly! Cevap ver bana! Türkçe bilmemen mazeret olamaz! Bloga resim koymak çok eğlenceliymiş. Bi tane daha geliyooor:
Bu kadar yeter! Burası resim galerisi değil! Sadece öyle davranıyor. Aslında içten içe çürüyor ve yakında yıkılıp otopark yapılacak. Böylece rehabilite edilen otolar bu parkta korumaya alınacak... Zira İstanbul trafiği psikolojik hastalıklara neden olabilir...
Mesela İstanbul trafiği paranoyaya neden olabilir. Sürekli tanımadığınız birilerin sizi takip ettiğini düşünebilirsiniz. Veya arada içinizdeki trafik canavarı ortaya çıkar ve bir tür çoklu kişilik sendromu yaşayabilirsiniz. Tabiii buna "yaşamak" denirse... |
|
11.06.2006 21:30:42
|
Hoverkraft'ın Rotası |
| |
On bir Haziran'da blog yazmaya başlayacağımı bilseler, muhtemelen OMEN filmini 06.06.06 tarihinde değil, bugün vizyona sokarlardı. Merhaba Ömer Kırat tutkunları, hayranları, müryidleri ve tabii ki hakkımda, sıralamaya (ilk üçe) girmelerini engelleyecek şeyler düşünenler!
Öncelikle temel konularda anlaşalım. Bu blog benim... Siz sadece ziyaretçisiniz ve 90'ların aynı isimli kült dizisindekiler (Ziyaretçiler) gibi fare yutsanız bile bu değişmeyecektir. İkinci olarak, burada okuduklarınızdan hoşlanmamak dışında hiçbir hakkınız yok ve olamaz. Ayrıca yazılarımı okumadan sadece blogumu okumak önerilmez. Çünkü blog benim ve istediğimi öneririm. (bkz. birinci madde)
Bu şartları kabul ediyorsanız, internetin ne olduğunu bilmiyorsunuz demektir. Zira internette hiçbir şeyi kabul etmek zorunda değilsiniz. Sanal dünyadan, gerçek dünyaya! Hello! We are here now!
Blog hakkında bilmeniz gereken bir diğer ayrıntı da düzenli olmayacağıdır. Sık güncellenmez.
İşte kısaca böyle... Şimdi doğruca kitaplığıma gidin ve yazılarımı okumaya başlayın. Zaten başladıysanız, kaldığınız yerden devam edin. Kaldığınız yeri unuttuysanız, kolunuzdaki veya boynunuzdaki acil durum "Kimim ben? ve Nerde yaşıyorum veya kalıyorum?" bilgi notunu okuyun. |
|
|
KAPAK YAZISI: İş bu kapak, Ömer Kırat tarafından hazırlanmış olup tüm hakları helal edilmiştir. İş bu Ömer, ailesi ve yakın çevresince "İş bul Ömer!" teranelerinden bir an olsun kurtulmak için birşeyler yazmak adına sitenize gelmiştir. İş bu yazı, ünlü Japon Edebiyatçı Kazumi İşbu'nun şu sözüyle bitecektir: "Edebiyat su gibidir; girdiği zihnin şeklini alır ve beyni efervesan olanlara iyi gelmez!"
|
|