Herkes aynı notayı söylediğinde uyum elde edilmiş olunmuyor. -Doug Floyd |
|
||||||||||
|
Yanından dörtnala geçtiğim köylü "Tayın gemine asılma, o yorulduğu yerde durur!" diye bağırmasaydı, ilk defa benim bindiğim tay, beni sırtından yere kesinlikle atardı. Yarıştığım arkadaş, karakol komutanı Mustafa astsubay çok gerilerde kalmıştı. Sonunda dere tepe yıldırım hızıyla koşan tay yorulmuş olmalı ki kendiliğinden durdu. Sırtından soğuk terler akıtan ben de derin bir oh çektim. Yol ve yarış arkadaşımı da bir süre at sırtında bekledim. "Uçtun be arkadaş!" dedi komutan. "Senin tozuna bile yetişemedik. Senin öğrenciler sana hiç binilmemiş tay getirmişler. Dua et seni alıp yere vurmamış." -Komutan! -Buyur hocam! -Ben çok susadım, biraz da korkudan olacak herhalde. Buralarda bir çeşme veya yakınlarda bir köy var mı? -Ben de susadım. İlerde, tepenin ardında bir köy olacak, orada içeriz suyu. Tepeyi aşınca köy göründü. Köyün bize bakan tarafında kadınlar çömelmiş çamaşır yıkıyorlardı. Yanlarına yaklaşınca ürkek ürkek bize baktılar. Çamaşır yıkadıları yer, suyu boz bulanık akan, hemen köyün yanından geçen dereydi. Kadınların biraz yukarısında da derenin içinde birkaç inek su içiyordu. Üniformalı karakol komutanını görünce toparlandılar. Çoğu Türkçe de bilmiyordu; ama en azından oradaki çocuklar anlar, diye düşünmüş olmalı ki arkadaşım: -İçecek suyunuz var mı, dedi. Aralarında bir şeyler konuştular. Bu arada yanlarındaki çocuklardan biri köydeki dereye yakın ilk eve doğru koşmaya başladı. Biz, çocuğun su getirmesini beklerken o, elinde bir bardakla geldi. Kadınlardan biri bardağı deredeki suya daldırdı, çocuğa verdi. Çocuk da su dolu bardağı doğru bana getirdi. Bardaktaki bozbulanık suya hayretle baktım. İçinde çamaşır yıkanan, çocukların ve de ineklerin oynaştığı bu derenin suyundan mı içecektim? -Bu ne komutan? Derenin suyunu mu içeceğim? -Bu köyde başka su yok hocam. Köylü de bu sudan içer. -Susuzluktan ölsem de ben bu suyu içmem, dedim, bardağı komutana verdim. O bardağın yarısını da olsa içti. Teşekkür edip ayrıldık oradan Abdurrahman Ağa'nın köyüne doğru. 1973 yılında insanlar içme suyu olarak pis bir derenin suyunu kullanıyorlardı. ------------ Pos bıyıklı, kalın kaşlarının altında gözleri fıldır fıldır dönen Abdurrahman Ağa: "Hoş gelmişsen baş efendi, sefalar getirmişsen." diyerek karşıladı bizi. Atlardan indik. "Bu da kim?" der gibi yan gözle bana bakan Ağa'ya, "Karaağıl Ortaokulu'nun öğretmeni olur arkadaşım." dedi Mustafa komutan. Eve girerken kapıya dizilen köylüler de "Hoş gelmişseniz, şeref vermişseniz." diye tek tek tokalaştılar bizimle. Tabanı keçeyle döşeli genişçe bir odaya girdik. Minderlere oturduk. Tabakalar ortaya atıldı. Kaçak Muş tütününden sigaralar sarıldı. İçeri duman olmuş, havasız kalmış kimin umurunda. Abdurrahman Ağa, kuracağı peynir üretme tesisleri hakkında komutanla konuşuyor. "Yakında temeli atacağız. Hazırlıklara şimdiden başladık. Vali, kaymakam beyler de gelecek. Siz de birkaç jandarmayla gelesiniz komutan." Biz, Abdurrahman Ağa'yı dinlerken gözlerim faltaşı gibi açılıyor. Odanın bir köşesinden çıkan fare öbür köşeye kadar koşuyor. Biraz sonra ters yöne bu koşulara devam ediyor. Odadakiler umurunda bile değil farenin, fare de odadakilerin. Benden başka da şaşıran yok. "Komutan, bunlar aileden olmuş(!)." diyorum. "Boş ver hoca, rahat ol!" diyor. Odada yalnız fare olsa iyi. Bir de keçenin üstünde zıplayan sanki dans eden pireler var. Onları da görünce ben de kıpırtı başlıyor. "Haydi..." diyorum komutana, "...şu sohbeti bitir de bir an önce gidelim." Alaycı alaycı bakıyor arkadaşım. "Sen ne diyorsun hocam? Daha yemek yiyeceğiz. Adamlar hazırlık yapmış, çok ayıp olur." Ben, minderin üstünde, susadığım halde su da içmeden diken üstünde oturuken yer sofrası kuruluyor. Karnım da acıkmış. Fareyi, pireleri yani odanın diğer sakinlerini de unutarak sofraya kuruluyorum. Çorba, tabanı cıbıl cıbıl yağlı pirinç pilavı, bir de içinde et yerine bulgur olan kadınbudu köfteye benzer bir köfte. Hepsi diziliyor geniş sininin üstüne. Ayrı ayrı tabaklar kimin aklında. Daldırıyoruz kaşıkları çorba tasına. Sıra o köftemsi yemeğe geldiğinde çatalla bölüyorum içi bulgurlu dışı yumurtalı köfteyi. Ortada uzunca siyah bir kıl. Yavaşça çekiyorum çatalı. Yufkayla yoğurda devam. "Hoca, sen acıkmamışsan herhalde?" diyor Abdurrahman Ağa. "Pek de acıkmadım." diyorum. "Ben yufkayı özlemişim, yoğurdu da çok severim." Bıyıkları yağlı, göbeği şiş Abdurrahman Ağa, süt tesisleri temel atma törenine bizleri de davet etti. Okul zamanı olduğu için gidemedim. Odasında fareler cirit atan, keçesinin üstünde pireler uçuşan Abdurrahman Ağa, il, ilçe ekabirlerinin katılımıyla temeli atmış. Atmış da o temel öyle boş kaldı. Ağa, krediyi almış, keyfine bakmış. Ben, "O yörelere yatırım yapılmıyor." sözüne hiç inanmam. Abdurrahman Ağalar oldukça krediler iç edilir, fareler de cirit atar, pireler de uçuşur. Temizlik o gariplerin neyine. Yeter ki Ağa'nın kredileri gelsin. .................. Köye ortaokul açılmasına karar verilince muhtar ve iki aza köyden on iki bin lira para toplarlar sınıflara sıra almak için. O zaman benim maaşım bin lira civarında. Erzurum'dan altı bin liralık sıra getirilmiş. Yirmişer öğrencilik iki sınıfın da kara tahtası yok. "Muhtar, şu kalan parayı verseniz de çok eksiğimiz var, onları alsak." diyorum. Çünkü önemli miktarda para ortada yok. "Hoca, hoca, sen ne demek istiyorsun?" diyerek çaktırmadan belindeki tabancayı gösteriyor muhtar. ................... Devletin gönderdiği on bin lirayı bile "Harcamanız belirlenen kalemlere uymuyor." diyen malmüdürünün yüzünden harcayamıyoruz. Sadece bin lirasını kömür almış gibi göstererek kışlık yakacağımız tezek için harcayabiliyoruz. Şimdi oraya, Karaağıl'a yatılı bölge okulu yapılmış. Koca binada öğretmenler mahrumiyetleri yaşamadan görev yapıyorlardır. Terör belasından dolayı huzursuzlar mı bilmiyorum. İnsanın korkusu olmazsa, içi rahatsa mahrumiyet falan vız geliyor. "Doğu Öyküleri" şimdilik bu kadar. Anlatacak daha pek çok yaşanmışlık var. O günlerin zorluklarını bugünün gençlerine anlatmak zor. Benimki hem anma hem de kırk yıl önceki yaşamı aktarma. ................. Bir öğretmen Yirmi bir yaşında Koyu karanlık gecelerde kurtların uluduğu Dağ başında Sobasında tezek yanar Dışardan içeriye Eser Buz gibi rüzgâr Karatahta yokmuş Kömür, odun yokmuş Bin bir yoksunlukmuş Geç onları Bak Seni bekleyen Öğrenmeye aç Yirmi çift göz Var .............................................................................. DIŞARDA KAR BİR METRE (Doğu öyküleri 2) Salıncakta iki kişi değil, iki atın çektiği kızakta karşılıklı oturan dört kişiydik biz. Bir de köyün postası, kızak sürücüsü Gazi’yi sayarsak beş kişi. Bir metreye yakın karın üzerinden sanki bembeyaz halının üzerinden kayar gibi kayıp gidiyoruz. Atlar terlemiş, yorulmuş umurumuzda mı? Sohbet koyulaşmış, kahkahalar sigara dumanlarıyla birlikte yükseliyor gökyüzüne. Köye on beş kilometre uzaktaki ilçeye, kırk kilometre dolaşarak gidiyoruz kızakla. Murat ırmağı o yıl buz tutmadığı için üstünden geçilemiyor. Köprüyü dolaşınca da yol uzuyor. Kızakla giderken üşümemek için sarıp sarınırsınız; ama ne sararsanız sarın ayaklarınız yine üşür. Bizim de ayaklarımız üşümüş olmalı ki farkına varmadan birbirimize yaklaşmak için kızağın bir tarafına yığılmışız. Hızla ve keyifle giderken kızak yan döndü, hepimiz bir tarafa savrulduk. Üstümüzdeki karları çırparken bir taraftan da hepimiz düştüğümüz duruma gülüyoruz. Bizim kızaktan düştüğümüz yerden epeyce uzakta atları durdurabilen Gazi: -Çabuk binin kızağa, gülüp durmayın; yoksa hepinizi bu soğukta, karda döker giderim.” diyor. O zamanlar tek toprak caddesi olan ilçeye, Bulanık’a vardığımızda Gazi, kızağı ve atları “kızak park etme yeri”ne götürüyor. Hani bizim köylülerin ilçeye pazara gittiğinde traktörleri, minibüsleri park ettiği yerler gibi orada da kızaklar park ediliyor. “Fazla gecikmeyin, “ diyor Gazi, “..ortalık kararmadan, kurtlar ortaya çıkmadan dönelim geri.” …….. Paltomun yakasını kaldırdım, barakadan hükümet binasına doğru gidiyorum. “Hükümet binası da barakadan olur muymuş?” derseniz, evet 1972 yılında Bulanık hükümet binası barakadandı. 1966 Varto depreminden sonra burası da Varto’ya yakın olduğu için güvenli olsun diye böyle bir barakaya taşınmıştı. Tek pencereli kulübeye benzer bir yapının yanından geçerken “Tık tık..”diye cama vurulduğunu gördüm. O tarafa bakınca içerden birisi el işaretiyle “Gel gel!” yapıyordu. Soğuk burnumun direğini sızlatmış, karnım aç durumdayken “Bu da kimmiş?” diyerek kapıyı vurup girdim. Karşımda orta yaşlarda bir adam. Ben o zaman daha yirmi bir yaşındayım. -Gel bakalım delikanlı, herhalde yeni gelen öğretmenlerdensin? Nereye geldin, nerede çalışıyorsun? -Karaağıl Ortaokulu’ndayım. Siz kimsiniz? -Haa kusura bakma! Kendimi tanıtmayı unuttum. Ben İlköğretim Müfettişi İlhami Bülbül. Burdurluyum. -İyi de hocam, benim öğretmen olduğumu nereden bildiniz? -Buraya gelen yabancılar hele de gençse öğretmenlerden başkası olamaz. Senin karnın da açtır. Ben hemen fırından sıcak pide, peynir alayım. Beş dakika bekle. İlk defa gördüğüm, hiç tanımadığım bu adam gitti, fırından dumanı tüten pideyle tulum peyniriyle geldi. Sohbet ederek karnımızı doyurduk. Kebap, baklava neydi ki bu pideyle peynirin yanında. O zamanlar böyle insanı yürüyüşünden tanıyan saygıdeğer eğitimciler çoktu. Onlar Cumhuriyet'in yılmaz bekçileri, Atatürkçülüğün bıkmaz savunucularıydılar. Birkaç ay sonra İlhami Hoca, çalıştığım Karaağıl’a, ilkokulu teftiş için geldi. Benim tek gözlü odamda kaldı akşam. O bana sıcak pide, peynir ikram etmişti. Ben de ona küçük tüpte pişirdiğim kuru fasulyeyi yedirdim. Ne yazık ki fasulyenin tadı fena olmasa da salça katmayı unuttuğum için rengi beyazdı. O zaman orta yaşlı olan İlhami Hoca yaşıyor mu bilmem; ama ben onu hep saygıyla anıyorum. …………. Kış sert, kar dışarıda bir metre. Tek katlı, küçük küçük sekiz on odalı okul hiç ısınmıyor. Binanın içindeki tuvalet fosseptik çukuruna bağlanmış. Bir gün baktım tuvaletten su gitmiyor. Donmuş tuvalet. Sabahtan öğleye kadar kovayla su kaynattım, döktüm faydası yok. Çukura kadar giden kanal tüm donmuş. -Ne yapacağız Hüseyin? -Karakol yanımızda, ihtiyaç olduğunda oraya gideriz. -Gidemeyiz, askerin biri “Her akşam öğretmenler geliyor, Mahzuni plakları çalıyorlar.” diye bizi üsteğmene şikâyet etmiş. O da karakol komutanına “Öğretmenler, akşamları karakola gelmesinler.” diye emir vermiş Mustafa astsubaya. -Çare yok, biz de geceleri çıkacağız okulun avlusuna. Öyle yaptık. Kurtlar basar korkusuyla avludan dışarı çıkamadan tuvalet ihtiyacımızı, yanımıza çeşmeden su alarak, karla temizlenerek nisan ayına kadar böyle giderdik. Bahar geldi, kar eridi. Bir sabah avluya çıktığımda ne gördüğümü anlatmaya gerek yok. -Aman küreği al, koş Hüseyin! Kimse görmesin! …………… Karakol komutanı astsubayla güzel bir dostluğumuz vardı. O, karakoluna bağlı köyleri ziyaret etmek için bir at satın almıştı. Doğu’nun otomobiliydi sanki o zamanlar atlar. Ben de öğrencilerden isterdim. Hafta sonları atlara biner çevre köylere giderdik. Bir keresinde tarlaların arasından giderken Mustafa komutan:” Haydi yarışalım!” dedi. “Olur, yarışalım.” diyerek dizginlere asılıp topukladım atı. Meğer benim bindiğim at daha taymış hem de toymuş ve ona hiç binilmemiş. Öyle bir parladı ki durdurmak mümkün değil. Gemini çektikçe daha da hızlanıyordu. Önüme bir hendek çıksa doğrudan içine yuvarlanırdım. Mustafa komutan çok gerilerde kalmıştı. Tarlada çalışan bir köylü bağırıyordu:” Dizginlere dokunma! At kendiliğinden durur yorulunca.” Öyle de oldu. Bir daha da binilmemiş taya binmeye tövbe ettim. Şimdi adını unuttuğum köye, Abdurrahman Ağa’nın evine doğru yollandık. Orada yaşadıklarımı da ayrı bir öyküde anlatacağım. ……….. Akar gider Karaağıl’ın dibinde Murat nehri Bahar gelince coşkun mu coşkun İçi silme balık Ama balığı bilen kim Yaza doğru su biraz azalır Soyunup ırmaktan geçeriz İlçeye gitmek için Irmağın öbür yakasında Yoncalı köyü Bu köyde bozulmuş Ağabeyimin arkadaşı İlicekli Bayram öğretmen için Büyü “Arkadaşı vurmuş, ava gidince bu ırmağın kenarında” Derlerdi Doğru muydu söylenti miydi Bilmem ama Oradan her geçişte Yüreğim titrerdi ……………………………………………………………………………………… BENİM CAN YOLDAŞIM (Doğu öyküleri 1) "Sayın dinleyiciler şimdi istek türkülere geçiyoruz. Muazzez Türüng'den dinleyeceğiniz bu türküyü Ankara'dan Zeynep, üniversitedeki nişanlısı; Yozgat'tan Mehmet Ali, askerdeki arkadaşları için istemişler." O küçücük transistörlü Kondor radyodan Muazzez Türüng'ün sesi yayılıyor köyün içine: "Mektebin bacaları Ders verir hocaları Vay lele vay vay...." Sonra sırayı Ahmet Sezgin alıyor: "Bük dibinde yatarım Beşli martin atarım..." Coştukça coşuyor Vatandaş'ın Bekir'in Kondor marka radyosu. Daha on altı- onyedi yaşlarında bir gençken kafama koyuyorum. "Ben de bir gün maaşa geçersem bu radyodan alacağım." diyorum. Köyün tüm gençleri arasında Bekir'in, bir Polis Radyosu'ndan, bir Mamak Radyosu'ndan türküler dinleten bu radyosu çok meşhur. ............................. Gece yarısı bir gürültüyle uyanıyorum korku içinde. Hemen yere bakıyorum, benim Kondor radyo yerde. Telaşla doğrulup elime alıyorum radyoyu. Öndeki cam kırılmış, yarısı parçalanmış yerde, yarısı çatlamış; ama yere düşmemiş. Karton üzerindeki ibre sağa yatmış. "Allah kahretsin! Ben daha bugün aldım bu radyoyu." diyorum. Ses düğmesini hızla çevirince radyonun çalıştığını duyuyorum. Yıllar önce "Benim de bir Kondor radyom olacak." hayalimi o gün aldığım radyoyla gerçekleştirmiştim. 1972 yılı ekim ayının sonuna doğru atandığım Muş-Bulanık- Karaağıl Ortaokulu'nda ilk maaşımı, kararnamem geciktiği için ocak ayının başında alabilmiştim. İlçeye karlı dağların eteğinde kızakla ilk gidişimde birikmiş maaşımı alınca tek cadde üzerindeki dükkânlardan birine girmiş, orada Kondor marka radyonun bulunuşuna da çok sevinmiştim. Bin yüz lira aylık alırken bu radyoya yedi yüz lira vererek aldım. Tek müdür, tek mühürlü okulumdaki odama akşam dönünce sobaya tezeği doldurdum. Hani Bedri Rahmi "Tezek" adlı kitabında anlatıyor ya. Memur, istatistik için gönderilen "İlinizdeki kış yakıtları nedir?" sorusuna ilin birinde hep "Tezek" yanıtı gelince bir yazıyla tekrar sormuş: "Tezek nedir?" diye. Kısa sürede cevabını yazmışlar: "Tezek b.ktur, kalorisi yoktur." Ömründe tezek nedir bilmeyen memur da bu işe çok şaşırmış. İşte benim sobaya doldurduğum tezek de birden "gür gür" yanar, soba bir kızarır, daha bir saat bile geçmeden odanın içi buz gibi olur. O gün de her zamanki gibi paltomla uzanmıştım yatağa. Hevesle, mutlulukla dinlediğim radyom da göğsümün üstündeydi. Günün verdiği yorgunlukla uyuyakalınca da güzelim radyom gecenin bir vaktinde küüüt yerde. Camının yarısı kırık, ibresi eğik Kondor radyom, Bekir'in radyosu kadar olmasa da Polis, Mamak Radyolarını çekmese de bana aylarca Ankara Radyosu'ndan, Diyarbakır Radyosu'ndan türküler, şarkılar söyledi. Yurdumdan haberler verdi . Her pazartesi akşamı saat 21.00'da "Mikrofonda Tiyatro"yu dinletti. Siz bilir misiniz yerde karın bir metreyi aştığı, geceleri "Kurtlar basar!" diye dışarıya çıkamadığımız, suyu kışın donan Murat ırmağı kenarındaki Karaağıl'da akşam karanlık çökünce gaz lâmbası ışığında, küçücük, soğuk bir odada Ali Ekber Çiçek'ten "Mektup selam söyle benden sılaya/ Söyle benim için de eller ağlasın" türküsünün verdiği hüznü. Ne kadar da üzülmüştüm 21 Mart 1973'te akşam haberlerinde duyunca Âşık Veysel'in öldüğünü. Benim Kondor radyom daha yıllarca çaldı, bana arkadaş oldu. Sonra bir gün yine bir yere mi düşürdük ne yaptık şimdi hatırlayamıyorum onun da sesi kesildi. Maaşımın yarıdan çoğunu vererek aldığım bu can yoldaşımı anımsadıkça eşyaların da bir dili olduğu, dostluğu olduğu düşüncesine ben de katılırım. .................................. Kırk öğrencim var okulda Öğrenmeye aç Çoğu tek caddeli ilçesini bile Görmemiş Konuşurken, öğretirken sessiz saygılı Gözüme bakan Tezek kokan Giysileriyle, yoksulluklarıyla Yürek yakan Duvardaki kara tahtamız kontraplaktan Yumurta sarısı, isle boyanmış, Koca mıhlarla çakılmış İkide bir tak diye yerinden atan Özledim ben sizleri On beş yaşında ortaokula başlamış Ferzende Deniz gözlü Sonay İlk göz ağrılarım Ne de çalışkan çocuklardınız O kırık Türkçenizle ...................................... Yirmi bir yaşında çiçeği burnunda bir öğretmenim. Bu dizelerde anlatmaya çalıştıklarım da benim ilk öğrencilerim. Haftada bir gelip sorarlardı: "Öğretmenim yıkanacak çamaşırınız var mı?" diye. Başkalarına yük olmayı hiç sevmem. Oysa onlar öğretmenlerinin çamaşırlarını eve götürüp yıkatmaktan bile mutluluk duyarlardı. Bir onlar bir de Kondor radyom kaldı aklımda o dağları karlı Karaağıl'da. ............................................ Numan Kurt
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Numan Kurt, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |