"İnsanların bazen neye güldüklerini anlamak güçtür." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
“Bu açıklarda” kelimesi yerine, “engin” diyecektim. Bu kelimeyi bir türlü yerinde kullanamadım. Ahh! Zavallı kelime! Senin hiç bir suçun yok aslında! Kabahat sende de değil ki benim kötü şarkıları unutmayan fotoğrafik hafızamda; “Manda yuva yapmış söğüt dalına / Yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” güler misin ağlar mısın? Dediğim gibi efendim etrafım değişik çap ve boyutlarda kayalıklarla çevrili. Tam bu sırada bir yavru martı -yavru martıların tüyleriyle gagaları koyu renk olur ki bu bilgiyi wiki de bile bulamazsınız- ağır ağır, gideceği yere geçiverdi. Onu, işinden evine dönen, hatta evde ne piştiğini bilen bir banka memuru kadar üzgün, yorgun ve hazinli görüyorum. Bir sineğin etrafında dolanıp duruyor hasbam. Buralarda sineğin ne işi var? Öte sahilin pis insanları yediği yemek artıklarını, -üç beş kişi olsalar en az 150 TL’lik hamburger etlerini- fırlattıklarının yerini bilmiyor mu sanki? Her ne ise, o demin bahsettiğim parıltıdan sonra koyu mavi bir çizgi vardı. O çizgiyi takip ederek Dalaman’a varabilirsiniz. Ayak başparmağımın şuan gösterdiği istikamet tam olarak Dalaman’ı işaret ediyor. Bir zamanlar liseli yıllarımda Sema Sağlar isminde bayan bir resim öğretmenimiz bize küçük bir resim dersi vermiş; “Resim yaparken, evvela bulunduğunuz mekanı çizin. Sonra nesneleri çizersiniz” demişti. Bu düsturla tam bir resim çizmeye hazırlanıyorken… İşte -bir motorlu sandal geçti- olmuyor. Sandalın içinde üç kişi. Ben kim olduklarını da bilmiyorum. Onlar kendi aralarında Lazca konuşuyorlar. Hatta bir tanesi “Selçuk’muş o…” dedi diye duydum. Benim bu civarda bir de köpeğim var. Adı Karabaş! Tam bir baş belası! Asla peşimi bırakmaz. Ona burada yuva yaptığım ve her gün gelip sevip okşadığım için güya vefa duygusunu gösteriyor. İşte Karabaş da biraz ilerde bir kayanın üstünde kendince güneşleniyor. Herhalde Karabaş’ı ve beni de her gün aynı saatlerde onunla ilgilendiğimi gördükleri için tanımış olabilirler. Dalaman, sanki havanın biraz daha sisli olmasından dolayı biraz daha koyu gibi duruyor. Burada ağır ağır tepeler yükseliyor. Bazen çıplak bir arazi parçasını, biraz dumanlı, ekilmiş tarlaları ise flu görebiliyorsunuz. Denizin rengi bu tarafta daha koyu, -rüzgârlı demeyelim, bugün hiç rüzgâr esmiyor- biraz da ürpertili. Az daha ilerimdeki kayanın ucuna kadar gelen, bu havanın puslu, biraz daha koyu renkli haline benzeyen toprak parçası, düz bir ışıkla resmen kesiliyor. Oraya kadar varan deniz parçası üstünde biri çok uzakta siyah, öteki biraz daha yakında -şimdi kayanın arkasına vardı, gözükmüyor- beyaz iki yelkenli. Sahil kayaları etrafında on beş – yirmi metre yarım daire şeklinde dönüyor. Oradan ileride bir sırt var. Bir iki yeşil iğne yapraklı çam ağacı; genç; kozalakları ise taze ve ışıklı. Solumda ise yarım bir ay parçası. Güneşin karşısında bu kadar parlak oluşu insana suni gibi bir his veriyor. Gözlerimde ki astigmat gözlükten meğer bu kadar parlak görürmüşüm; gözlüklerimi çıkartır çıkartmaz o da yok oldu. Şimdi bütün bunlara ilave neler kaldı diye şöyle bir etrafımı kolaçan ediyorum… Sivriada’nın -bir gemici gibi konuşayım- üç mil kadar açığında bir sis bulutu gördüm. Adalar vapurunu oturduğum yerden görmeme maalesef bir kaya parçası mani olduğu için, kalkıp ayağa şöyle uzun uzun bir baktım. Yahu bunlardan bize ne, değil mi? Hatta size ne? Bana ne… İnsanın olmadığı hiç bir mekan ve yerin de güzelliği olmuyor. Her şey insan sayesinde, insanlarla birlikte bir anlam kazanıyor. Bu dakikada, bugünün güzelliği, gökte ki ay, uzakta güneş ışıklarının parıltısı bile bir süs… Hepsini topla kötü bir tablodan öte gitmiyor… Hayır, yok size sevgilimden bahsetmiyorum. Onunla beraber, burası Allah’ın elbette yarattığı güzel mini bir cennettir. Ama onsuz da başka insanlarla da burası evet her zaman güzel bir mekan. Aslında korona virüsü meselesi olmasaydı pazar günleri bulunduğum bu alanda insan kalabalığından adım atamazdınız. Burada, çingene kızlarının rengârenk fistanlarını rüzgâr alır giderdi. Denizin yüzünde kulaç atan kara benizli eciş bücüş değişik çocuklar yüzerlerdi. Şimdi güneş derimi yakıyor. Hava göğsümü yumuşakça okşuyor. Denizin tuzlu suyu ayaklarımı yalıyor. Hayırsızadalar, Dalaman, dağdaki duman, yelkenli, ay, kayalar, güneş, yeşil, Karabaş, çam ağaçlarını öylesine konu ediniyorum. Bu manasızlığın ortasında bile sevgilim, canımın ta içi Leylam bilhassa da seni düşünüyorum. İnsansız ve sensiz hiçbir yerin ve hiç birşeyin zerre kadar kıymeti yok. Demin geçtiğinden bahsettiğim sandal vardı ya ha şimdi o tekrar aksi yöne doğru seyir halinde. Bu sefer daha yakınımdan geçiveriyor. İçindekileri de tanıdım. Köpeğim Karabaş’ı daha önce sevmiş kişilerdi bu geçenler ki buranın da müdavimlerinden sayılırlar… Şayet bir daha ben buradayken geçecek olurlarsa “Buyurun yahu, birer cigara içelim” diyeceğim. Birbirimizi böyle az tanıyor olsak da bir cigara tüttürmenin kime ne zararı olabilir ki? Yarım saattir bulunduğum mekanı kendine mesken tutmuş şu alçak at sineğinin vızıltısından başka bir şey duymuyorum… Ahh şimdi yunus balıkları toplu halde geçiş yapıyorlar. Onları seyredip sonra da evin yolunu tutayım. Yoksa kolumdan polis amcalar tutacak…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |