Aşkın aldı benden beni. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Özlemek gün geçtikçe zorlaşıyor, vefasızlığımdan da değil bilesin ki! Dört gündür, neredeyse günde birden fazla olmak kaydıyla, arıyorum seni. Annen ve baban artık daha suskunlar. Arayacağına söz verdiğin son konuşmamızın üzerindense, gerçekten sayısını saymadığım (ama bildiğim) kadar çok gün geçti. Belki de nihayet, beni de kendinden uzaklaştırmak için bir yol buldun ve bu yöntemi uygulamakta kararlısın. Çünkü işe yarayabileceği konusunda sana bir sürü izlenim vermiş olmalıyım şimdiye değin. Belki de bu kadar ince ayarlar peşinde değilsin, herşey "var" ve "yok" demek kadar kolay gerçekleşiyor hayatlarımızda. Birşeyleri anlamaya çalıştığım zamanlarda, elimden gelen, sadece onların anlamını yitiriyor olduğunu görmekten başka hiçbir şey olmuyor. Anlamlı olan sadece ben'im, anlamlı kılan da zaten ben'im ... Ne de olsa, bir kitabın okunana kadar yazılmamış sayılabileceğini söyleyen bir yazardan da sen bahsetmemiş miydin? Sen gideli beri okunaksızım... Yine de neler olduğundan beni haberdar edinceye kadar gemileri yakmadan ve ayakta kalmanın yollarını da arayarak devam edeceğim yoluma. Son konuşmamızdan bu yana epey durgunlaştım. Gördüğüm kadarıyla her şey genel anlamda sıkıcı tüm merhametsizliğiyle! Örneğin; çiçek sulamak çok sıkıcı bir iş. Gerekli olup olmadığı konusunda bir şey söylemek hiç istemem. Ancak, kaktüs yetiştirmeyi seviyorsan biraz şanslı sayarsın kendini, o kadar. Kaktüsler çok seyrek verilen bol sularla mucizeler yaratır gözlerinin önünde. O mucizelerin insanlar arasındaki yaygın adıdır, diken. Üstelik gül dallarındaki kadar tehditkâr bir albenileri de yoktur onların, elbet tepelerinde ötüşecek bülbülleri de ... Velhâsılıkelâm, sulamayı sevmeyen kaktüsüne sarılır ve dikenlerine de "mucize" der. Benim cinsimdekiler bir de bu kaktüslerden kopardıkları küçük parçalarla koca bir sosyal yaşantıya yetebilecek kadar seri üretime girerler. Önce iş yerindeki arkadaşlara hediye edilir. Bu hediyenin adı da " Bilgisayarın yaydığı radyasyonu emiyormuş!" konulur. Amaç; sadece hastalığı bulaştırmaktır oysa ve bir de yeni adındaki amortiye, başkalarının anlam verememelerinden mütevellit şaşkın bakışlardan keyif almak piyangosunun eklenmesidir. Benim gibi hissettiğine emin olduğum bir kişi daha var, belki de bahsi geçmişti aramızda; Beşiktaş'taki, Osmanlı kalıntısı duvarlara eşlik eden çınarların birinin altında tezgâh kuran, ilk kaktüslerimi satınaldığım yaşlı adam… Kendisini bir daha görmemiş olmam tesadüfmüdür bilinmez. Bir kaktüsün yaşam koşullarıyla bağ kurulabilmişse o yaşlı amca gibilere de gerek kalmaz bir daha. Zaten yeni bir cins olmadığı taktirde aynı kaktüsten ikinci bir defa satın alınmamalıdır. Mesela iki parmak kalınlığında; etli yaprak sahibi bir cins, 4 yıldır palazlanmaya devam ettiği gibi, varlığını bahsettiğim şekilde farklı saksılarda devam ettirmeye gönüllü ve hediye edilerek değerlendirilmeye de elverişlilerdir... Sıkıcı olan başka şeyler daha var; şemsiye unutkanlığım! Şemşiyeleri severim, bilirsin . Ben sadece şemsiyeleri kullanmayı sevmeyenlerdenim. İşlevleri dışında bir nesne olarak zaten yeterince şıktırlar. Bastonlu olanlarıysa ayrı bir hayranlık konusu. Henüz destek almaya ihtiyacım olmasa da bir desteğe ihtiyacım varmış görüntüsüne bürünmekle maduriyet ve muhtaçlık hissiyatına ilişkin merakımı gideriyorum, belki de yaşlılığımı prova ettiğimdendir ki yanımda olmasını sırf bu sebepten isterim. Ama gün içinde O'nu bir yerlerde mutlaka kaybedecek olmam yok mu, bu kural genellikle hiç sekmemiştir. Kim bilir sürekli evde unutmamın sebebi; O'nu tekrar kaybedeceğim gerçeğinin alt bilincimde belirip önlem alma mekanizmasının devreye girmesidir... Yanımda bulundurmadığım her vakit bunu düşünür ve avunurum ama, sonuçta eve döndüğümde SADECE “ıslanmış biri” olduğumu görürüm. Bu tecrübe sıkıcıdır! Çok sıkıcıdır hem de zira tecrübe edilecek tarafı kalmamıştır. Bir şemşiye ve sahibi arasında sadece ihtiyaca dayalı işlevsel bir bağ olması gerektiği halde, bir anlam bağı kurulmuşsa; şemsiye sahibini esir eder! Böylelikle yanıma almaya kalktığım ilk fırsatta da kaybolur ortalıktan... Hayatta sıkıcı olan pekçok şey var gerçekten ve hepsi de birer saçmalık diğer yandan. Örneğin (Toprak!); oruç tutmak eğer bir çocuk değilsen çok da anlamlı değildir. Erişkinlerin dünyası mübalâğalarla dolu , inançlarında bile... Oruç değilse de tekne orucu önemli gibi gelir bana geçmiş yıllardan beri. Neden tekne orucu denir? Tekne ile oruç arasındaki bağlantı nedir? Eğreti bulunup sallandığı gözlendiği için midir, yoksa bir avuç suda batmaya meyli yüksekliğinden midir? Çocukları cezbeden tekne midir oruç mu, yoksa büyüklerine öykünüleri mi baskındır ? Bunları düşünmek çok sıkıcı. Hele ki aynı yoğurt kabına daldırdığın buharı tüten pide lokmalarını kaldırıma oturup arkadaşlarınla tepiştirmiyorsan ağzına, ellerin kirli, arkadaşların bir metreden kısa ve içinizden en az üç'ü yoksul değilse ne oruç sayılır ne tekne! Mükellef sofraların kalabalık görüntüsü önünde şükretmenin mecburiliği insanı soğutur kendinden. Ve artık çocuk olmamak ve tekne hayali kuramamak zorunda kalmak sıkıcıdır! Saçma şeylerin arasına, onları anlatmaya kalkışmakla ayrı bir saçmalık daha katılıyor, görüyorsun! Ama hayat kadar saçmalamanın verdiği bir huzur ve sakinlik var ya, işte O'nu bir kez tadınca, O'nun bir tadı olmadığını anlayıp seviniyorsun... Herşey nötr olmalı! Bir de yokluğun(un) yarattığı koyu ve kudurmuş boşluk da olmasa... Sıkıcı şeyler devam ediyor yani..... Yeni tanıştığın saçı seyrek adamın anlattığı herşeye inanabiliyorsun çünkü anlatırken dinlemiyosun. Kafandaki tek şeyin, adamın günün birinde kafasının dışında birşey taşımayacağı olduğunu farkediyorsun. Kel olmanın nasıl bir his olduğunu bilmiyorsun. Öğrenemeyeceğini de biliyorsun ama bir kelden daha fazla hissediyorsun kelliği -bu esnada karşındakinin tepkilerine göre arada bir onay vermeyi de ihmal etmiyorsun konuşmaya iştirak etmemenin ayıp olacağını biliyorsun- ve "belki de kellik hakkında düşünmem için o kişinin karşımda oturmuş olması gerekirmiş" diyerek karşında oturan 'kırkiki yıl'a utanmadan bir de anlam bahşediyorsun kendinden... "Hayat ilmî hilaf-ı cedel düzeniyle devam etmekte" ; SAÇMALAMAYA! Kafanda tek bir anda sıraladığın listeye her an yeni kalemler eklenirken parmaklarının aynı hızı sergileyememesine bozulmaktan yıllar önce vazgeçmişken, unutmanın ne ulvi bir eylemsizlik olduğuna karar veriyorsun. Sıkıcı şeylerin sayısı artıyor. (Kendi) Dünyanın öbür ucunda kızgın bir adam olduğunu hayal ediyor belki de biliyorsun. Hamile olan kadına lanet edip duruyor herif; ama ne tuşa getirilmiş bir erkek müsfettesi, ne de evladının ahlâksızlığı nedeniyle cinneti utanca dönüşecek bir baba... Üstelik öfkesi tüm hamile kadınlara! Bu adam bir müessese sahibi, üstelik hatırı sayılır bir sermayesi olan bir müessesenin sahibi... Dokuz ay boyunca kadınlara, ürettiği kan tutucu bezlerinden satamayacak olmakla kazancından eksilmesi muhtemel hane kapılarının hesabını yapmakta. Birileri bu adamı susturur mu lütfen! Birinin bu adamın ne kadar salak olduğunu farketmesi gerekir! Durumu üzerime vazife edinip farkettiğimde sadece sıkılıyorum ve adamın aslında, yaradılışdan bu yana artık ziyadesiyle sıradanlaşan insanî üretimle ( ki bu yatırımı müessese sahibi adına başka insanların yapıyor olduğu düşünüldüğünde, dönüşü beklenmeyen önemli bir kredi ve hatta hibe) hergün binlerce doğan bebeklerden potansiyel müşteriler oluşturuluyor uzun vadede.. Sıkıcı gerçekten! Adam sıkıcı, kadınlar sıkıcı, hamilelik sıkıcı, faraziyeler üzerine düşünmek zorunda olmam sıkıcı.., Seninle konuşamamam da elbet.... Ama tüm bunlar insanın kendi hayatını düşünmesi kadar boğucu değil, şükür ki! Devam ediyorum bu yüzden sıkıcı ve saçmalık dolu şeylerle ilgilenmeye ki, elbette büsbütün bir ilgilenme durumu da değil kastettiğim şey... Özel insanlar, asal sayılara dikkat ediyorlarmış; asal sayılara dikkat etmenin özel olduklarının düşünülmesini sağladığını bildiklerinden sanırım... Oysa bu çok saçma. Üzerinde sadece kaba anlamdaki dört matematik işlemleminden sadece birinin gerçekleştirilemediği bir sayı olması neyi farkettiriyor tüm bu sayıları bir'e bölebildikten ve aynı zamanda bölümleri de bir olabildikten sonra. Ne yapmalıyız daha özel kılmak için? Bir'i mi yok edelim yani? Yoksa asalları mı? Öyle ya, olmayan herşey daha bir özelleşiyor, önemleniyor. Tıpkı senin aramızda olmaktan vazgeçtiğin günlerden sonra sana da atfedildiği gibi... Oysa "bir" en anlamlısıdır belkide... Tektir, yalnızlık ve yegânelik saklıdır onda. Diğer tüm rakamların nazarımda farkı yoktur. Kaşelerden nefret ediyorum; evrak kaşlerinden, adres ve ünvan kaşelerinden, hele yeni moda -meşgul insanların atmaya üşendikleri imzalarının kalıbını taşıyan- kaşelerden de neferet ediyorum. Bir de "orjinal" ve "kopya" kaşeleri var; suretleri niteleyip, kıymetlerini belirleyen... Onlardan büsbütün nefret ediyorum. Aklıma geldikçe sıkıntıdan midem bulanıyor. Her an yeni bir saçmalık gerçekleşiyor her an yeni bir saçmalık tespit ediliyor. Saçmalıklar üremekteler tüm doğurganlıklarıyla. Menkıbeler anlatılması kadar nadir bulunur saçmalıklarla karşılaştınız mı hiç hayatınızda? Olağanüstü veya önemli kişi ve olaylardan arta kalan, güya ders verici -bence akıl çelmeleyici- anlatılardır onlar. Artık sayısının tespit edilemeyeceği ağızlar tarafından anlatılan bir şey; 'gerçeğin kendisi'nin, yok olmama ihtimalinin neredeyse sıfıra yaklaşmasını sağlar. Birilerine birşey anlatmak saçmadır; hele ki, anlatılan bir başkasını alâkadar eden bir yaşanmışlıksa... Şu sıralar dinlemiyorum genellikle, ısrarla anlatılsa dahi. Saklı reddiyelerden mutluluk duyuyorum. İçimden herşeyi çürütüp, içimin çürüme hızını biraz da olsa yavaşlatıyorum bu önlemle. Sıkıcı telefon görüşmeleri var bir de... Ama bu sefer içim el vermeyecek onlardan bahsetmeye sıkıcı olsalar da, benim de bazı beklentilerim var kabul! Üstüne üstlük sıkıcı olmalarının ötesinde bir tahribat gücüne sahipler bu sefer. tüm kenti susturmayı başarıp beklediğim ve istediğim tek sesi duymak umuduyla oturmuş, cihazın başında ebediyet refakatçisi gibi bekliyorum. İhtiyacım olan tek şey ölümün olmadığını yolun devam ettiğini öğrenmek ve kendi yoluma geri dönmek... Tüm bunlar bir mektup olsun diye yazıldı, aklımdakileri sana söylemeyi özlediğimdendi dostum! Amaçtan ne kadar sapıldı kim bilir?.. Sonuç; sen yoktun, mektup ulaştırılamadı ölen belki sadece adreslerdi. Telefon da hiç çalmadı. Bu kılıç kınından çıkmayagörsün sabır kalkanına sığınmaktan başka çare kalmazdı. Sevil Pınar
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Sevil Pınar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |