Tarihten öğreniyoruz ki tarihten hiçbir şey öğrenmiyoruz. -Hegel |
|
||||||||||
|
I. GÖZYAŞLARIM NEHİR OLSA... ----------------------------------------------------------------- -1- -“Ben bunu nasıl yapabildim?” -“Ben bunu nasıl yapabildim?” -“Ben bunu nasıl…………..offf…” Aynı cümleler dökülüyordu ağzından ve buna engel de olamıyordu zaten. Akşamın sessizliği ve karanlığı daha yeni yeni çöküyordu yaşadığı şehrin üzerine… Loş bir ışığın aydınlatma çabasındaki bir salona, perdesi olmayan bir pencereden süzülen dolunayın kararlı ışıkları yavaşça doluyordu. Pek fazla büyük sayılmazdı oda. Zaten dairenin tamamını düşününce?... Duvarları maviye boyanmıştı odanın ama nedense sıkıntı dolu bir hava veriyordu ortama buram buram… Menteşesi çürümeye yüz tutmuş, yer yer dökülerek altındaki cılız ve biçimsiz suntayı ortaya çıkaran kirli beyaz renkli tahta bir kapıyla girilen salonda, kapının tam karşısında bir bavul yerde yarı açık şekilde duruyordu. Aynı duvarın tavanla buluştuğu yerde, kararsız, plansız ve aniden oluştuğu belli, bazen derinlere kadar ulaşmaya çabalayarak yandaki duvara kadar uzanmaya çalışan bir çatlak vardı. Daha iki ay öncesinde, ne olduğunu anlayamadan sallandığında tüm binalar, o umursamadan uzanan çatlak, bir hatıra olarak kalmıştı bu daireye…Korkuları hatırlatan ama aynı zamanda çaresizliğe boyun eğişi de anımsatan bir hatıra… Çatlağın bazı yerleri incelerek devam ediyor, tavana ve duvara doğru incecik, belli belirsiz denecek dallar veriyor ve bazen de belirli yerlerde derinleşiyor, belirginleşiyordu. Aynı hayatın insan yüzünde bıraktığı çizgiler gibi değil miydiler sanki? Odada sadece bir yatak ve üzerinde kırışmış ve düzensizce atılmış birkaç giyisi, yatağın yanında eski bir komidin ve onun üzerinde de en az onun kadar eski, çaldığı bile şüpheli bir radyo vardı. Kapının yan tarafında, duvara dayanmış duran, bir masa ve üzerinde karmakarışık duran kitaplar, kağıtlar, aceleyle çıkarılmış bir kaç kazak, kalemler, bir kaç gün önceden kaldığı belli ekmek parçaları ve bir resim…Masanın çevresinde birkaç tahta sandalye emaneten duruyormuş gibi diziliydi. Bu loş odadaki tek hareket ise O’na ait… Salonun içinde, anlamsızca, bir duvardan diğerine mekik dokurcasına, elinde hızlıca tüttürdüğü bir sigara ve diğer elinde de, hızını alamadığı zamanlarda hep aynı alışkanlıkla taşıdığı, bir paket sigara ile, gözleri nemli dolaşan O… Bazen düz bir çizgide git gelleri yaşarken, bazen bir sarhoş misali yalpalayarak, düzensiz, sinirli ve bir o kadar da zoraki olduğu belli olan adımlar… Dudaklarında ise hep aynı mırıldanma o huzursuz sessizliği bozan… Yarı açık pencereden içeriye bir ıslık gibi girerek sessizliği bozan rüzgar arada soğuk esiyordu ama ekim sonu olmasına rağmen hava bunaltıcı ve sıcaktı. O bu esinti anlarında titriyor, vücuduna kollarını şefkatle sararak devam ediyordu gezintisine, sıkıntı içinde ve aynı çizgileri izleyerek. Dolunayın aydınlatmaya çalıştığı şehrin en güzel anlarıydı oysa ki bu an… Ama,. O sadece dolaşıyordu, bu kendisi gibi sessiz, karmakarışık ve hüzünlü, loş odada… Bir ara sandalyeye öylesine yığılıp kaldı ve pencereden anlamsız ama derin bakışlarla gökyüzüne daldı her zamanki sessizliğiyle…Ayın ışıltısı, çaresiz karanlığı sanki yok etmek istercesine giderek artıyor, ve gecenin karanlığı ise, ben hakim olayım dercesine giderek şehrin üzerine ağırlaşıyordu. Karşısında yükselen dağ Ay’ı yakalamak istiyorcasına uzanıyordu gökyüzüne ama herhalde bunu başaramayacağını O’da anlamış olsa gerek ki, yükselmekten vazgeçmişti. Dışarıya bakarken öylesine umursamazdı ki, elindeki sigaranın küllerinin yere döküldüğünü fark edememişti bile. Fark ettiğinde, kül tablasına yöneldi, içindeki izmaritlere baktı ve ne kadar abartmış olduğunu düşündü. Bunları düşünürken bile daha yeni söndürmeye çalışırken sigarasını, diğer, titreyen eliyle yeni bir sigara çekti paketten ve kurumuş dudaklarının arasına alarak yaktı. Bir an, mutfaktaki musluğun o anlamsız ve alışılagelmiş, inatçı sesi dikkatini dağıttı. Hep işkence gibi gelirdi o düzenli ama düzensiz ritmli damlayan suyun sesi…Şu an onu bile fark edemiyordu tam anlamıyla…Yine sessizdi, düşünceliydi ve daldı uzaklara…Elindeki sigarayı yarıladığında yine ayağa kalktı ve dolaşmaya başladı. Nemli, ıslak gözlerini elinin tersi ile sildi ve bir ara pencerenin açık olan kısmına dayandı, başını pencerenin eskimiş kasasına dayadı ve öylece kalakaldı…Sessizliğini yine kendi nakaratları bozdu; -“Ben bunu nasıl yapabildim?”……. Bir süre daha odada amaçsızca dolaştıktan sonra, yorulduğunu hissetti ve banyoya doğru yöneldi. Yüzünü yıkamak için lavaboya eğilirken aynada o tanıyamadığı yüzünü gördü ve irkildi. Gözlerinin altının şişmiş, beyazının kızarmış olduğunu ve yanağının ateş ateş yandığını fark etti. Kaşları çatıktı ama kendiliğinden o şekli almışlardı, ne kadar çabalasa da düzeltemiyordu onları… Gözlerinin altında torbalar oluşmuş ve alnındaki kırışıklıkların sayısı bir gün öncesine göre sanki artmıştı. Saçları darmadağınıktı . Öylece baktı kendi görüntüsüne ve iç çekti en derininden. Aynadaki yüz 25 yaşındaki bir genç kıza hiç benzemiyordu. Bundan sonrada zaten hayatın en derin yükünü yani vicdanının sesini hep sırtında ve yüreğinde hissedecekti. Bunu düşündü, hıçkırıkları gecenin sessizliğini bozdu, dışarıda ardı ardına gelen acımasız karga sesleri O’nun bu haykırışlarına eşlik etti. Başı önde eğik bir şekilde ağlayarak odaya geri döndüğünde, kül tablasında yanık olarak bıraktığı sigaranın bitmeye yakın olarak yere düşmüş olduğunu fark etti. Dikkatsizce davranıyordu ama bunun aksi bir davranış sergilemek için de yapabileceği bir şey olmadığını da düşünüyordu. Yatağına uzandı ve beyaz badanasından eser kalmamış, kirli tavana öylece baktı, baktı ve baktı…Düşünceleri hep aynı grilikteydi, sanki bir netlik yoktu. Aynı dalıp gittiği tavanın boyası gibi, kirlenmiş, dalgalı, yer yer döküntü ve çatlaklarla bütünlüğü bozulmuş …. Sağ yanına döndü, bacaklarını karnına doğru çekti, sanki bu şekilde daha güvende olacağını hissederek yatmaya devam etti. Bir elini yastığının altına koydu ve diğer eliyle de gözyaşlarını sildi. Gözleri kapalıydı artık ve uyumaya çalışıyordu. Bir anda kapalı gözlerinin karanlığında O’nun hayali belirdi ve dudaklarından yine aynı sözcükler döküldü. -“Ben bunu nasıl yapabildim?”…. Sonra uykuya daldı ve gecenin derin sessizliği ve karanlığı, en korumacı haliyle O’nun düşüncelerini ve bedenini bir örtü gibi kapladı… ……. Uyandığında öğlen olmak üzereydi. Hava yine sıcak ve bunaltıcıydı. Hafta sonu olduğu için çaba göstermemişti kalkmak için ama zaten hafta içi de olsa anlamı yoktu ki artık erken kalkmasının. Yatağında biraz oyalandıktan sonra ayağa kalktı ve banyoya yöneldi. Aynada yine o karşılaşmak istemediği ama yok etmek için de çaba harcamadığı yüzüne ve kırışıklıklarına baktı. Yüzünü yıkayıp, şofbeni yakmak üzere mutfağa geçti. Duş alıp, biraz çeki düzen verebilirdi belki kendisine… Su yeterince ısınınca duşa girdi, bedenini ılık sulara teslim etti. Başından aşağıya sular süzüldükçe düşünceleri sanki daha bir durgunlaşıyordu. Bedeni rahatlamıştı ama ya düşünceler içinde kıvranan beyni?... Saçlarını iyice yıkadı, sular aşağılara indikçe, tüm bedeninde dans ediyormuş gibi dolaştırdığı bezle, masaj yaparak ovaladı vücudunu. Bedenini yıkadıkça ve ovaladıkça sanki aynı zamanda kalbindeki kötülüklerin de arınacağını düşünmüştü o an için. Aslında son zamanlarda yaptığı ve tekrarladığı anlamsızlıklardan birisiydi bu da… Evden çıktığında üç kez anahtarıyla kapıyı kilitleyip kilitlemediğini kontrol eder olmuştu. Bu yaptığı da buna benziyordu zaten. Anlamlandıramıyordu ama vazgeçemiyordu da. Bildiği tek şey içinin karamsarlığı, çaresizliği ve umutsuz bekleyişiydi. Zaten anlamsız da olsalar yaptığı hareketler ve düşündükleri, o an için anlam kazanmasını da istemiyordu ki…sadece bazı şeylerden emin olmak istiyordu o kadar. Tekrarlayarak yapması bu nedenleydi O’na göre. Suyu kapadı, bir süre başın duvara dayayarak öylece kaldı. Aynanın karşısına geçip, saçlarını biraz düzelttikten sonra böyle kurutmaya karar verdi. Tam banyodan çıkıp odaya geçecekti ki, tekrar aynanın karşısına geçip, ifadesiz, donuk yüzüne baktı, dudakları sağ yanağına doğru çekildi ve bir defa “ offf” nidası çıktı ağzından. …….. -2- Nazlı, 25 yaşında bir genç kızdı. Badem yeşili gözleri, buğday teni ve siyah saçlarıyla ayrı bir hava veriyordu kendisine…Güzel ve alımlıydı aslında ve güzel bir vücudu vardı. Lise yıllarında voleybol takımında kaptanlık yapmıştı. O yılların verdiği, atletik ama bir o kadar da narin bir vücudu vardı. Dudakları biçimli ve güzeldi. Geçen sene yaptırdığı diş tedavisinin ardından tek kusuruymuş gibi kabullendiği!, öndeki iki dişinin öne doğru çıkıklığının da düzelmesiyle kendisini daha da güzel hissediyordu. İzmir’ de doğmuş ve büyümüş, liseyi bitirinceye kadar da oradan hiç ayrılmamıştı. Kendiliğinden bronzlaşmış gibi duran güzel ve taze teni, O’nun bir bakışta dikkat çekmesine neden oluyordu. Kulaklarında sayısız delikler vardı ama uzun süredir tek bir küpe takıyordu. Gümüş takılar O’nun en büyük hevesiydi. Bir de rock müziğini bir hayat tarzı olarak görüyor olması tüm yaşam tarzının rahatlığını buna odaklamıştı. Boynu ince, zarifti ve yengeç şeklinde bir gümüş kolye bu güzelliği daha çok artırıyordu. Saçları hafif dalgalı, omuzlarına kadar uzanıyordu. Ortaokul sonlarına kadar birlikte uyuduğu Barbie bebeğinin saçlarıyla oynardı sürekli. Hep benzetirdi saçlarını onunkiyle ve değişik şekiller verirdi, tek farkları bebeğin saçları altın sarısıydı. Nedense çok kıskanırdı o bebeği, ve belki de bebeğin tek düze, sorunsuz yaşamını ve karşılık vermek zorunda olmadan yaşadığı sevgiyi…Liseden sonra, çalışmasının karşılığı olarak üniversiteyi kazanmış ve İngilizce öğretmeni olmak için Antalya’da ilk adımlarını atmıştı. Beş yıl boyunca okuduğu bu bölümü büyük bir istek ve heyecanla zaman kaybetmeksizin bitirmişti. Çocukken hep severdi zaten kuzenleriyle ve okul arkadaşlarıyla öğretmencilik oynamayı. Kuzenlerinin çoğu elinde büyüdüğü için, çocuklarla iyi anlaşabiliyordu, onları gerçekten çok seviyordu… Kuzenleri arasında en sevdiği Burcu idi ve belki de öğretmenlik sevdası O’nun sayesinde işlenmişti içine. Çocukken geçirdiği bir ateşli hastalık sonrasında bir tarafında felçlik gelişmişti küçüğün… Sekiz yaşına geldiğinde, fakültede okuyan Nazlı’nın belki de en çok sarıldığı hayat kaynağıydı O… O haline rağmen çevresine hep gülücükler saçar, sevgi dolu bakışlar fırlatır ve okumayı çok severdi. Hep, "Nazlı abla, öğretmen olunca ben de senden ders alacağım.", derdi. Zekası pek etkilenmemişti ama yine de yaşına göre hep çocuk sayılırdı. ... Üniversite yılları güzel geçmişti. Henüz 19 yaşındayken üniversiteli olmuş, ailesinden uzakta, tek başına, tanımadığı bir şehirde okuyacak olmanın korkusunu yaşamıştı. Fakat geçen zaman içinde ayaklarının üzerine tek başına, kendisinin de şaşıracağı bir güçle basar olmuştu. ... Kayıtlara annesiyle birlikte gitmişti Nazlı. O zamanı çok iyi anımsıyordu ve hep yaşıyordu aynı heyecan ve gururla… Annesinin gözlerinden okumuştu kendisiyle ne kadar gurur duyduğunu ve kendisini ne kadar sevdiğini. Ne de olsa ailede ilk üniversite okuyacak olan çocuk kendisiydi. Annesi belediyede memurluk yapıyordu. Babasını daha çok küçük yaşlarda kaybetmişlerdi. Kendisine ve şu an lisede okuyan erkek kardeşine annesi bakmıştı hiç bri zaman kendilerine zorluğu ve çaresizliği hissettirmeden. Çok güçlü bir kadındı annesi. Yılmamıştı hiçbir zaman ve prensiplerinden, doğrularından ödün vermeksizin çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeyi bir ödev haline getirmişti kendine. Yıllar O’ na her zamanki kahpeliğiyle darbeler indirmeye kalktıkça, O direniyordu ve kendi hayatını sanki ilerde tekrar en güzeliyle yaşayacakmış gibi geri plana itiyordu. Nazlı hatırlıyordu annesiyle uykusuz gecelerde boncuk dizdiğini…O günleri anımsadıkça gözleri nemleniyordu ve yüreğinde sevgi ile dolu bir acıma hissediyordu. ……. İzmir’den ayrılıp, Antalya’ya gittiği zamanki heyecanını hatırlayan Nazlı, banyodan çıkmış ve salona doğru ilerliyordu. Adımları oldukça yavaş ve isteksizdi. Sanki sırtında tonlarca ağır bir yük taşıyordu. Başına sardığı havluyu yavaşça çekip eline aldıktan sonra yatağının üzerine oturdu. Tekrar düşünceler içinde duvar kenarında toparlamaya çalıştığı bavula uzun uzun bakarak daldı…. ........ -3- Duvarın kenarındaki bavulun önünde, dizlerinin üstüne çökmüş olarak öylesine duruyordu. Kapamaya çalıştığı bavulun aslında tek hamlede kapanacağının farkındaydı ama boş yere çaba harcıyordu. O an aklına yıllar öncesi geldi. Yine böyle ama bundan daha küçük bir bavul ile kalacağı öğrenci yurdunun küçük odasında, dizlerinin üzerine çökmüş bir şekilde eşyalarını boşalttığı zamanı anımsadı… …. Annesi O’nu yurt kapısının önünde sarılarak uğurladığında, içinden bir parçanın o an için koptuğunu düşünmüştü. Koruyan, kollayan, şefkat gösteren, kendisi için hep bir iyilik meleği olan O biricik parçanın…Ağır ve ürkek adımlarla kendisine söylenen üst odalardan birisine merdivenlerden çıkarken, etrafta gülümseyerek kendisine bakan ve kimisi çekingen, kimisi içten selamları gördükçe yeni bir hayata doğru ilerlediğini fark etmişti. Hayallerinin ve ideallerinin karışımından oluşan bir yeni başlangıç… Kendisine “304” numaralı oda demişlerdi ve gözleri bu numaranın olduğu kapıyı arıyordu. Koridorda ilerlerken, neşeli şakalaşmalar, dersler ile ilgili konuşmalar, aşklar ve tabi ki erkekler ile ilgili en sıkı geyiklere o an için istemeden de olsa, anlayabildiği ölçüde kulak misafiri oluyordu. Bazı bölümlerin dersleri bir iki ay önce başladığından, yurtta yeterince kalabalık göze çarpıyordu. İşte, koridorun sonundaki geleceğe açılan kapısı görünmüştü… Yeni bir ortam ve O’nun bir süre de olsa sıcacık olması ve mutluluk vermesi gereken yeni yuvası… İlk adımında, dudaklarından dilek ve dualar dökülmüştü güçlü olmak adına… Odaya girdiğinde ürkek bakışlarına ilk takılan, “Hababam Sınıfı” filmlerindeki yatakhanelerde gördüğü ve ilgisini çeken ve bir o kadar da özendiği ranzalar idi. Oda pek büyük sayılmazdı. Tam kapının karşısında bir pencere vardı ve pencereyi tüllerin süslediği bir perde kaplıyordu. İki adet ranza vardı odada ve bir tanede çalışma masası. Oda açık mavi renge boyanmıştı, bir anda içinde bir güven belirdi ve sıcacık bir iç çekti. İçeriye doğru ilerlediğinde tam kapıya bitişik ranzanın alt yatağında bir ve üst yatağında da ikinci bir silüet fark etti heyecanıyla.. Gülümseyerek ve sesi titreyerek odanın ortasına doğru yöneldi, ağzından çıkmayacakmış gibi hissettiği kelimeleri peş peşe sıralayıverdi. “- Selamlar…ben .. yani adım Nazlı. Burada kalacakmışım aşağıdan , müdüriyetten öyle söylediler…” Kendisine bakan tepkisiz iki yüzün sessizliği ile bir ara duraksadı, korktu, anlamsız bakışlarla bu iki yabancı yüze baktı, her hangi bir tepkinin gelmeyeceğini fark ettiğinde, aynı ürkek ses tonu ile ve aynı hızda anlamsız kelimelerle kurduğunu düşündüğü cümlesine devam etti. “- Aslen İzmirliyim, İngilizce öğretmenliği bölümünü kazandım… Ben, ...” İki tepkisiz yüz her ikisi aynı anda gülümseyerek, yüzlerinde zoraki asık surat mimiklerinden kahkalarla sıyrılarak Nazlı’ya bakıyorlardı. Nazlı, ürkmüş olduğu sessiz tepkinin ardından gelen bu kahkahalarla afallamış, biraz şaşkınlık ve belki de o an ki ilk tepkiye olan öfkeden, söyleyeceklerini bile unutuvermişti. Alt yatakta, elinde kalın bir kitap bulan, gözlüklü bir çift gülen göz ayağa kalkarak Nazlı’ya doğru ilerleyerek, elini uzatmış ve biraz tiz ses tonuyla söyleyeceklerini bir çırpıda duaklarından dışarıya döküvermişti. -Hoş geldin, Ben Dilek.... Tam o sırada üst yataktan birden atlayarak, inanılmaz bir enerjiyle Nazlı’ya yönelen gür ses ise; “-Selamlar…Ben de Elif…Allah kurtarsın, demek sen de düştün buralara?…” .... Aslında küçük bir çömez muhabbeti yaşatmışlardı Nazlı’ya bu iki yabancı ilk anda... Sonrasında, kendi ilk günlerindekiürkekliği belki de anımsayarak, ilerisine götürememişlerdi şakalarını. Zaten, Elif, ciddiyeti sevmeyen bir kızdı ve bu kadar ciddi bir kaç dakikayı bile nasıl geçirdiğine şaşıyordu, o tepkisiz, mahkeme duvarı misali suratıyla... Bir anda odanın içini gülümseyen sıcak yüzler sarmıştı. Nazlı heyecanını yenmiş ve sesi daha kendinden emin ve güçlü çıkmaya başlamıştı. Dilek, ilk karmaşa ve tanışma faslının ardından tekrar yatağına oturmuş ve o kalın kitabını kucağına alarak okuyabileceği mesafeye yerleştirmişti. Kaçamak gözlerle Nazlı’yı süzüyordu ve arada yakalanıyordu bu kaçamak bakışlarıyla. Odayı saran bu sessizlik Elif’in gür sesiyle tekrar bozuldu… -Nazlı?...Nazlı idi değil mi?... -Evet… -Ben, İktisat Fakültesi ikinci sınıfta okuyorum, işte şurada gördüğün elinde, kalın kitabıyla görülen inekciğim de Tıp Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi… Biz… “Ya niye benimle uğraşıyorsun ki Elif, niye inek mişim ben. Sen hayatında inek görmemişsin kızım...?” diyen Dilek, biraz içerlemiş ama aynı zamanda gülümseyen gözlerle Elif’e bakıyordu. Muhtemelen, tıp okuduğu için alışmıştı bu şekildeki yakıştırmalara. Ne de olsa, emek vermesi gerekiyordu diğer bölümlerden bir kaç kat fazlasıyla... Yüzündeki, o alıngan durum, bir an da hınzır bakışlara dönüştüğünde, aslında Elif, yine hangi açığından vuracağını biliyordu Dilek’in kendisini... “Aylardır bir kere olsun musculus sternocleidomasteideus, diyebildin mi, sevgili arkadaşım?” diyerek, yapmacık ama aynı zamanda hayli alaycı ve ukalaca bir kahkaha attı. Nazlı, bu canlı ve sıcak çekişmeleri izlerken, kalbinin atışlarının normale döndüğünü hissetmişti o vakit. Dilek’ in, az önce büyük bir dikkat ve hızla söylediği ve sonunda nedense “Amen!” denilecek sandığı tuhaf kelimeler karşısında, Nazlı biraz dehşete düşmüştü. Aslında dehşeti ve şaşkınlığı kelimelerden değil, odaya ilk girdiğinde O kendisine güvensiz, kitabına sarılmış ve sanki onun ardına sığınırcasına sessiz olan Dilek'in, kendinden emin ve azimle o kelimeleri söylerkenki gözlerindeki ışıltıydı. Bu güç Nazlı’yı hem düşündürmüş ve hem de bu dışarıdan güçsüz görünen ama kendisini ispata kalktığında aslan kesilen kızın karşısında biraz tuhaf hissetmişti kendisini. Dilek, gözlüklü, zayıf denebilecek kadar ince vücut yapılı, saçları arkadan bağlanmış, sıradan bir görünüme sahip ama gözlük camlarının altından bile ışığını hissettiren koyu siyah iri gözleriyle ilginç bir genç kızdı. Eskişehir’de doğmuş ve orada lise hayatını tamamladıktan sonra, daha çok ailesinin desteği ve biraz da zorlamasıyla yazdığı tıp fakültelerinden birisini kazanmıştı. Belirgin bir zevki ve hayat tarzı yoktu belki ama genel anlamda çok içten, iyimser, yardımsever bir kızdı. İlk geldiğinde Antalya’ya oldukça zor anlar yaşamış ve bir de tıp fakültesinin o derin ve bir o kadar da zor kelimeleri arasında oldukça bocalamış, hatta bir ara geri dönmeye bile çalışmıştı. Hayat O’nun için artık, birbiri ardına dizili Latince kelimelerin arasından insanların en derin noktalarına ulaşıp, acılarına, ağrılarına ve çaresizliklerine derman olabilmekti. Fakat bunları yaparken her ne kadar saklamaya çalışsa da, kendisi bile bunları nasıl başarabileceğinden dolayı ürküyordu. Elif, sarı saçları, yeşil bakan renkli gözleri, beyaz ve pürüzsüz cildi ile gerçekten alımlı ve güzel, bir o kadar da kendinden emin fakat rahat hareketleriyle tam bir fırlamaydı. Babasının görevi nedeniyle belirli bir yerleşim yerinde burası benim memleketim diyebilecek kadar kalmadığından nerelisin sorusunu genelde geçiştiriyor ve en çok sevdiği yeri yani hayallerinin İstanbul’unu dile getiriyordu. Tavırları oldukça rahat ve içten, yapmacıklığa yer vermediği her halinden belli vücut dili ve o gür sesi ile gerçekten Elif, farklı ve hoş bir kişilikti. …. Alışmaya çalıştı yurt hayatı ve bu yeni şehir yavaş yavaş artık rutine oturmuştu. Okulunun açılmasına da kısa bir süre kalmıştı. Elif ve Dilek ile gerçekten uyumluydular ve o hep korktuğu anlaşmazlık olabilecek bir ortam böylelikle hiç yaşanmamıştı. Şimdi üçü de aynı şeyi merak ediyordu; odaya gelecek dördüncü yaratığı…. Dilek, çoğunlukla kendi sessizliğinde ve kalın kitaplarıyla etütlerde takılıyor ve arada sohbetlerine katılıyordu. Zor bir çocukluk geçirmiş olduğundan alsında Nazlı ile ortak noktaları da yok değildi. Etütten akşamları geç saatlerde geliyor, diğer ikisini rahatsız etmemek için uyku dolu gözleriyle sessizce yatağına uzanıyor, az ışık saçan bir masa lambasının o gözleri bulandıran ışığında, vicdanı rahat ama beyni uyuşuk hale gelinceye kadar ders çalışmaya devam ediyordu. Elif aslında Dilek’i bir nevi koruma altına almıştı, dışarıdan gelen sataşmalar, anlaşmazlıklar ve haksızlıklar karşısında hep bir siper olmaya devam ediyordu O’nun için… Ama çoğunlukla bunu gizli yapıyordu ki, Dilek o çaresiz olan öz güveninden tamamen kopmasın diye… -Kızım ya yazık sana bırak şu kalın kitapları biraz da bize takıl!... Zaten hayatın o kitaplara bağımlı geçmeyecek mi sanki… İşte benim kuzen senin kafadan takıldı takıldı da ne oldu sürünüyor bu ülkenin en çaresiz bozuk sisteminin bir doktoru olarak doğuda…Okursun yavaş yavaş… Bir uzun ömrün olduğunu düşün onları okumak için ama unutma bizlerle veya bizsiz gençliğini yaşamak için bir o kadar uzun ömrün olmayabilir! -Sen anlamazsın! -Neden anlamayım benim huysuz ve bir o kadar da sevimli kardeşim…? Tahmin ediyorsundur ki bizler de okuyoruz şu ülkemin en verimli üniversitelerinden birinde.. Ders çalışıyoruz biz de… Ne farkı var ki… Tamam kabul sizin ki biraz zor…” -Offf Elif yaaaa…. -Off deme Dilek.. Kızdırıyorsun bak bu konuda beni, anla biraz ya!... Geçen gün elindeki notlar için sen demiyor muydun, canım çağdaş ülkemin hala satır satır aynı dört yıllık bilimsel notları bunlar diye….Şimdi de bana kızma yani.. -Ya ne yapayım Elif olmuyor.. Yetişmiyor.. Ezberle ezberle hala bir sürü kelime. -Sakin ol biraz. Rahatla… Yetişecektir bir şekilde... Kendini yıpratmaya değecek mi peki, o kelimeleri ezberleyince.. Nazlı birşeyler söylesene sen de…” -Ne söyleyeyim? …….Haaa…..Elif haklı be Dilek, gel birlikte program yapalım hem gezelim hem de ders çalışalım… -Bu arada geçen gün seni kapıya kadar getiren şu çocuk.. neydi adı Nazlı hatırlatsana… -Şu sırılsıklam aşık çocuk... Evet, İlker… -Evet, İlker.. Kızım O’nunla biraz çıksana .. Evlen demiyoruz işte biraz gönül eğlersin. Birlikte kelime ezberlersiniz ne olacak. -Elif, dalga geçme bak.. Birlikte kelime ezberlermişiz... -Ne söyleyeyim be güzelim.. Sen de iyilikten anlamıyorsun .... Ne var yani erkekler aynı muhabbeti yapmıyor mu, biraz öpersin sonra kendi prensiplerini korursun… Kabul ederse eder etmezse de eyvallah başka İlkerler sıraya…. -Ya yapmayın kızlar niye dalga geçiyorsunuz..? Ne yapayım , kalırsam annem ve babam önce beni oyarlar sonra da kalpten giderler valla… -Tamam Dilek tamam… Al şu sevgili kitabını hadi aşk yuvana, şimdi yerini de kapmışlardır etütte senin…. Annele baban gelip çalışsınlar o zaman.. Onlar uzaktan yaşarlar sıkıntını her zaman, ama asıl sıkıntıları çeken senin beynindir, unutma! Günler geçtikçe Nazlı ve Elif’in korkuları ve görüşleri ortak hale gelmişti Dilek hususunda. Hayalleri ve belki de zorunlu idealleri için kendisini harap eden bir genç kız. Belki de bu ülkenin kanayan yaralarından birisiydi bu üniversite sistemi. Uzun uzun konuşurlardı akşamları ikisi. Sanki sistemi değiştirebileceklermiş gibi. Ama bir imkanları olsa nice Dilekler için değiştirirlerdi bu sistemi. Düşündükleri zaman Dilek ve doktor olmak, onlar için içinden çıkılmaz bir ikilem oluşturuyordu … Ama yapabilecekleri tek şey ellerinden geldiğince ve sabırları yettiğince destek olabilmekti O’na.. Bu bağlamda aslında Dilek oldukça şanslıydı. Altı katlı yurdun tüm odalarında bu sevgi, içtenlik ve huzur yaşanmıyordu ki... Okulun açılmasına az bir zaman kalmıştı. Heyecanı giderek artıyordu. Ortam nasıldı?. Arkadaş bulabilecek miydi? Başarabilecek miydi acaba bu yeni ortamı? Korkuyordu içten içten Nazlı ama belli de etmiyordu bunu o saf yüreğine…Elif oldukça hızlı yaşıyordu Antalya gecelerini… Kurallarına uygun ama en hızlısından… Arada Nazlı da takılıyordu O’nunla ve arkadaşlarıyla.. Birkaç ortam sonrasında korkulacak bir ortamları olmadığını çözebilmişti. Yat Limanı’nda, Lara’da; Işıklar’da takılıyorlardı… Hava hala güzeldi ekim olmasına rağmen. Konyaaltı’ndaki beach clublar burayı bir başka yapmıştı zaten. Keyif içinde şakalaşıyorlar, zaman geçiriyorlar ve denize bile giriyordu bazı arkadaşları… Sıcak ve güzel bir cumartesi günü üçü de odada miskin miskin oturuyorlardı. Dilek’in elinde bir anatomi atlası sürekli bir şeyler not alıyordu. Nazlı şöyle bir göz ucuyla atlasa doğru bakış fırlatmış ve o an anlamıştı doktor olmak istemediği konusunda doğru kararını… Elif kendi köşesine çekilmiş ve kulaklığında muhtemelen yine en acısından Metallica nameleri kendinden geçmişti. Nazlı da rock dinliyordu ama artık alternatif rock’a kaymıştı kulak zevki. Bir ara odanın sessizliğini kapının dışarıdan çalınması ile duyulan birkaç tok ses bozmuştu. Kapı açıldığında, adımları yavaşça ve her ukala olmayan çömezin ki gibi ürkek bir kız girmişti. Kumral , bir o kadar derin deniz bakışlar, gayet atletik ve zarif bir vücut ile birlikte içeriye hoş bir genç kız havası yayılmıştı. Nazlı da dahil odada ki üç yaratık ortak sessizlikle O’nu süzüyorlardı. İçinden, ya ben de aynı şekilde karşılaşmıştım bu sessizlikle diye düşünürken ve ayağa kalkarken Nazlı derin, perdeli ve dinlendirici bir ses odaya yayılmaya başlamıştı. -Merhabalar…Ben Burçak…Buraya yerleşmem gerektiğini söylemişlerdi. Mersinliyim, oradan geliyorum. İngilizce öğretmeliği bölümünü kazandım. Ve heyecanlıyım. Memnun oldum… Her zaman, odanın en ahreketlisi olarak, o gür sesiyle Elif söze daldı hemen; -Ya dur kızım ya nerdeyse, yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim , diyeceksin. Bize biraz soracak malzeme bırak. Bu arada ben Elif… İktisat okuyorum. -Sen O’na bakma Burçak, kendisini odanın efesi sanıyor. Ben Nazlı, seninle aynı sınıfta olacağız bunun için daha da memnun oldum. -Gerçekten mi? Ben de sevindim… -Sıra bana geldiyse .. ben de Dilek. Tıp okuyorum…Hoş geldin. -İnanmıyorum…Gerçekten tıp mı okuyorsun .. Zor iş .. Kutlarım seni. Gerçekten harika bir duygu olmalı doktor olabilecek olmanın heyecanı! -Evet!, nihayet tarafımda bir savaşçı buldum şu iki yaratığa karşı… Tıp okuyanlara hala bir saygının olduğunu duymak sevindirdi beni... -Haydaaa .. Burçak bence biraz tıp ile haşır neşir olduktan sonra konuş böyle, kızım! Nazlı ya!... getir oradan bir anatomi atlasını da görsün … Burçak!..Elif doğru söylüyor. Şimdi bize yaptığı işkenceyi sana da yapıp şeyi öğretmeye çalışacak.. Neydi?.. muskolus steryobişey iste:….. Burçak, bu sıcak ve güler yüzlü ortama gerçekten ısınmış ve ailesinden uzak kalmanın yüreğinde yarattığı buzul hisleri yavaşça eritmeye başlamıştı. ...... Bekledikleri dördüncü yaratık da kafa dengi çıkmıştı ya diyecekleri yoktu bir şeye. Gerçi insanları tanımak için uzun bir süre geçmesi ve birlikte bir çok ortamı paylaşmak gerekiyordu ama bu yuva olarak gördükleri dört duvar arasında, en azından içten, gülen ve parlayan gözler ve bakışlar morallerini yükseltiyordu. Burçak, Nazlı’nın ranzasında alt yatağa yerleşmişti. Diğerleri uyuyunca kendileri bir şeyler konuşuyorlar, ortak hayalleri ve hayallerinin ortak noktası okulları ile ilgili istek ve korkularını paylaşıyorlardı. Burçak’ın da annesi tek başına hayat mücadelesi veren bir kadındı. Tek bir erkek kardeşi vardı ve Selim de Nazlı’nın kardeşi Burak gibi lisede okuyordu. Babası ile annesi kendisi ilkokulda okurken ayrılmışlardı. Farklı bir bayan ile yuva kurmuş ve kendilerini bile hiç görmediği ve hatta görmeyi düşünmediği iki üvey kardeşi bile olmuştu. Annesi üzerilerine titremişti ve şimdi bu zor anların ürünü bir kız üniversite kapısında boy gösteriyordu. Bir çok konuda ikisinin o kadar konuşacak ortak noktası vardı ki… Müzik zevkleri birbirine daha yakın olmasına rağmen, Burçak biraz daha alternatif ve güncel müzik takılıyordu ama O da iyi bir rock dinleyicisiydi. Yatağında uzanırken bazen Burçak’a gözleri takılıyordu Nazlı’nın ve izliyordu O’nu gülümseyerek.. Kulaklarındaki kulaklıktan muhtemelen aynı şarkıyı dinlediğini anlıyodu O’nu kaçamak izlerken. Gözleri kapalı, dudaklarında hafif bir gülümseme, her iki kolu havada ve elleri aynı kıvraklıkla bir merdivenin basamaklarını çıkarcasına yükseliyordu parmakları. Evet, yine aynı şarkıydı dinlediği…”Stair way to Heaven..” Neden olmasın, gerçekten öyle bir güzelliğe, cennete neden bir merdiven dayanmasındı?...Lise yıllarında O da voleybol takımında oynamıştı ve birlikte nasıl oluyorda turnuvalarda karşılaşmadık diye şakalaşıyorlardı. Birlikte takıldıkları zaman fark ettikleri tek farklılığı, erkekler üzerine olan zevklerindeki değişkenlik olmuştu. Aslında bu hoşlarına da gitmişti. Ne de olsa birbirlerinin sevgililerine bulaşmayacakları konusunda oran oldukça yüksekti. Okula ilk açıldığı gün birlikte gittiler. Kampusün kapısından girdiklerinde emin oldukları tek şey birbirlerinin korku, tutku, hayaller ve gururlarının ortak olduğuydu. ….. Okulun ilk günlerinden itibaren zaman geçtikçe iyice dost olmuşlardı. Odadaki dörtlü yaratık gücü içinde bir de ikisinin ortak gücü vardı. Etütlerde birlikte ders çalışıyorlar ve genellikle en zor anlarda birbirlerine destek oluyorlardı. Aynı anda bunalıma girdiklerinde ise, koruyucu melekleri Elif iş başına geçiyordu. Dersler, kitaplar, arkadaşlar ve aile özlemleriyle okul dönemi oldukça hızlı geçiyordu. Kantinde ortak arkadaşlar birlikte hep eğitim sistemini ve bunun ülkeye getirdiği olumsuzlukları konuşuyorlardı. Sanki çözüm olacaklarmış gibi. Nasılsa yine bir çizgi dahilinde, siyasi bir ideale yönelik belki de bu eğitim sistemini tam özümsemeyen ve eleştiremeyen bir bakan tarafından farklı bir sistem oturtulmaya çalışılacaktı. Yine her şey çağdaş hayallerin sadece sigar dumanı altındaki kantin konuşmalarında kalacaktı. Ortak oldukları tek düşünce ise birilerinin bir şekilde bu ülkeyi ilerlemekten ve gençlerinin gerçek kapasitelerinin en alt düzeyinde bir şeyler üretmek ve hatta daha çok tüketmek niteliğine dönüştürmeye çalıştığıydı. Bu kantin konuşmaları sırasında, İzmirli bir gençle yakınen alakalı olmuştu Nazlı. Gözleri sanki yakıyordu kendisini. Hele bakışları, aklını alıyordu sanki...ve dikkatini dağıtıyordu o an için. Sonra Uğur'un o sakin ve en içten konuşmaları en derin haliyle tekrar konuşmaların ortasına alıyordu Nazlı' nın ruhunu…Uğur , sınıf öğretmenliği bölümünde okuyordu ve oldukça geniş düşünen, çağdaş, rahat ve tam anlamıyla düşündüğü doğrularıyla kendisine göre yaşayan bir gençti. Yakışıklı sayılırdı zaten ne önemi vardı diğer özelliklerinin yanında. Bir süre bu şekilde kantin konuşmalarıyla sadece bakışarak flört etmişlerdi. Bir sonbahar Antalyasının, ahmak ıslatan yağmuru altında Yat Limanı’ndan Konyaaltına doğru yürürlerken atılmıştı ilk adımları aralarındaki elektriğin. Zaman geçtikçe ve kitaplar devirdikçe, Nazlı kendinden daha emin ve güçlü bir kız olmuştu. Uğur, doğru bildiği ve Nazlı’nın da doğrusu dahilindeki her şey için yüreklendiriyordu Nazlı’yı… Bu da hoşuna gidiyordu. Ülkeden, eğitim sisteminden, televolelerden ve günlük her şeyden konuşuyorlardı. Hiç unutmadığı şey ve nasıl yaptığına şaırdığı tek anısı ise, Ankara’ya gidip Beşiktaş- Gençlerbirliği maçını tribünlerde O’nun yanında seyretmesi olmuştu. Şaşırmıştı kendisine ve hatta bunu futbol delisi olankardeşine, evet Burak’a söylese ne kadar şaşıracağını düşünerek gülümsüyordu hep. Burçak ise, Murat isimli bir gençle çıkmaya başlamıştı. Çok hoşlanmıyordu Murat’tan Nazlı…O’na ukala ve gereksiz bir yapmacık olarak bakıyordu. Hani her şeyden biraz bilgisi olup da bir şeyi tam olarak bilmeyenlerdendi. Murat, eczacılık fakültesinde pek parlak olmayan ama aynı zamanda kızlar arasında popüler öğrencilerden birisiydi. Fakültenin futbol takımı kaptanı, kızların sevgilisi… Nasıl oluyordu kapılmıştı bu gereksiz imaja Burçak hala şaşıyordu. Ama gönül deyip, geçiyordu. Okulun ilk yılları Burçak için daha zor geçmişti ve galiba O’nu Murat farklı bir şekilde güçlü kılıyordu. Herhangi bir kullanma yoktu birbirlerine… Ne maddi, ne duygusal ne de cinsellik açısından ama sanki Burçak’ın kendisini biraz daha ikinci planda hissetmesi için çabaladığını düşünüyordu. Tabi ki Burçak’ın seçimiydi ve O halinden memnundu. Birlikte ilk bahar dönemlerinde vizeler sonrasında geziler düzenliyorlardı. Aspendos’un büyülü ortamında birer Zeus, Afrodit oluyorlardı , bazen de en büyük kalabalıkların ayakta alkışladığı popüler bir ses sanatçısı. Burçak’ın sesi güzeldi. Lisedeyken amatör okul grubunun solistliğini yapmıştı. Tabi ki her şeyi yapabilen kahraman Murat da hakkını yememek lazım güzel gitar çalıyordu. Üçüncü sınıfın yaz tatilinde Olympos’da kaldıkları bungalovlarda harika konserler çekmişlerdi kendilerine. Uğur’un yemek yapma konusunda üstüne yoktu. Aslında hep düşündükleri şey ne güzeldi okumak!!! ………. Zaman geçtikçe Murat ile Burçak arasında hafif pürüzler çıkmaya başlamıştı. Hayalleri ve şartları bu noktada yani gelecekteki planları konusunda artık problem yaratmaya başlamıştı. Kendisi ise Uğur arasında ise her şey güzel gidiyordu. Son seneye geldiklerinde artık 24 yaşlarındaydılar ve hayallerinin son sahnesinde, yemin ederek mezuniyet törenini oynayacaklardı. Uğur da mezun oluyordu fakat Murat’ın ne yaptığı konusunda kimse hem fikir değildi. Tören günü oldukça heyecanlılardı. O cübbeler içinde farklı görünüyorlardı. Her ikisinin de annesinin ortak çığlığıydı yürekten söyledikleri… Gerçi ana yüreğiydi zaten söyleten ama insanın kulağına hoş geliyordu. Onlara göre daha olgun, daha güzel ve yüzleri inanılmaz nurluydu. Gözlerinden yayılan her ışık demeti inanılmaz kalitede, güzel hayalleri olan, üretken gençleri yetiştirecekti. O gençler ki, bu ülke ve gelecek için aynı olgunluk, gurur ve yüzlerindeki aydınlık ışıkla birlikte bir çağdaş ordu olacaklardı. Yurt odasında yataktaki idealleri bunlardı. Geleceğe dair, kurak olan ülkenin bir bölümündeki her çeşit çiçeği bir şekilde nadasa bırakmak zorunda da kalsa yeşerteceklerdi. Her bir çiçek, demet demet büyüyecekti, kimsi fidan olacaktı çabalarıyla ve belki de kimisi daha güçlü, daha üretken olup bir ormanın değişik ağaçları olup çıkacaklardı. Törende, sahneye çıktıklarında diploma aldıklarında ve keplerini hep beraber aynı neşe ve gururla gökyüzüne fırlatırlarken bu taze hayaller vardı genç beyinlerde. Törende sımsıcak duygularla sarıldığı, biricik arkadaşı Burçak’ın gözlerindeki ışıltıyı hiç unutmayacaktı. Tören bittiğinde, seyirciler arasındaki ailelerine kocaman sarıldılar yürekten. Elif her zamanki gibi heyecanlı ve enerjik hareketleriyle sürekli flaş patlatıyor ve espriler yapıyordu. O yurttaki odanın, efe kızı, bir yıl önce mezun olmuş, sayılı bankalardan birinde önce stajyer ardından da bölüm müdürlüğüne getirilmişti. Yaramaz ve uçarı kız evlenmişti üstelik ve eşi Volkan da şu an sevinçlerine ortak olmak için gelmişti. Dilek tüm hüznüyle oradaydı. Gözlerinde kendi hayallerinin tükenmiş ışığıyla arkadaşlarının ideallerinin ışığının karışımı bir gurur vardı. Tamamlayamamıştı tıp fakültesini Dilek, zaten kendi kararıyla terk etmişti o Latince kelimeleri, hastalık terimlerini ve belki de çare olamayacağı bir sistemde kendi çaresizliğini. Tekrar sınava girmiş, işletmeyi kazanmıştı ve okulunda gerçekten başarılıydı. Şimdiden yurt dışına bir adaydı öğrenciler arasında. Yine de içinde sızlayan bir beyaz önlük taşıyordu hep…Törenden sonra hep beraber Yat Limanı’ndaki, bir uçurum gibi yükselen kayalıkların üzerindeki kafeteryaya yemek yemek için gitmişlerdi. Denizin gökyüzüyle anlaşma imzaladığı o güzel çizgi, ufukta, yavaş yavaş yükselen bir ay geceyi karanlığın hükmünden biraz da olsun kurtarma çabasındaydı. Sevinç ve mutluluk içindeki kahkahalar yükselirken masalarından, dalga sesleri uzaktan kutlama senfonisi gibi geliyordu kulaklarına. Gözleri yakamozun muhteşem dansı ile anlam kazanıyordu bakışlarda. Yemek yenildikten sonra, anneler ve henüz yaşı tutmayan kardeşler eve dönerken, gençler bir barda kutlamalarına devam etmişlerdi. O geceyi hiçbir zaman unutmayacaklardı. ….. Mezuniyet sevinci ve sarhoşluğu sonrasında bu ülkenin sisteminin hep o aynı nakaratı çalmaya başlamıştı: “Hoş geldiniz gerçek hayata ve Türkiye’ye”…. Burçak ile her telefon konuşmalarında kamu personeli sınavını konuşuyorlardı. Memur olup atanabilmeleri için bu sınavı verebilmeleri gerekiyordu. Hazırlanmışlardı elbet ama her sınav gibi o da bir sınavdı neticede..Sınav sonucunu da aynı telefonların ucunda merakla konuşur olmuşlardı. Ya sonra? Kura çekeceklerdi….Aldıkları puana göre üç yer seçecekler ve bu yerler muhtemelen Türkiye’nin ortasının doğusunda bir yerler olacaktı. Ama bugünler için okumuşlardı. Gerçi kalpleri bunu hep reddediyordu. Hazır olmadıkları bir ortamda, kültürüne yabancı oldukları gencecik zihinlere bir şeyler öğretmenin çabasını yaşayacaklardı. Bu da kolay değildi ve korkutuyordu. Aynı hisleri yine birlikte paylaşıyorlar ve “körler ve sağırlar birbirini ağırlar” şeklinde birbirlerine destek olmaya çalışıyorlardı. Hep aynı mantık vardı ya… Memur ailesi ve zor çocukluk döneminin ardından bir yerle gelmiş gençlerdi ya özel sektör onları ve ailelerini korkutuyordu. O yüzden sırtını devlete dayayıp memur olacaktın. Ama bunun için devlete sırtını ne kadar dayadığı malum bölgelerde sırtında bir kamburla gençliğin geçişini izleyeceklerdi. …… Kura çekmek için Ankara’da buluştukları gün ikisi de heyecanklıydı. Şanslılardı aslında.. Bir çok mezun işsiz kalmıştı sınavı veremedikleri için… En azından kendileri maaşa bağlanacaklar, kendi hayatlarına yol verecekler, güçlü olacaklar ve vs. vs……Yine de bunlar rahatlatmıyordu içlerindeki belirsizliği…Açıklanan boş kadrolardan üç yeri tercih etmiştiler, önce bu yazıkları yerlerden kuraya girecekler ve eğer bunlarda şansları iyi gitmezse genel kuradan bir çok yeri içine alan bir listeden kura çekeceklerdi. İlk Nazlı ilerlemişti platform tipinde hazırlanmış sahneye.. seçtiği yerlerde şansını kullanamamıştı. Aslında ne fark ederdi ki… Tek fark korktuğu ve ismini bildiği ilçeler değil, yine korktuğu fakat ismini bilmediği ilçeler için kura çekecekti. Gözlerinde hafif bir durgunluk, titreyen elleri ve boş bakışlarıyla çekilen kağıdın okunmasını bekliyordu. Bir ses Elazığ Palu Lisesi diyerek mikrofona haykırdığında, kalbinden bir sızı ağzına doğru ilerlemiş, kendine geldiğinde ise oturduğu yere giderken kafasında haritada söylenen yeri hesaplamaya başlamıştı. Elazığ evet evet O’nun yerini biliyordu ama ya Palu????.. Doğruca Burçak’ın olduğu yere yöneldi.. Gözlerinde aynı nemli bakışlar birbirlerine bakıyorlardı. Sıra Burçak’a geldiğinde, sanki yılların Burçak üzerindeki güçlü, olumlu ve kayda değer her şey silinmiş, yerine yine yurt odasının kapısındaki ürkek, yavaş ve çaresiz küçük adımlı Burçak gelmişti. Çektiği kağıt okunduğunda nemli gözler artık aşikar bir gözyaşı seline kavuşmuştu. Bingöl’ün o an için ismini anlayamadığı bir ilçesi.. Genç…..Zor ve titreyen adımlarla Nazlı’nın yanına gittiğinde, Nazlı’nın hep hatırlayacağı o derin ıslak deniz gözler üzgün ve ümitsiz bakıyordu. Bugünleri biliyorlardı ve yaşayacaklardı ama … Yaşamadan inanamıyordu ki insan…Sımsıkı sarılmışlardı birbirlerine… Sımsıcak, destek olurcasına ve sanki birisi hafif gevşese ikisi birden yere yığılırcasına….Hizmet etmek için okumuşlardı ama….Bu ülke her şeyiyle hizmet bekliyordu ama …. Devlet oralara gitmelerini söylüyordu ama….Yürekleri, hayalleri ve idealleri o an çatışıyordu kendileriyle. Ya devlet oraya henüz tam anlamıyla gidememişse?!...... ………… ............... Dizleri yorulmuştu Nazlı’nın bavulun önünde diz çökmekten. Zaten uzun bir süre boş duvara dalmıştı….Yarım kalan işini tamamlamak üzere, masanın üzerinde hala atılı duran birkaç giysiye yöneldi… Boş odadan, pencerenin görüş alanına giren karşıdaki yükselen tepelere bakarak yine düşüncelere dalmıştı. Palu’ya geleli bir yıl olmuştu ve hayatı ne kadar değişmişti. Ve şimdi….. Gözlerinden bir gözyaşı damlası süzülerek yanağından gerdanına doğru inmişti. Yatağına gitmek üzere döndü. Masanın üzerinde duran fotografa göz ucuyla baktı ve yine aynı nakarat döküldü dudaklarından… -Ben bunu nasıl yapabildim? Yatağına uzandı. Zaman geçmek bilmiyordu her zamanki gibi. Gözleirni kapamış ve ellerini yukarıya doğru kaldırmış, her iki bileğinden yukarıya kıvrak hareketlerle basamak basamak çıkıyordu şimdi yükseklere. Bir süre sonra yorgun kolları yatağa düştü, daldı en derininden ihtiyacı olan uykuya….. -4- - İnanamıyorum, Burçak!!!... Baksana tekrar bu, aynı sahildeyiz. Hiç sanmıyordum oralardan dönebileceğimizi... Alışmak çok zor olmuştu ve yaşamaya çalışmak da. Ama bitti ve yeniden buradayız. - Evet haklısın galiba...Ben de inanamıyorum ... Hayatı bir tarafından yakalamaya çalışınca, diğer yönleriyle zaman anlayamadan çok çabuk geçiyor. Belki de bütün bu süreç yaşamamız gereken birer tecrübe sahneleriydi. Ve bizler de, her şeyi ile, o sahnede kendimizi oynuyorduk. Kadere inanmadığımı biliyorsun ama hazırlanarak sunulmuş bir hayatta, senaryoya uygun olarak doğaçlama yaşıyoruz. Belki de bazen istemediğimiz bir yaşamı kabul etmeye çabalayarak... Baş rollerde daima bizler değil miyiz, korkularımızı, hayallerimizi, isteklerimizi ve hatalarımızı oynayan... Düşünsene...! En zor anlarımızda, her şeye göğüs geren, mücadeleye kendisini korkusuzca atan dublörler de bizler değil miyiz, sanki? Hatta, en yoğun ve çaba harcadığımız, hayatımızın dönüm noktalarında, hayatın normal seyrini yüklenen figüranlar da bizleriz... Felsefi tarafını düşünürsek.......Ya ne bilim işte kızım?...İşte kısaca yine buradayız. Sustursana Nazlı beni.... - Beni çok şaşırttın Burçak!... Hayata bu kadar derin bakabiliyor olman, şaşırtıcı ve bir o kadar da etkileyici... Çok değişmişsin gerçekten... Vay be!.. Felsefi tarafından kalktın galiba bu sabah... - .............. - Nazlı!, baksana geliyorlar....Elifffff......Heyyy!.... Buradayız. Yine en spor ve rengarenk giyimiyle Elif, bir elini kendilerinin olduğu yere doğru sallayarak, heyecanından olsa gerek, yürüyüşündeki yalpalamayla, o en enerjik haliyle gülümseyerek kendilerine doğru geliyordu. Yanında, o kendisine has durgunluğuyla Dilek, elinde bir kaç kitabı taşımaya çalışırken aynı zamanda el sallamak istiyormuş da yapamıyormuş gibi kıvranarak Elif’e eşlik ediyordu. Bulundukları yere giderek yaklaştıklarında, Elif’in o her zamanki gür ve içten sesi, histerik kahkahasıyla karışır şekilde duyuldu. - Vay... Selam yaratıklar, ne haberiniz? Nedir o süzülmüşsünüz yine taze gelinler gibi... Nerede bakalım o en içten gülümsemeler? Heyyyy!!! Size diyorum...... - Yine isyanları oynuyorsun Elif!. Teessüf yani ateş ateş yakıyorsun yine.....Bu arada hoş geldiniz kızlar. Bugün Burçak da felsefi takılıyor , bakalım başımıza neler gelecek?... - Tamam tamam... Size soytarılık da yapmak yaramıyor. Dilek !!!... Şunların ensesine en güzelinden birer tokat patlatır mısın? Hani ben vuracağım ama sonra elimde kalırlar diye korkuyorum. ............... - Bana bak Dilek, sakın vurmaya bile teşebbüs etme! Pişman ederim bak seni!!!... Değil mi? Hayda.. Burçak sana söylüyorum... Yine daldın uzaklara!.. Bana bak!...Benim yanımda olmazsan, ben indireceğim ensene bir tokat göreceksin.... - Peki Nazlı, kızma tamam... Zaten Dilek bize kıyamaz, öyle değil mi? - Nazlı baksana, şu gelen iki yakışıklı sizinkiler değil mi?... Evet evet onlar....Uğur’u ve yaptığı yemekleri çok özledim. Murat için aynı şeyleri söylemek isterdim ama... Ya! Burçak ne yapayım yapmacık olamıyorum....Özürrrr... - Elif ne olur birazcık tolere et... Zaten zor birleştik, biliyorsun. Uzun zamandır ilk kez bu kadar mutluyuz. Hem çok değişti artık. Gerçekten çok anlayışlı ve yapıcı. Beni sevdiğini gösterebiliyor her yaptığı hareket ve anlamlandırabildiği sözlerle... - Senin için tabi ki her zaman tolere ederim o herifi... ama ne yapayım bir yerlerde bir eksik var. Belki narsistliğinden ya da ne bilim insanları kim olursa olsun zaaflarıyla kendisine bağlamasından... Neyse... Madem değişti diyorsun!!! Ehhh.. Göreceğiz bakalım... - Teşekkür ederim... - Ne yapim, yani... Seni bu şekilde görmeye dayanamıyorum. Çok üzmüştü seni... O’nun karşısında direkt olarak yelkenlerin suya iniyor. Keşke O değil de sen değişmiş olabilseydin!... - -............. Dilek, canım arkadaşım.. . Sen yine de indir be kızım şunların ensesine... Dalıp durmasınlar uzaklara... - Tamam Elif. Haklısın ben de dayanamayacağım her ikisinin de o ufuklardaki sihiri arayan bakışlarına.... - ............. - ............. - - Dilek çok hızlı vurdun abi ya!... Nazlıya’da vurur musun lütfen. Hadisene bak konuşmam yoksa seninle... -Burçak.. Ne yapayım sevmiyorum Murat’ı.. Sevmiyorum. Sevmiyorum....Ve hiç bir zaman da.... ........... Nazlı, sanki beklenmedik bir anda darbe almışcasına sıçramıştı. Üzerindeki, deniz mavisi renginde, yapraklar ve papatyalarla süslenmiş, üniversiteye başladığının o ilk yaz tatilinde, pazardan annesi ile birlikte beğenerek aldıkları battaniyeyi, sanki kendisini her şeyden korumasını istermişcesine burnunun ucuna kadar çekmişti. Aniden sıçramış olamanın verdiği şaşkınlık ve rahatsızlığını üzerinden saniyeler içerisinde attıktan sonra yatakta biraz kıvrandı, sonra gözlerini açtı ve rüyasındaki özlediği hoş muhabbeti anımsadı. Dudaklarında uzun zamandır hasret kaldığı, özlediği tebessüm bir anda belirdi ve ardından esinti şeklinde geçti, gitti...Yarı açık gözleriyle loş odaya ve pencerenin dışındaki henüz aydınlanmamış griye çalan sıkıntılı havaya baktı. İçinden uapmak istemediği belli olan bir hareketle, yatağının yanındaki komidinin üzerindeki saate baktı. Şaşırmıştı, saat öğleye geliyordu ama dışarıdaki hava?... Demek ki artık görünür olmuştu, karamsar ve gri renkli havanın, şehri bir uçtan diğerine uzanarak yaptığı, o sessiz örtü... Anlaşılan yine sağanak yağıyordu bu küçük şehire... Kalkmalıydı ve eşyalarından en son kalanları da çantasına yerleştirmeliydi. Boş ve anlam yüklemeye de pek çalışmadığı bakışlarıyla odaya öylesine bir baktı ve çok az eşyanın yerleştirilmemiş olduğunu fark etti. Banyoya gitmek üzere ayağa kalktı ve cama sanki ümitsizce ama asice vurduğunu düşündüğü yağmur damlalarının sitem dolu dansını seyretti. İçeriye girme telaşı vardı sanki yağmur damlalarında... Ama boş bir çaba ile çarptıkları pencerenin camından diğer bir çoğu gibi düşerek yerlere, sadece ıslatmak üzere kavuştukları toprağa karışıyorlardı ümitsizce... İçini çekti ve bir şeylere ulaşmaya çalışan biz insanların da aynı çaba ve azimi göstermesine rağmen, engeller sonucunda hayallerinden tepe taklak düşüşlerini düşündü. Ekim sonlarıydı ve artık bu şehirde yağmurun sessiz sesini dinlene zamanı gelmişti. Belki de yaşadığı yerlerden bir alışkanlıktı ama O daha çok sıcak ve açık havaları seviyordu. Bunaltmayan, terletmeyen ve huzur veren... Eğer yağmur yağıyorsa, ılık bir rüzgarın eşliğinde, sonbaharın sarı yapraklarıyla süslenen esintili senfonisinde, yavaş adımlarla yüzü gökyüzüne bakarak yürümeyi tercih ediyordu. Buraya geldikten sonra alışmak zorunda kalmıştı sağanak ve çaresiz bırakan yağmurlara... Öyleydi ki, buram buram toprak kokuyordu yağmur...Geçiyorken pencerenin önünden sessizce, içinden durup seyretmek gelmedi yağmuru... Banyoya ulaştı ve yüzünü yıkadı. Kabullenmeye çalıştığı bu yeni hüzünlü ve ifadesiz yüzüne çok fazla muhatab olmadan baktı, saçlarını düzeltti ve bir şeyler yemek üzere mutfağa geçti. Mutfağa girdiğinde, perdesiz olmasına rağmen, ışığın oralara uğramadığını düşündü. Lambayı yaktı ve zoraki parlayan sarı bir ışık hüzmesi, odayı aydınlatmaya çabaladı, fakat kirli ve isteksiz bir çaresizlikten ileriye gidemedi. Buzdolabından günler öncesinden kalmış olan bir kaç yiyeceği, düzensizce ve sanki zorunlulukmuş gibi masanın üzerine koydu. Sandalyeye her an kalkacakmış gibi oturduktan sonra, başını her iki eliyle tutarak sabitledi, dirsekleri masaya dayanmış halde öylece düşünceye daldı. Dirsekleri yorulunca bu pozisyonundan vazgeçerek, tabaktaki peyniri birkaç kez isteksizce çatal ile taciz etti. Sonra bir lokma alarak ağzında uzun süre geveledi. Sanki lokma ağzında giderek büyüyordu. Zorla yuttu... Biraz sonra masadan kalkarak yine kirli tabak ve bardakları düzensizce tezgaha yerleştirdi, yıkamak için suyu açıyorken vazgeçerek emin adımlarla salona geçti. Salonun penceresinden kendi aksini görebiliyordu ve bu gecenin zamansız rengi karşısında sıkıntısının biraz daha arttığını düşündü. Bu dağlar ve tepeler arasında hapis olmuş izlenimini veren küçük şehirde bu şekildeki her yağmur, sessizliği biraz daha artırıyordu. Emindi ki, şu an sokaklarda hiçbir canlının hayat belirtisi bulunmuyordu. Yatağına uzandığı anda sessizliğin o en derin anında, dışarıya birden aydınlık veren şimşek ile beraber en korkuncundan birkaç gök gürültüsü duyuldu. Loş ve cılız bir ışık tarafından kasvete bürünen salon, şimşeğin etkisi ile gün ışığına kavuşmuş gibi aydınlandı. Fakat Nazlı’nın duygularında değişen hiç birşey olmamıştı, o an için bile olsa... Tepkisizce yatağında uzanmış ve odaya arayan gözlerle bakıyorken, telefonun çalan sesi rehavetini kırmayı başarmıştı. Zaten beklenen telefondu ya da beklenmesi gereken telefonlardan birisiydi. Yavaş adınlarla odanın diğer ucunda, duvara dayalı eski bir sehpada, yalnızlığına ter edilmiş gibi duran telefona uzandı. Kendisinin bile fark etmediği, rekfleks bir hareketle duvara dayandı ve bir eliyle uzandığı ahizeyi yine en isteksiz hareketlerle kulağına yaklaştırdı. -Alo! Kızım nasılsın?... - Selam anneciğim. İyiyim, hazırlanıyordum, yeni bitti, birkaç küçük eşya kaldı yerleştireceğim. Sen nasılsın?” “- İyiyim, güzelim. Her şeyi getirmiyorsun değil mi? - Yok. Bazıları lojmana aitti zaten. Onları ve bazı şeyleri..... hani ne bilim pek hatırlamak istemediğim buralara aitmiş gibi hissettiklerimi.....ne bilim bıraka... -Nazlı, bir tanem.. Her şey güzel olacak kızım... - Evet, güzel olacak! “Bu arada tekrar aradılar seni şu özel okuldan. Duvara dayalı bir şekilde duruken, ahizeyi tuttuğu kolunun uyuştuğunu düşündü ve diğer eline aldığı ahizeyi kulağına doğru götürürken, annesinin duyamayacağı bir iç çekti....Sonra, hafif gıcık yapmış ve tizleşmiş sesiyle konuşmaya devam etti. Fakat gıcık nedeni ile bir kaç kez öksürünce duraksadı, hafifçe yutkundu, sonra konuşmasına tekrar kaldığı yerden devam etti. - Evet biliyorum...................Evet biliyorum anne. Bana ulaştılar, iznim bitince başlayabilirmişim göreve... - Ne o öksürük, hasta değilsin değil mi? Nazlı? ... - Yok, anne, bir an gıcık oldu. Merak etme iyiyim... - Her şey güzel olacak, ben buna inanıyorum. Sen de inan ... - İnanmak? Bilemiyorum anne, sadece ümit ediyorum... - Uçağa binmeden önce, havaalanından beni aramayı unutma sakın! - Tamam. Bu arada orada havalar nasıl, burası yine sağanak yağıyor deli gibi... - Havalar güzel burada. Hani senin o en sevdiğin, havası açık, ılık esintisi olan, bunaltmayan İzmir havası var... Seni bekliyor O da... -Seni seviyorum anne... Öpüyorum. Burak’a da selamlarımı söyle. - Ben de seni seviyorum, meleğim. Görüşürüz. ....... Nazlı’ nın içine o en serininden bir huzur esmişti şimdi. Zaten yüreğinde fırtınaların koptuğu, hüznüyle genzinde biriken göz yaşlarının akıntı gibi kalbine hızlıca dolduğu ve ardından vücudunun o en uç hücrelerine kadar ulaştığı anlarda annesinin, o en sıcacık sesi mutluluk verirdi kendisine... İçini çekti ve tekrar yatağına döndü. Oda yine sessizliğe boğulmuştu. Son defa o bir yılını geçirdiği odaya yavaş ve dikkatli gözlerle baktı. Güzel anılarla ayrılıyor olabilmeyi dilerdi ama.... Kalkıp masaya yönelirken, nakarat gibi söylediği cümleye, gözlerindeki nem de katılmıştı. “- Ben bunu nasıl yapabildim?”......Aslında hep soruyordu bu soruyu ama nedense cevap veremiyordu. Zaten veremezdi de.... Ne yaptığını bile oturup düşünmeye vakti pek kalmamıştı ki .... Masanın üzerinde kalan son ama belki de en değerli eşyasını dikkatlice eline alıp, yine en özeli bir şekilde çantasının ön gözüne yerleştirdi. Çantanın fermuarını yavaşça kapatırken, gözleri nemlenerek göz ucuyla resme baktı ve bakışları bir an orada takıldı kaldı. ....... Yağan yağmur arada giderek hızlanıyor ve pencerenin hemen yakınındaki, lojmanın arkasındaki bahçede bulunan birkaç ağacın yaprakları arasından dans ederek geçmeye çalışıyordu. Bazen yağmurun en sağanak halinde, dikkatlice bakmadığında fark edemediğin silüetlere dönüşüyordu, pencerenin hemen yanındaki yapraklar... Bazen esen rüzgar bozuyordu sessizliği en inceden, bazen yaprakların cama vururcasına dokunuşları ve bazen de sessizliğin en derin anında yağmur damlalarının taşlar ile dansı.....Bir de çalan kapı zili .... Melodisiz ve uzunca çalan zil nedeni ile birden sıçramıştı yerinden... Kalkıp kapıyı açtı ve karşısında Kazım Efendi’yi gördü. Göz göze geldiklerinde, o en eskisinden ve yoğun sigara kokusu ile yıkanmış ceketinin bir kaç düğmesini acele ile ilikleyivermişti yaşlı adam. Yaklaşık 55 yaşın üzerinde, emekli olmasına rağmen hala okulda temizlik personeli olarak çalışan bir adamdı Kazım Efendi. Hayatın yükünü en ağırından taşımıştı çocukluğundan beri ve her bir darbenin kambur bıraktığı bu yükte hiçbir azalma olmaksızın yaşamaya çabalıyordu. Ayrı bir hikayeydi diğer bir çok insan gibi.... Ve hatta insanın kendisini daha iyi hissetmesine neden olabilecek hikayelerdendi O’nunkisi....Çok fazla düşünmek istemedi hikayeyi zaten yeteri kadar bilmiyordu da...Tek bildiği eğitimsizlik ve geleneklerin gayretiyle dünyaya getirdiği 7 çocuktan, henüz yeni ilk okula giden ikisi için hala mücadele verdiği, çalıştığı okulda gözünün önünde yaşadığı hayatıydı. En saygılı haliyle iliklerken ceketinin düğmelerini, elinin soğuktan mosmor kesildiğini fark etmişti Nazlı. Ve zaman geçtikçe rengi soluklaşıyor ardından kızarıyordu ve avuçlarını bir biri içinde iyice ovaladığından, ağrı da çektiğinden emindi. - Hoş geldin Kazım Amca... Ben de arayacaktım evi, hazır eşyalarım, diye. - Hoş bulduk Hoca Hanımım...Çok üzülmüşem... Nereye gidisen? Bırakisen bizleri böyle... -Gitmem gerekiyor. Hayat bazen böyledir, ummadık zamanlarda tam yoluna koyarken bazı şeyleri tepe taklak eder.... - Git bakalım. Yolun açık olur...Gene gelisen?... - Sağ olasın Kazım Amca.. Hele bir gideyim oralara, sonrasına bakarız. Ziyarete gelirim bir bakarsın...Kim bilir? Unutmasanız beni... - Neden böyle acikli konuşisen Hoca Hanım.. Tekrar gelisen tabiki... Unutmak yoktur bizlerde... Ha, bu arada açmisen? Yemek yersin? İstisen gel bize, Hanım bir şeyler hazırlamıştır... -Sağ olasın!... Saat akşam altıda gelirsin değil mi? Geç kalmayalım bu havada.. - Gelirem, sen merak etmisen!... Hadi , eyi akşamlar. “- Hayırlı akşamlar sana da... ........ Kapıyı kapattıktan sonra, son hazırlıklarını da tamamladı ve yorgun gözleriyle, saatini kurarak yatağına uzandı ve uyudu. Saat, acımasızca, en rahatsız edici sesiyle çaldığında, gözlerini yarı bir şekilde açarak, karşısındaki pencereden, karamsarlık içinde, sıkıntılı sessizliğine bürünmüş gökyüzüne baktı. Dışarıda karanlık bir grilik hakimdi. Saate baktığında gideceği saate giderek yaklaştığını gördü ve bir rahatlama belirdi, çizgilerle sanki umutsuzluğun kara kalem resmi gibi çizilen gergin yüzünde.... Kalktı, bu sefer, daha önceki günlerden farklı olarak, kendinden emin, istekli adımlarla banyoya doğru yöneldi. Kullanmadığı ve hep boş olarak kalan diğer odaya gözü ilişti ve anlamlandıramadığı bir hisle oraya doğru gitti. Odanın ışığını açtığında, sarı, cılız ışığın aydınlatma çabasındaki loş odada, sessizliği bir kez daha içine çekti. Bu odanın penceresinden, bu küçük şehrin daha önceki günlerde hiç keşfetmediği, destek vermek için çabalayan ışıklarını, şehrin üstünü örten karanlığın arasından seçerek izledi. Tekrar banyoya gitmek üzere, odadan çıktı ve banyoda, maske takmışcasına yabancı, ama hüznüyle en tanıdık yüzünü yıkadıktan sonra, bir süre aynada kendisini izledi. Günlerce öncesinden yolculuk için ayırdığı giyisileri özenle giydikten sonra, bu, ardına bile bakmadan çıkacağı odanın kendisini yenilmişliğiyle hatırlamamasını istercesine, hafif bir makyaj yaptı. Yalnızlığını ve hüznünü burada bırakıp, yeni bir umut çağlayanında, akıntıya bırakacaktı kendisini. Hiç bir plan yapmak istemiyordu kafasında...Sadece o an karşısına çıkanlarla yetinecek, plansız bir senaryoda, kendisi olarak yaşayacaktı. Bu düşüncelerle, tüm ihtişamıyla yükselen ve gri karanlığı üzerine bir tül gibi örtünmüş dağı görecek şekilde, son günlerde mabedi haline gelen pencerenin kasasına başını dayayarak, öylece dalgın bakışlarla duruyordu orada. Sessizliğini ve zoraki, birbirinden tamamen kopuk düşüncelerini, kapının çalan zili bozmuştu. İşte beklediği an gelmişti...Kazım Amca ve okulun diğer personeli Lütfi Efendi gelmişler ve ayarladıkları minibüs ile eşyaları ve kendisini havaalanına götüreceklerdi. Onları, gülümseyerek ama bir o kadar da dalgın bakışlarla karşıladı. Eşyaların yerlerini, yine susarak gösterdi. Lütfi Efendi, bir eli belinde, diğer eli valizi tutarak kapıya yöneldiğinde, Kazım Efendi de diğer iki küçük çantayı yüklenmişti. Önünden geçerken, Kazım Efendi’nin üzgün ve sanki, gitme dercesine bakan gözleri Nazlı’nın nasıl hissedeceğinden bile emin olmayan bakışlarıyla bütünleşmişti. Nazlı, sadece göz kapaklarını iyice sıkarak, gözlerini kırparak yanıt verdi bu hüzün bakışlarına... İki adam, yavaşça lojman merdivenlerinden aşağıya süzülmüşler, kapının önünde durmakta olan minibüse, özenle valizleri yerleştirmeye başlamışlardı. Kazım Efendi, Lütfi Efendi’den daha yaşını almış, aynı zamanda daha çaresiz ve hasta görünümlü olmasına rağmen, yılların verdiği tecrübeyle, her işte olduğu gibi, valizleri ve çantaları da yerleştirirken Lütfi Efendi’den daha kıvrak davranıyordu. Elindeki valizi, minibüsün arka koltukları üzerine yerleştirip, diğerlerini almak üzere minibüsten dışarıya yönelmişken, sessizliği Lütfi Efendi’nin, oldukça kaba sesi bozmuştu. Dışarıda, bir elinde sigara ile ayakta dikilmiş olarak duruyordu ve diğer elini, tam karşıdaki kara bulutları işaret edercesine kaldırmış olarak söylendi isteksizce... -Hacı Kazım, hele bir bakisen ? Şoradaki kara bulutlar bile kederli, görisen Kazım Ağa....!... -He...Ben de öleyim ya... Sonra, yine sessizlik, esen rüzgarın tiz, acı uğultusu ve yanında duran Lütfi Efendi’nin sigarasından havaya karışan hazan dumanlarının etkisiyle bir kaç öksürük ile tıkanan Kazım Efendi’nin homurtusu.... Son çantayı da yerleştirdiklerinde, lojmanın eski kapısı, bir gıcırtı ile açılmıştı ve çok sevdikleri Hoca Hanımları karşılarında öylece duruyordu. -Nazlı Hanım, görisen havayı, o da senin için kederdedir... -Vardır bir hayır, Lütfi Efendi... -He vardır... Bakisen belki tekrar gelisen bizim buralara... -........ -Üzülmeyesin...Bizi de kedere düşirisen...Kazım Efendi de söylemiştir sana bunları... -Sağolasınız... -............ Gözlerinde aynı durgunluk, içlerinde aynı sıkıntı ve söylenmekte güçlük çekilen düşüncelerle, üç insan minibüsün kapısının önünde öylesine dalmışlardı uzaklara. Kapıyı yavaşça ittikten sonra, Nazlı öndeki üçlü koltuğa oturmuştu. Lütfi Efendi arabayı kullanmak üzere, öne doğru yürüyordu. Nazlı, son kez lojmana ve karşıdaki binalara bakarken, evlerin pencerelerinde, perdelerin arkasına saklanmış kadınların ellerini çekingen hareketlerle salladıklarını fark etti. O an sokağın başında, minibüsü uğurlamak üzere bekleyen öğrencilerini gördü. Gözlerinden en sıcak damla yanağından süzülerek inerken, tüm yaşadıklarına ve bu şehrin tüm geleneksel sosyal yapılanmasına rağmen, öğrencilerinin o en içten, sıcak, merak eden gözlerle, derslerde kendisini izleyen ve süzen bakışlarını anımsadı. Daha toy, bir o kadar da çekingen şehirli kızı önce meraklı gözlerle nasıl izleyip ardından bağırlarına basışlarını hatırladı. Önlerinden geçerken, elini dışarıya, öğrencilerine doğru sallayarak, bakışlarıyla sevgisini dile getirdi. Minibüs, şehrin tek caddesine doğru döndüğünde, ardında bıraktığı sokakları, caddesi ve insanlarıyla, bu şehiri geride bırakmanın, anılarını da geride bırakacağının bilinciyle, yine daldı uzaklara...Minibüs yol alıp, çukurda kalmış, dört yanındaki yükselmeye çabalayan dağlar arasında sıkışmış olan Palu’ya son bir defa baktı. Sonra, havanın yoğun griliğinin altında, Palu’nun ardından, akıntısıyla kendisine yol bulmaya çalışan Murat Nehri’nin, bulanık ve hafif parıldamaya çalışan sularına bakarak öylece daldı ve .......... -5- Heyecanlıydı ve hatta korkuyordu. Kuradan sonra, bir taraftan uzun bir süre göremeyeceği arkadaşlarıyla İzmir’i yeniden bir uçtan diğerine geziyor ve bir yandan da evrak işleriyle uğraşıyordu. İlk şoku üzerinden zor da olsa atmıştı. Biraz daha durgunlaşan zihni ile artık geleceğine dair planlar yapmaya başlamıştı. Prensipleri ve doğru bildiklerinin ışığında, mesleğini yapacak, bir çok konuda kendisini tecrübeli kılacaktı. Beraberinde götüreceği eşyaları hazırlarken bir açıdan da tedirgindi. Her zaman alıştığı yaşam tarzından tamamen kopuyor olmanın tedirginliğiydi bu. Hiç bilmediği, tanımadığı bir sosyal yapı içerisine, kendisi gibi olmak ve yaşamak ümidiyle gidiyordu belki ama ne ile de karşılaşacağını bilmiyordu. Sadece, tanıdıklarından ya da memleketi gideceği yere yakın olan kimselerden, oralar hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Göreve başlamadan önce oraya gidip tanımak için gezmek gibi bir fırsatı yoktu. Biliyordu ki, bir defa karşılaşacaktı geleceği ile... Kapalı bir topluma gideceğini tahmin ediyordu, ya da en azından kendi yaşam tarzından tamamen uzak bir sosyal yapıyla karşılaşacağını da. Okuldayken hep tartıştıkları, bu ülkede görev dağıtımı sistemindeki bozukluğun milyonlarca kişiyi işinden nefret edercesine çalışmaya zorladığını ve yine bir o kadar mutsuz insan yarattığı konusundaki düşüncelerinin bir sentez olmaya gidiyordu. Yapacağı bir şey yoktu ya da isyanlarına çare bulabilecek konumda değildi. Bu koşuşturmaca ve fikir karmaşaları içinde yine en büyük destek, aslında kendisi de desteğe ihtiyaç duyan Burçak ile sağlanıyordu. Telefon ile sık sık konuşuyorlar, arada içlerindeki sıkıntıları e-mail yoluyla birbirlerine yansıtıyorlardı. Farkındalardı, aynı korku, heyecan ve tedirginliği yaşadıklarının... Ama yine de birbirlerine destek olabilmek için, en ufak tedirginlerinde, birbirlerine bunu yansıtmaksızın en güçlü hallerini alıyorlardı. Zaten ikisi de her şeyin farkındaydı. Kura çektikten sonra oldukça sıkıntılı günler yaşamışlardı. Nazlı, okuldan mezun olmadan aylar önce Uğur’dan ayrılmıştı. O’nu sevdiği bir arkadaşı olarak kalbine gömmeye çalışmıştı ama yine de arada kalbinde bir sızı gibi hatıraları aklına geliyordu. Zaten böyle bir durumda insanın peşini bırakmayan tek şey, hatıralar değil miydi? Anlamsız tartışmalar ve gelecekle ilgili kaygılar nedeni ile ayrılmışlardı. Aslında erkeklerin gelecek ve evlilik konusundaki tedirginliklerini bir türlü anlayamıyordu. Galiba onlar hep sorumluluktan kaçmaya çalışan küçük oğlan çocuklarıydı. Bu sorumluluğu taşıyabileceklerinden emin olanlar ise bir şekilde sonradan hayatı farklı görmeye çalışıyorlar ya pes etmek zorunda kalıyorlar ya da sosyal korkular nedeni ile mutsuzluk içinde maskeleriyle hayatı başka tarafından yakalamaya çalışıyorlardı. Yani anlayamıyordu onları ve tabiki Uğur’u... O kadar mücadeleden ve sevgiden sonra inanılmaz bir zayıflıkla pes etmişti ve nedenini de tam açıklayamamıştı. Sadece şunu biliyordu Nazlı, Uğur’un hayatı farklı bir şekilde yaşamak istediğinden.....Burçak içinse Murat tam bir kaostu. Yine aynı dönemlerde müthiş bir kavgayla ayrılmışlardı birbirlerinden. Ama Burçak’ın o anlamsız zaafı nedeni ile tekrar bir araya gelmişlerdi. Murat artık değer vermiyordu O’na... Zaten, konuşmalar arasında bile Burçak’ı koruyamıyordu bir kız arkadaş olarak. Fakat, Burçak nedense kabullenemiyordu olanları ve zaten çekilen kuranın verdiği üzüntü ile birlikte bir başka güçsüz kalmıştı hayat karşısında. Yavaş yavaş toparlar gibi olmuştu son zamanlarda kendisini ve Nazlı bu şekilde olmasını istiyordu zaten. Burçak’ı güçlü ve başarılı olarak görmek.... Hazırlık yaptıkça gideceği konusundaki şüpheleri iyiden iyiye azalmaya başlamıştı. Yirmi saatlik bir otobüs yolculuğuna kendisini hazır hissetmiyordu. Üstelik tam bir belirsizliğe gidiyorken.... Rüyalarında okulda yaşadıkları güzel anıları görür olmuştu her gece... Sabah uyandığında, bu rüyaların sıcaklığıyla son vermişti gideceği için gün saymaktan... Edindiği cüzi bilgiler ışığında gözünün önünde canlandırmaya çalışıyordı Palu’yu.... Fazla büyük olmayan, ortasından bir yerlerden bir nehrin geçtiği, insanlarının geleneksel sosyal yapıyla tamamen diğer merkezlerden ayrı bir şekilde yaşamlarını devam ettirdiği, yeşil ve küçük bir şehir... Aslında korkunç gelmiyordu bu bilgiler ışığında ama haritadaki yerini gördükçe bir umutsuzluk hissediyordu. Kendisine psikoterapi uygulamaya çalışıyordu. İnsanlar oradalar... Yaşıyorlar... Varlar... Demek ki bu ülkenin her yanı aynı değil ve bir şekilde oralarda da görev yapılmalı. Eğitim almış ve insanlar için faydalı işler çıkarma çabasını ideal olarak benimsemişti. Okuldayken hep tartıştıkları şeylerden birisi de buydu.... Herkesten, her yerden ve her şeyden iyi ya da kötü mutlaka öğrenebileceği şeyler vardı insanların.... İşte, bu da kendisi için bulunmaz bir tecrübe olacaktı. Alıştığı sosyal yaşantı olmayacaktı, muhabbetler farklı yönlere yol alacaktı ya da paylaşılanlar çoğu zaman bölgesel ve yöresel olacaktı ama en azından ayakta kalabilmeyi başaracaktı. İzmir’de Üç Kuyular’dan Konak’a doğru tüm sahil boyunca yürümeye karar verdiği bir günde, bakışları İzmir sahillerini en ince ayrıntılarına kadar kesiyorken, düşüncelerinde bir ferahlık oluşmaya başlamıştı. Planladığı şeyler vardı, teorikte oradaki öğrencilerine faydalı olabileceği... ......... Güzel bir eylül İzmir’inde, otobüs terminalinde, kalabalık arasında, ayrılığın verdiği hüzün giderek yayılıyordu. Annesi, kardeşi ve bir kaç arkadaşı ve akrabalarından bir kaçı yolcu etmek için gelmişlerdi. Havada bunaltıcı olmayan bir sıcaklık vardı. Ama nem oranının yüksek oluşundan mı yoksa, duyguların yoğunluğundan mı bilinmez, nefes almak Nazlı için bir işkence gibiydi. Sanki boğazında bir şeyler kalmış gibi, nefesi sanki O’na yetmez olmuştu. İnanılmaz bir sıkıntı ile düğümlenmişti nefesi , yüreğinde... Sıcak ama en azından saçlarını hafifçe kımıldatacak kadar hafif bir esinti de hüznü artırıyordu. Sürekli kendi kendini telkin etme çabasındaydı. Annesini üzmemek için oldukça uğraşıyordu, sonuçta bir şekilde güçlü olduğunu ispatlamak zorundaydı. Annesi de aslında O’ndan çok farklı bir şey yapmıyordu. Burak ise sürekli espri yapmaya çalışıyor, aklınca ortamı yumuşatmayı amaçlıyordu. Bazen boş konuşuyordu hatta bunun farkındaydı ama zaten kimse de çok dinlemiyor, dinlemediklerini belli etmeme çabasındaki değişik mimikleriyle, yüzlerindeki hüzün dolu gerginliği silmeye çalışıyorlardı. Sürekli konuşma gereksinimi içindeki kardeşinin gözlerine uzun uzun baktığında Nazlı’nın aklına çocuklukları geliyordu. Anıları o kadar güzeldi ki kardeşine dair. Zorluklar karşısında hep destek olmuştu kardeşine.... O çelimsiz, korkak bakışlı küçük kardeşi, şimdi karşısında, yakışıklı ve kendinden emin bir delikanlı olarak duruyordu. Lise sonda okuyan kardeşi, basketbol takımının yıldızı, okulun en hatırı sayılır, önde gelen jönlerinden birisi ve futbol takımının da yedek oyuncusuydu. Hayatı çok yönlü yaşamak isteyen bir delikanlıydı. İçine kapanık, duygularından korkan, sevgi sözcüklerini dahi çok emin olduktan sonra dile getiren biriydi kardeşi... Ama dışarıya yansıttığı ve insanlarla düzeyli ve farklı konumlarda paylaştıklarına bakınca, o kendisinden emin olmadığında ürkek bakışlarıyla tatlı bir ceylanı hatırlatan yemyeşil bakışları, sanki O’na ait değilmişçesine derinleşiyordu. Nedense duygusallığını hep içinde yaşar, sanki duvardan örülmüş bir kalp taşırcasına, mantığıyla hareket ettiğini savunurdu. Ama, ne zaman sevdiği birine bir aksilik dokunsa hayatın bir ucundan, gözleri, beyazı kızardığından dolayı daha bir başka nemli renklere dönüşürdü. Öyle bir konuşurdu ki, karşısında kim olursa olsun kendisini O’nun gözünde önemli ve ayrıcalıklı hissederdi. Fakat, uzun zamandan beri kardeşini, hiç o gün ki kadar duyarlı görmemişti. Biraz hüzünlenmişti o an.... Çünkü, üniversiteye başladıktan sonra kardeşiyle o eski paylaşımları da azalmıştı azar azar... Heyşeylerini paylaşırlardı. Hayallerini, sırlarını, korkularını ama uzun zaman olmuştu en yakını olarak hissetmeyeli O’nu... Ve o parıldayan gözlere bakınca, şimdiden ne kadar çok özlediğini düşünür olmuştu kardeşini... İşte o an! ... Otobüse binmek zorundaydı artık...Duyguları karma karışıktı. Nasıl ve neden düşüneceğini bile bilmediği bir sürü duygulanım içerisinde, gözlerindeki nemi çaktırmadan yüreğine akıtmak zorunda kalarak otobüse biniyordu. Yerine oturup camdan annesinin buğulanmış uzak gözlerini gördüğünde, içinde tarifi mümkün olmayan bir titreme hissetmişti. Yurt kapısında sarılarak ayrıldığı annesi, şimdi otobüsün dışındaydı ve kendisini bir belirsizliğe yolcu ediyordu. Otobüs ağır ağır perondan geriye doğru hareket etmeye başladığında, annesinin yanaklarından yavaşça süzülen göz yaşını hiç unutmamak üzere beyninin en özel köşesine yerleştirmişti. Otobüs perondan ayrılırken, sevdikleri giderek uzaklaşmıştı bakışlarından.... ......... Otobüs yol aldıkça, yorgunluğun, heyecanın ve bilinmeyene karşı merakla ağırlık çökmüştü Nazlı’nın gözlerine... Ne uyuyabiliyordu ne de uykusunu yenebiliyordu. Göz kapakları ağırlaşmış, kendisine uygun bir pozisyon bulamayan bedeni sıkıntı içinde kıvranır olmuştu. Pencereden dışarıya bakmak istiyor fakat dürtüleri O’nu bu bilinmeze yolculukta, zamanı en çabuk şekilde geçmeye zorlayacak olan uykuya dalmaya ikna etmeye çalışıyordu. Kafasında gideceği yere varırken geçmek zorunda olduğu yerleri haritalaştırırken bile sıkıntı yaşıyordu. Zaten bir çok yeri gözünün önüne getiremiyordu. Dile kolay.... On sekiz saat geçecekti yollarda... Tek teselli kaynağı, bu zamanın çoğunun hava karardıktan sonra kat edileceğiydi. Kalp hızı sanki her zamankinden daha hızlı gibiydi. Bazen öyle kuvvetli hissediyordu ki göğüsünün kal atışı ile hareketini, o an ne düşünüyorsa düşünsün dikkati dağılıveriyordu. Bir süre sonra tüm hüznüyle, heyecanıyla ve korkusuzca derin bir uykuya dalmıştı. ..... Uyandığında gün ışımaya başlamıştı. Etrafında, kurak, yeşilden yoksun, bir biri ardına gizlenircesine yükselen dağlardan başka bir şey göremiyordu. Dağların arasından güneşin sıcak ışıklarıyla yüzü yıkanıyor gibiydi. İhtiyaç molasını verdikleri yerden hareket ettiklerinde, kalp hızının daha da hızlandığını sanmıştı. Belki de beyni o şekilde hissetmesini istiyordu. Düşündükleri, kalp atışlarına yetişemiyor, bir şekilde dikkati dağılmış oluyordu. Tekrar yola koyulduklarında, elinde yeni aldığı bir kitabı okumaya başlamıştı. Biraz dalgın, durgun ve biraz da isteksiz olarak takip ettiği satırlardan anlayabildiği kadarını özümsemeye çalışıyordu. “Git Kendini Çok Sevdirmeden”.... Belki de yazarın anlatmaya çalıştığı, sevginin en güzel yerinde insanlar, değerini bildikleri ölçüde ilerisini istemeden o sevgiyi hep yaşatmalılardı. Ya da kendisinin anlamak istediği ana fikir buydu, daha kitabın başlarında olmasına rağmen. Düşünüyordu, Uğur’u bu kadar kabullenmeden bir yerlere oturtabilseydi kafasında, belki de bir çok şey güzel olarak kalacaktı. Ama sevgi açlığı çekmiyor muydu tüm insanlar... Nasıl bırakabilirdi ki insan sahip olduğundan emin olduğu bir sevgiyi?... Kitaba devam ettikçe bazen kendisini hikayenin kahramanı olan kızla özdeşleştiriyordu. Ne fazlasını görüyürdu O’nun hayatından ve hislerinden, ne de eksiğini... Bir anda kalp hızını yakalamaya başlamıştı düşünceleri... Biraz uzaklaşmıştı korkularından. Şimdi merakla sayfaları çevirdikçe, kendisini Arda gibi hissetmeye başlamıştı. Okul yıllarına, üniversite dönemine, arkadaşlıklarına, İzmir ve Antalya’ya, Uğur’a, annesine ve kardeşine ait herşeyi gözünün önünden geçirdi tek tek. Yüzünde güzel bir gülümsemenin sıcaklığıyla, kulakları tanıdık bir melodinin içtenliğini işitmişti. “ Neden anlamaz insan, yanındayken kıymetini, / Neden söylemez insan, sevdiğine sevdiğini,/ Yarın çok geç olunca, pişman olmak boşuna,/ Gururun neye yarar ki, yalnız kalmaktan başka,/ Yarın çok geç olunca, isyan etmek boşuna,/ Gururun neye yarar ki, vakit kaybından başka.........” . Nazlı, bakışları, pencerenin dışındaki kurak tepelerden oluşan, alışık olmadığı doğaya boş boş bakarken, elinde sımsıkı tuttuğu kitabı, göğsünün üzerine iyice yaslayarak tutuyordu. Sanki, şarkının sözlerindeki gerçeklik ile, kitabın samimi ve içten duygu yüklü hikayesi, O’na karmaşık duygularının denizinde, bir fenerin ışığı gibi yol gösterme çabasındaydı. Başını cama dayadığında, aracın hızıyla oluşan titreme hissi, başının her noktasında masaj etkisi yapıyor, rahatlamasına neden oluyordu. Şarkının sözleriyle, kendisini düşündüren sessizliğine dalıp gitmişti. Gerçekten hayatta insanın başına nelerin geleceğini kimse bilemiyordu. Herşey için geç kalmak ve bir daha yaşayamayacağını bilmek?!... Düşündü... En sevdiği gece elbisesini bir daha giyemeyeceğini, en azından İzmir’e tatile gelinceye kadar ki sürede üzerinde taşıyamayacağını düşündü. Ya hiç giyemeyecekse... Sonra, Uğur aklına geldi. Sevdiğini en içten duygularıyla dile getirmişti ve O’nun da kendisini ne kadar sevdiğini biliyordu. Nedense hep hayatın acı yönleri gözünün önüne gelir olmuştu. Güzel hatıralar insanı mutlu ediyordu belki ama hayatın akışını çizen ve insanların duygulanım durumunu belirleyen iyi olmayanlardı, yani hayatın en kahpe dabeleriydi. Başını dayadığı camdan çektiğinde, şarkının sözleri ve o şarkıya anlam yükleyen o en derin sesin gizemi de bitmişti. Kitabı tekrar yavaşça, yaşayarak ve sindirerek okumaya devam etti. Yol daha dayanılır hale gelmişti. Zaten okumayı çok seviyordu. Kendisinin de okuldayken öykü denemeleri olmuştu. Ne zaman canı sıkılsa en önemli sırdaşı kalemiydi. Sevgisini, aşkını, öfkesini, kızgınlığını ve kırgınlığını satırlara sığdırmaya çalışırdı, duygularını sayfalara aktarıncaya kadar. Otobüs aynı hızda yoluna devam ederken, kendisi giderek artan merakla, hızlanarak kitabı okumaya devam ediyordu. Hikayenin geçtiği yer, Eskişehir, yine kendisini üniversite anılarına götürmüştü. Dilek ve O’nun aşamalar ve tecrübelerle hayata tutunma ve yol alma çabalarını hatırladı. İçinden, “musculus stenocleidomastoideus” diyerek mırıldandı, duraksadı ve kendisi bile şaşırdı. Evet, o işkence kelimeyi nihayet söyleyebilmişti. Tekrar denemeyi düşündü ama bu başarıyı gölgelemek istemedi. Başını koltuğun arkasına doğru yaslayarak öylece gülümseyerek durdu. Elif ile, Dilek için yaptıkları konuşmaları geçirdi aklından. Gülümsedi ve sanki iyi bir iş yapmanın verdiği gururla en derininden bir iç çekti. Kitabı okumaya devam etti. Etkileniyordu duygulanımından kitabın ve en şaşırdığı yere gelmişti. Kitabın ön plana aldığı karekterinin erkek kardeşini anlatırken bazı şeyleri yadırgamış ve şaşırmıştı. Bir erkeğin bu şekilde derin tutku ve sevgiyle birine aşık olacağını düşünememişti satırları okumadan önce. Uğur aklına gelmişti o an yine. Kendisine inanılmaz destek olan, seven ve kollayan bir erkek olmasına rağmen, sevgiyi yarı yolda bırakmıştı. Galiba, sevgi kovalandıkça kaçıyordu. Kitaptaki erkek kardeşin kız arkadaşı hamileydi ve çocuğu aldırma planları yapılıyordu. Dikkatlice okumaya başlamıştı hikayenin devamını... Nasıl olabilirdi? Bir hayata istenmeyen bir varlık gözüyle bakıp son vermek... İstemsizce bir elini kulağının memesine götürüp ardından cama üç kez vurdu. Sonra, şaşkın bakışlarıyla etrafına bakarak güümsedi. Aslında batıl inancı yoktu ama işte toplumsal alışkanlıktı bu yaptığı....Gerçekten, bu gibi bir durum yaşanabilir miydi? Okuduğu hikayede, karekterler sağlamdı. Öyle çaresiz, hayatı en kötü tarafından yaşayan ya da cahil insanlar değillerdi. Gelebilir miydi insanın böyle bir şey başına?... Ne acı vericiydi... Gözlerinde yine bir yaşarma başlamışken, kim için hüzünlendiğini anlayamamıştı. Daha küçük bir et parçası olan ama canlı bir varlık için mi, zor bir karar ile kendi bedeninden bir canlıyı ayırmak zorunda olan genç bir kız için mi, yoksa yürekten bir tutkuyla sevdiği kız arkadaşının sevgisinden emin olamayan ve aynı zamanda bu büyük sevgiyle oluşan, yoksaymadığı minik varlığı yok etme kararını vermek zorunda olan genç erkek için mi?... Ayrım yapamıyordu... Zaten ne önemi vardı ki... Biraz hüzünlenmişti ve olayı kafasında canlandırdığında, ne olursa olsun o genç kızın yerinde olma fikrinden bile sonsuz bir acı duydu. Sonra, meraklı bakışlarla tekrar kitabın sayfalarına döndü ve bazen şaşkınlık, bazen acıma ve çoğunlukla da sevgi dolu gülümsemelerle okumaya devam etti... ..... Zamanın nasıl geçtiğini kendisi de fark edememişti. Bir süre sonra yerleşim alanlarına doğru ilerlediğinde, yol kenarınca konulan tabelalardan Elazığ’a yaklaştığını anladı. Kitap okurken dağılan heyecanı ve korkusu, kalbinde bir küçük çarpıntıyla yeniden başlamıştı. Kitabını ve yolda almış olduğu fakat tam anlamıyla okuyamadığı gazeteleri toparladı, yanında oturduğu fakat yol boyunca belirli zamanlar haricinde pek konuşmadığı orta yaşlardaki hanıma, gülümseyerek baktı. Kadın, koltuğa rahat edecek bir şekilde yan dönerek tekrar yerleşme çabası içinde, içten gülümsemeye, gözlerini hafiçe yumarak karşılık verdi. -Kitaba oldukça dalmıştınız. Yüzünüzden bazen acı, bazen de gülümseme yayılıyordu sanki... - Evet. Dalmışım gerçekten. Akıcı ve merak ettirici bir hikayeydi. Bazı yerleri gerçekten etkiliyor insanı. Hele bir de duygu durumunuz müsaitse hüzünlenmeye... O zaman yapacak bir şey kalmıyor işte. Direkt olarak hüzün basıyor tüm vücüdunuza...” - Haklısın... Zaten duygulanım yüklemek, bir yazarın en önemli başarısıdır. Okudukça yaşadığını hissedersin... - Siz de okuyordunuz bir ara ama sıkıldınız galiba? - Yoo!, hayır sıkılmadım. Ama biraz başım döndü sanki. Sizler gibi sağlıklı değil gözlerim. Yılların yorgunluğu var. - Estagfirullah, çok fazla yıllar değil, kendinize haksızlık etmeyin. - İltifat ettiniz ama yılların ve mesleki tecrübemin verdiği yorgunluk belki de kastettiğim şey... Nazlı, bu samimi sesi dinlerken, kendisinin yıllar sonraki halini düşünmek istedi ama sonra vazgeçti. Neler getireceğini bilmiyordu ki tecrübelerinin kendisine...Gülümseyen gözleriyle yanında oturan bayana tekrar baktı. Gözlerindeki simsiyah bakışlar, sıcacık ve samimi duygular uyandırıyordu. Saçları omuzlarına doğru hafifçe oval ve dalgalı olarak kesilmiş, gayet şık ve modern bir görünüm veriyordu. Yolun yorgunluğuna rağmen, istirahat için durulan her yerde makyajını tazelemiş ve o çok göz batmayan renklerle yüzü daha dinç ve dinlenmiş görünür olmuştu. Tülay Hanım, Fırat Üniversitesi’nde öğretim üyesi idi. Aslen Tunceli doğumlu olan hayranlıkla incelediği bu bayan, 40 yaşlarında, orta boylarda, esmer, canlı bakışlara sahip birisiydi. Konuşurken, seçtiği kelimler ve tonlamalarıyla, karşısındakini etkilemeyi iyi başardığını düşünmüştü, Nazlı, O’nu en dikkatli bakışlarıyla dinlerken. Evet, bu ülkenin böyle insanlara ihtiyacı vardı. Fen Edebiyat Fakültesi doçentlerindendi kendisi ve bir konferans için geldiği İzmir’den uçak bileti bulamadığı için otobüsle dönüyordu, Elazığ’a...Biraz Elazığ hakkında, biraz Palu hakkında konuşmuşlardı, her ikisinin de düşüncelerinin yoğun olmadığı zamanlarda. Ses tonundan, kendisinin hayallerini daha fazla yerle bir etmek istemediğini anlamıştı Tülay Hanım’ın, ama açıkça da soramıyordu kendisini nelerin beklediğinin. Önceden öğrendiklerine ek olarak, Palu’nun kendisine has bir geleneksel toplum, muhafazakar bir çevre olduğunu ekleyebilmişti. Zaten hazırlıklıydı böyle bir ortama ya da hazır olduğunu düşünüyordu. Üniversiteyi Ankara’da okumuş ve daha sonra yardımcı doçent ünvanı almak için başvurduğu bu üniversitede akademik kariyerini tamamlamaya karar vermişti. Düşünceleri ve kendisine ait yaşam tarzıyla çağdaş, Atatürkçü kimliği ve ödün vermediği modernliğyle gerçekten etkilenmişti O’ndan... Biraz eğitim sisteminden, güncel konulardan ve hayallerden konuşmuşlardı. Sonra da zaman geçtikçe yorgunluğun zoraki uykusuna bırakmışlardı her ikisi de gözlerini....Nazlı, kitabını okurken, yaşadığı duygulanımı Tülay Hanım’ın farketmediğini düşünmüştü hep. Çünkü, uzun bir süre uyuyakalmıştı. Oysa ki, kendisi farkına varamadan gizli olarak ya da kendisinin çok daldığı zamanlarda mimikleriyle okumuştu duygularını... -Belki de haklısınız.. Tecrübeler bazen normal hayat sürecinden daha da etkili oluyor insanların yaşamlarında. Hatırlıyorum da tıp fakültesinde okuyan bir arkadaşımız vardı. Son sınıfta okurken 22 yaşını yeni bitiriyordu. Ama inanılmaz derecede bilgili ve olaylar karşısında mantıklı her açıklamayı yapacak kadar da olgundu. İnsanlarla iletişim çok iyiydi. Ve alt sınıflardan arkadaşlarıyla takıldığında, ben sizlerden yaşlıyım, derdi. Bu sefer diğer çocuklar isyan ederdi. Senin yaşına yakınız ve hala ilk sınıflardayız ve sen galiba bizimle dalga geçiyorsun, şeklinde karşılık verdiklerinde, O’nun tek bir cevabı olurdu; ben ilk otopsi dersine 20 yaşında girmiştim.... - Haklıymış. Akıl yaşta değil baştadır derler ya, bazen atalarmız oldukça haklı sözler söylemişler. - Bazen? - Evet”, diyerek, gülümsedi ve bir gözünü, sanki birilerine laf atarcasına kırparak, “Hepsi de haklı sayılmazmış, öyle değil mi? Nazlı da, sözün nerelere gittiğini biraz kafasında düşündü, hafifçe gülümseyerek yanıt verdi. Kafasında, birbirinden alakasız, sayısız ata sözü geçirmeye başladı. Sonra, durdu ve buna gerek olmadığını düşündü. Koltuğunda, Tülay Hanım’a dönecek şekilde kendisine pozisyon verirken, tekrar bu etkilendiği kişiye karşı merak içeren bir sesle yöneldi... - Okuduğunuz kitap!...Kızıl Nehirler?... İsmi... - İlk etapta politikmiş gibi geliyor değil mi? Yok, değil! Yazarım değişik bir tasvir yöntemi var. Aslında çok başarılı... Daha çok polisiye bir roman. Jean- Christophe Grangé, yazarın adı. Zamanın olursa tavsiye ederim. - Tamam. Teşekkürler. - Bu arada sanırım senin kalacağın yer hakkında tam bir bilgin yok. Unutmadan sana, bana ulaşabileceğin yerlerin numarasını vereyim. Başın sıkıştığında beni mutlaka ara, tamam mı genç öğretmenim! Yüzündeki samimi gülümseme karşısında Nazlı’nın heyecanı o an son bulmuştu. Genç öğretmenim!.... Evet, öyleydi, toy ve korkak, ama bilgilerinin yeniliğinden emin bir öğretmen. Yüzündeki mimiklerden kim olsa o an için gurur duyduğunu anlayabilirdi. Tekrar Tülay Hanım’a baktı ve üniversitenin olduğu her şehrin nasıl bir başkalaşım yaşadığını düşündü. Yönetimi ve görüşlerin çoğunluğu nasıl olursa olsun, insan bir huzur bulabiliyordu üniversite sınırları içinde. Şimdi bir de desteği vardı bu tanımadık şehirde. - Teşekkür ederim. İnanın çok iyisiniz. Ve gerçekten sizi tanıdığım için çok mutluyum, aynı zamanda gurur duyuyorum. Bir kadın olarak ve çağdaşlığı yaşamayı kendisine and edinmiş birisi olarak!.... - O onur bana ait, küçük hanım...Daha yaşayacağın bir çok olay ve tanışacağın sayısız insan olacak.... - Umarım her tecrübem, sizin ki gibi yüzümdeki gülümsemeyi yok etmez!... - Bazen, maske takar insanlar, Nazlı!... Yaşanılanları yoksayarız. Bir iz bırakmıştır kendimizde ama nedense bilinç altına iterek onları yok saymaya çalışırız. Bir de bakarız ki hiç tahmin etmediğimiz bir anda yine yüzleşmek zorunda kalmışız. O yüzden her gülen insan mutlu değidir, unutma bunu... Sadece gülümsemeyi bir görev edinmişlerdi. Kendi öz dünyalarını dışarıya açmamak için ya da en yakınındakine mutluymuş numarası yapabilmek için... - Özür dilerim. Patavatsızlık yaptım galiba... - Hayır... Sadece tecrübelerden bahsediyordun ya işte sana küçük bir dip not bunlar... -........ Tülay Hanım ile konuşmak hoşuna gitmişti. Bazı yönlerden örnek alımıştı bile O’nu. Öğrencilerine yaklaşımı sırasında ses tonunu nasıl ayarlaması gerektiğini biraz çözümlemişti. Gerçi öğrencileri! Alışabilecek miydi onlara ya da onlar alışabilecek miydi bu şehirden gelmiş, ürkek, yalnız ve heyecan dolu öğretmene!... Elazığ şehir merkezine geldiklerinde, havanın nem içermeyen yakıcı sıcağı karşısında şaşırmıştı. Yüzüne vuran esinti, yakıyor gibiydi kendisini. Otobüsten inip, valizlerini almak üzere, aracın yan tarafına yöneldiğinde ilk dikkatini çeken bu sıcak esinti olmuştu. Valizlerini alıp, taksilere doğru bakarken, Tülay Hanım ile göz göze geldiğinde, o içini sıcacık saran güven bakışlarını yeniden görmüştü. Sımsıkı sarıldı ve teşekkür ederek, taksilere doğru yöneldi. - Hoşgelmişen, bacım! Nereye gidisen? -Palu minibüslerine gideceğim. Doğu garajı demişlerdi ama? - Tamam. Doğu Garajı’na doğru ilerlerken fark ettiği ilk şey taksimetrenin çok hızlı atıyor olmasıydı. Aslında gerek otobüsün muavini ve gerekse Tülay Hanım tarafından üstü kapalı uyarılmıştı. Herikisi de, Ankara’nın batısından birisi, Elazığ esnafı için, İstanbul’un turistleri gibidir, demişlerdi. Anlayamamıştı o zaman ama galiba kendisini bir turist gibi hissetme zamanı gelmişti. Alışkanlık gereği çok muhatab olmadığı taksi şoförünün ısrarlı sorularına yarım ağızla cevap verirken, bu vilayete nasıl alışacağını düşünüyordu. Doğu Garajı’na geldiğinde, eşyalarını taksiden indirerek, şoförün de yardımıyla Palu minibüslerine yerleştirdi. İstediği yere değil de, tek bir bayanın yanına oturtuldu. Sonradan fark ettiği şey, kadınların erkeklerden namahrem şekilde ayrı tutulduğuydu. Biraz yadırgamış ama sonuçta zaten bir bayanın yanına oturmayı kendisi de tercih edeceğinden o an için üzerinde pek durmamıştı. Minibüs, tam olarak dolduğunda, hareket zamanı gelmişti. Öğleden sonranın o en yakıcı güneşi tepedeydi. Henüz eylül sonlarına yakındı... Minibüs yol aldıkça, çevreye dikkat etmeye çalışıyor ama nedense heyecanı buna engel oluyordu. Zaman geçmek bilmiyor, yaklaşık 1 saat uzaklıktaki ilçeye bir türlü ulaşılamıyordu. Yolun solunda gördüğü tanıdık mavilik içine değişik bir huzur vermişti. Barajın uzantısı olan bu mavilik, bir taraftan durağanlığıyla uzanıyor, dağları aşamadığı için yer yer kıvrımlar yaparak sanki isyanları oynuyordu. Giderek daralan baraj, artık kendisini özgürlüğe kavuşturması için kucak açtığı nehire doğru uzanıyordu. Sonra fark etti ki, sağında uzanan nehir, tam aksine barajın sularına tutsak oluyordu. Zaten mantıklı düşündüğünde de bu şekilde olması gerekiyordu ama nedense yine de baraj için hüzünlenmişti. Her iki tarafında yer yer yeşillikler arasında balık evleri, bazen de küçük yerleşim yerleri göze çarpıyordu. Ama bu sınırlı mavilik ve yeşilliklerin ötesinde göze çarpan tek şey, alabildiğine uzanan kuraklık, dağlar ve tepelerdi. Hem yorgunluğun verdiği isteksizlik, hem de heyecan nedeniyle tam dikkat edemiyordu çevresine... Ve bir de, belki de tek kendisinin rahatsız olduğunu düşündüğü minibüsün koktuğunu düşündüğü havasız ortamı... Başında değişik bir ağrı hissetmeye başlamıştı. Açabileceği bir pencere aradı gözleri ve kapının pencerisini açması için öndeki gence rica etti. Yanındaki hanımın, rüzgardan rahatsız olacağını anlatmaya çalıştığını düşündüğü cümle üzerine pencere açılmadı. Havasızlığa mahkum olarak, gözleri giderek yorgun hale düşerek, çevreye bakmaya devam etti. Palu’yu işaret eden levhayı gördüğünde, bulunduğu yerden 8 km daha ileriye gitmek için minibüs iç kısımlara doğru yöneldi. Kafasında bulunduğu yerin coğrafyasını çözmeye çalışıyordu ama başaramıyordu. Her yer sanki birbirinin aynısıydı. Yol ilerledikçe, dağların rengi daha bir koyulaşıyor, fazla yükselmeyen dağların arasında, çukurluk bir alanda kalan, güneş ışıklarının yansıyarak parladığı bu küçük ilçeye doğru giderek yaklaşmaktadı. Kalp atışları yine düşüncelerini dağıtıyordu........Dudaklarından ise, “Tanrım bana yardım et!”, şeklindeki mırıldanmalar çıkıyordu... -6- ....... Minibüs, iyice kararmaya yüz tutmuş, sıkıntılı havanın, çiseleyen göz yaşları arasında yol alırken, Nazlı, sol yanında, Palu’nun giderek çukura düşüyormuşçasına sessizce gözden kayboluşunu izliyordu. Geride burasıyla bıraktığı çok az güzel anısı vardı. Bir kaç tatlı muhabbet, başlamasıyla nasıl sonlandığı bile belli olmayan bir sevgi ve küçücük yürekleriyle en büyük hayallerin peşinden koşmaya aç öğrencileri... Bakışları şehri iyice kaybederken karanlığın derin bekleyişinde, bu yolu ilk olarak geçtiği gün aklına gelmişti. O zaman yüreği kıpır kıpır, yerinden oynayacakmış gibi hızlı atıyor ve aklı karmakarışık ama meraklı bakışlarla izlemişti, uzaktan Palu’yu...Yine umutsuzdu, heyecanlıydı, sıkıntılıydı ama şimdiki gibi mutsuz değildi. Yeniden yola sessizce daldı ve o günü anımsadı..... ........ Güneş ışığı, pencerenin camından yansımaya çalışırken, güneş henüz batmak istemiyor olmanın isyanıyla parlamaya devam ediyordu. Minibüs, havasızlığa yenik düşmüş yüzlerle, sayısı giderek azalan yolcularını Palu’ya ulaştırma çabasındaydı. Sanki kendisini bir yükseltiden derinlere atmış gibi hissediyordu, minibüs yol aldıkça... Tam tasvir edemeyeceği bir derinliğe iniyor gibiydi. Çukura düşüyor gibi, ya da çevresinde hayalet dağlar yüseliyor, kendisi aynı noktada sabit kalıyor gibi....Yol devam ettikçe ve virajlar dönüldükçe, solda ağaçlar arasında, şirin, bir o kadar küçük görünümde, yeni yeni yanmaya başlamış evlerin ışıklarıyla can bulan bir şehir vardı. Evler genelde iki katlı gibi görünüyordu ve tüm karmaşaya rağmen resmi kurumların o devlete ait haki rengi taşıyan duvarları seçilebiliyordu. Işıklar arasında, beş tane, yeşil ışıklarıyla bu ışıltıya renk verdiğini düşündüğü minareler göze çarpıyordu. Tam sınırlarını çizemediği bir nehir, şehrin ardında kendisini çaresizliğine bırakmış gibi görünüyordu. Nehrin ardında ise, tamamen dağların eteğinde, yemyeşil ağaçların arasında sık olmayan binalar göze çarpıyordu. Son virajı döndüklerinde, artık Palu ile tanışmak üzereydi. O, gerçekten hoşuna giden ışıklar arasındaki, çukura düşmüş gibi dağlar arasında sıkışıp kalmış şehrin, şehir içindeki görüntüsü ise hiç bir özellik taşımıyordu. Minibüsün, şehrin zaten numune gibi uzanan tek caddesinde ilerlemesi ve durmasının ardından, hayal kırıklığının en büyüğünü yaşayan Nazlı’nın aklından tek bir şey geçiyordu: Umarım dedikleri gibi olur ve sayılı günler hızlı geçer........ .... O ilk hayal kırıklığı taşıyan yüz halini hatırladığında, Nazlı’nın yüzü yine çaresizliğini anlatıyordu. Oysa ki, şu an hissettikleri farklıydı. İlk geldiği zaman gördüğü bu aynı ve ışıklı şirin şehir, havanın derin karanlığı ve yağmurun acımasız karamsarlığı altında, güzel bir his uyandırmıyordu, Nazlı’nın yorgun yüreğinde... İstediği tek şey, havaalanına ulaşmak ve uçağına binmekti. Yağmur giderek hızını artırmış, karanlık artık her yere hakim olurcasına derinleşmişti. Ve artık Palu geride kalmıştı... Hem de hiç bir daha dönmeksizin. Yaşadığı zorluklar ve acı hatıralar ile bu şehri bir tutarcasına, ki şehrin O’na yaptığı hiç bir kötülük yoktu, giderek uzaklaşıyordu. Uzaklara, özlediği İzmir’e ulaşmak istercesine..... -7- Evet....İşte şu an Palu’da idi. Minibüsten indiğinde, yüzündeki gerginlik, tüm vücuduna hakim olurcasına yayılıyordu. Güneş, gök yüzüne doğru yükselme çabasındaki dağların ardından yavaşça kaybolurken, kararmaya çalışan hava şehrin üzerini örtmeye başlamıştı. İndiği caddenin, çok da uzak görünmeyen son ucuna doğru baktığında, bu küçük ve sıradan caddenin, şehrin merkezi olduğunu kavramıştı. Evlerin ışıklarıyla birlikte, caddedeki sokak lambalarının ışıkları, yeni yeni aydınlatmaya başlamıştı sessiz karanlığı. İçinde anlamlandırmak istemediği bir sıkıntı vardı ve tüm bedenine yayılıyordu istemese de...Daha o andan itibaren, İzmir’ e inanılmaz bir özlem duyar olmuştu. Minibüs ile geldiği yoldan, solunda uzanan, ışıkların dalgalandığı güzel derya şu an kaybolmuş ve gerçekle yüzyüze gelmişti. Küçük bir doğu şehiriydi burası. Karanlığın hakim olduğu gecede, yine sadece erkeklerin hakim olduğu bir cadde ve şehir... Kendisini meraklı gözlerle süzen bakışlardan rahatsız olmuştu ama tepki de veremiyordu, mimikleriyle de olsa... Gözlerinin beyazı sulanmış ve bir o kadar da kızarmıştı, ağlayamamaktan yanıyordu için için... Kendisine telefon ettiğinde söylenilen, okula ait lojmanın nerede olduğunu, minibüsün muavinine sorduğunda, ne kadar cesaretsiz ve ürkek olduğunu, kendi sesinin titremesinden anlayabilmişti. Yerini öğrendiği okul ve lojmana tekrar Elazığ’a dönecek olan minibüs tarafından bırakılacağını öğrendiğinde mutlu olmuştu. Valiz ve çantalarını, çekingen bakışlarıyla taşıyan bir kaç delikanlıya kendisi de bir o kadar çekinik tavırlarla teşekkür ettikten sonra, bindiği minibüs caddenin diğer ucuna doğru yol almaya başlamıştı. Bir kaç dakika sonra, yine aynı delikanlıların yardımıyla okulun hemen yanında, dışarıdan resmi bir kuruma ait olduğu, haki renginden anlaşılan lojmana doğru yöneldi. Tekrar teşekkür ettikten sonra, okulun personelinden anahtarı alması gerektiğini anımsadı. Okula girerken, sadece okulun ne kadar bakımsız olduğuna dikkat edebilmişti. Kendisine doğru gelen, adının Kazım olduğunu öğrendiği, yaşlıca bir bey, cebinden çıkardığı bir tomar anahtar arasından bir kaçını karıştırdıktan sonra, emin gözlerle baktığı bir çiftini Nazlı’ ya doğru uzatmıştı. Nazlı, anahtarları alırken, bu yorgun ve titreyen eller ile kendisinin ürkek ve titreyen ellerini birbirlerine benzetmişti. Personelin o yaşlı ve umutsuz, durgun fakat bir o kadar da kendisinden emin bakışlarındaki sıcaklığı hiç bir zaman aklından çıkarmama kararı almıştı. - Hoş gelmisen, hoca hanım... Ben burada çalışirim. Kazım Amca derler hep... - Hoş bulduk. Ben Nazlı öğretmen. İngilizce öğretmeniyim. - Duymuşuz geleceğini. Çocuklara ingilizce öğretisin... Kazım Efendi’nin sesindeki içtenlik, bir sürü çizgi ve halkalarla çevrelenmiş gözlerindeki yorgun ve derin bakışlarla, Nazlı gerçekten kalbindeki korku buzlarını eritmeye başlamıştı. Geleceği duyulmuştu demek ve zaten şehirli bir kız bekliyorlardı. Belki de korktuğu kadar zor olmayacaktı buralara alışmak. Yine de içinde hala kıpırdayan bir huzursuzluk vardı geleceğe dair... -Bir ihtiyacın olur, hamen arisen burayı. Bizim kadın yardim eder, merak etmisen? -Teşekkür ederim. Ağır adımlarla okulun bahçesine tekrar çıktığında, havanın giderek çaresiz karanlığa teslim olduğunu görmüştü. Derin bir iç çekerek, bahçeden çıkıp, hemen yan sokağın başlşanngıcına yakın olan lojmana doğru yürüdü. Binanın önüne geldiğinde tekrar içini çekerek, karanlığın tül gibi sardığı iki katlı binanın dış duvarındaki, sessiz , bakımsız, sıvası yer yer dökülmüş olan griliği hafızasına kaydetti ve ardından yandaki merdivenlere doğru ilerledi. O ürkek, kendisini takip etmek istemeyen, geri dönmek için adımlarını ters yöne yöneltmiş olan sokaktaki gölgesi de ardından, isteksizce ortadan kayboldu. Merdivenlerin son basamağında, az önce koymuş olduğu valizlerin yanından geçti ve açık sarı renkli, kirli, tahtadan yapılmış ve yer yer boyasının ardından eski, beyaza yakın boyası görünen kapının önünde durdu. Anahtarı, kapının kilidine, titreyen elinin, güçsüz parmakları arasından düşeceğini sandığından sımsıkı kavramış bir halde, yavaşça yerleştirdiğinde, kalbi hiç atmadığı kadar hızlıca çarpıyordu. Yuvasında hafifçe dönerken tam çeviremediği anahtarı ileri geri yaptığı hamlelerle tekrar kilide yerleştirdiğinde, kapı yavaşça, tiz bir gıcırtı sesi eşliğinde açılmıştı. Eşyalarından en taşınabilir olanını bir eline aldıktan sonra yavaşça girdiği bu yeni yuvasının loş havasıyla aniden karşılaşmak, içinde biriktirdiği göz yaşlarını, hıçkırık çağlayananına çevirmişti bile... Karşıdaki odaların açık kapılarından, sokak lambalarının perdesiz pencerlerden kaçamak parıldamalarının yansımasıyla aydınlanan bir o kadar kasvetli antrede elindekini istem dışı bir hareketle yere bıraktıktan sonra, gözlerinden süzülen yaşları eliyle durdurmak istercesine her iki elini yüzüne doğru götürmüştü. Elleriyle yüzünü kapamış bir halde hıçkırarak ağlıyor, saatlerin ve belki de günlerin biriktirmiş olduğu duygularını, bu sessiz bir o kadar da yalnız odalarla paylaşmış oluyordu sanki... Annesini, kardeşini, Uğur’u, hayatını ve geleceğini alıp bir akıntı haline döndürürken gözyaşları, aynı zamanda yine derin sessizliği bozan hıçkırıklarına, bu defa hafif histerik iç çekişler de eklenmişti. Kendisini telkin etmeye çalışıyordu ama durmuyordu hüznü... Bir süre aynı şekilde kaldıktan sonra antrenin ortasında, yavaşça banyo olduğunu tahmin ettiği kapıya doğru yöneldi. Lambasını yakıp girdiği odaya yarı kısılmış yaşlı gözleriyle baktı. Kapının hemen yanında yerleşmiş olan büyük bir soba, karşı duvarda küçük bir pencere, hemen sağında kapıya yakın aynalı bir lavabo... Bakımsız, kirli ve bir o kadar da çaresiz banyo, aynı zamanda diğer odalarıyla bu lojman... Gözyaşları kesilmiş bu sefer derin iç çekmeler, ağlayamıyor olmanın verdiği huzursuzlukla hırıltıya dönüşmüştü. Açtığı musluktan akan, yoğun beyaz renkli - muhtemelen kloru fazla bir su- bulanık suyla yüzünü en serininden bir kaç kez yıkadı ve ardından saçlarını düzelterek, aynaya, kızarmış, nemli gözlerine baktı. Sonra, o tüm vücudunu saran adrenalinin ilk etkisinden kurtulunca takındığı soğuk, umursuz ve kendinden emin haliyle kapının önünde kalan valizini ve eşyalarını almak üzere banyodan çıktı. Kendisine içinden sürekli aynı telkin içeren sözleri yineliyordu. Bundan sonra ağlamayacak, güçlü olacak ve her şeyi bir yeni tecrübe olarak alıp, hayatına en güzelinden, sorunsuz ve hatasız olarak devam edecekti. Kapının önünden aldığı valizini ve diğer çantalarını, dairenin en arka kısmında, odalardan birisine taşıdı. Odaya girip, lambayı yaktığında, kapının hemen yan tarafındaki duvara yaslanmış bir yatak, kapını tam karşısındaki pencerenin önünde, kimsesizliğine makum büyük tahtadan yapılmış eski bir masa, yatağın yanında neredeyse yıkılacakmış gibi zoraki duran bir komidin.... Ve başka hiç birşey... Sarı ve loş ışığı ile odayı aydınlatma çabasıyla bir ampül yanıyorken tavanda, sanki dışarıdan çekingen, bir o kadar da meraklı, binanın bulunduğu sokağın bir kaç lambasının ışığı, diğer odalarda olduğu gibi davetsizce perdesiz pencerelerden odaya sızıyordu. Pencerelerden birirsi açıktı ve dışarının yoğun toprak kokusu odaya doluyordu. İlk önce pencerenin boyasız, tahta kasasını iterek, zorla kapatıp o alışık olmadığı yoğun kokudan kurtulmayı amaçlamıştı. Pencereyi kapayıp, dışarıdan esen sıcak ve nem içermeyen havanın yavaş esintisinden de mahrum kaldığında, ne kadar yalnız olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Hızlıca diğer odaları da gezdikten sonra, aklından eksikleri de bildirdikten sonra ardından gelecek eşyalarının burasını nasıl dolduracağını ümitsizce geçirdi ve çantasından aldığı telefonuyla annesini aramak üzere çelimsiz ve bir o kadar da biçimsiz yatağının üzerine oturdu. -Alo, kızım? -Anneciğim nasılsın.? Ben ulaştım Palu’ya... -Yolculuk nasıldı meleğim. Merak ettik seni, uzunca bir süre sesin çıkmadı. Nasıl hissediyorsun kendini?... -Çok iyiyim. Yolculuk güzeldi. Üniversiteden bir öğretim üyesi bayanla tanıştık, yanımda oturuyordu. Güzel muhabbet ettik. Sonra da zaten buraya ulaşmak için uğraştım. Küçük ama şrin bir yer burası. Şu an lojmandaki dairedeyim zaten.. Çok... -Kalacağın yer nasıl? Sesin iyi geliyor. Çok mutluyum bu yüzden. Umarım herşey istediğin gibi devam eder. -Lojman güzel anne. Öyle fazla bir şeye ihtiyacım olmayacak herhalde... Zaten odalar güzel, bir problem yok. Sen merak etme...Seni şimdiden özledim anneciğim.... -Ben de seni güzelim. Biraz dinlen tekrar konuşuruz. Öpüyorum.... - Ben de seni anne... Telefonu kapatır kapatmaz, o mutlu ve güçlü sesinin tükendiğini hissetti. Aslında annesini hiç bir zaman kandıramazdı ama, üzülmesini istemiyordu. Birden, ara verdiği hıçkırıklarına ve göz yaşlarına yeniden yenik düşmüştü. Başı önüne eğik, yatağında kamburunu çıkararak oturuyorken, az önce zorla kapattığı pencereden ani bir ses çıktı ve pencere kendiliğinden açıldı. Pencerenin kasasına dayanarak öylece karşıdaki dağlara baktı ve karanlığın rengiyle boyanmış dağların arasında olmanın verdiği değişik korku ve duygularla uzaklara daldı. İşitttiği kuşseslerinin ne olduğuna anlam veremedi ama duyduğu sesleri oldukça vahçi ve acımasız olarak buldu. Gök yüzüne baktı ve uçan, koyu renkli, gecenin karanlığıyla karalara boyanmış bir kaç kuş gördü. Ürkütücü seslerini işitmek istemediğini düşündü ve ne tür kuşlar olduğunu o an için önemsemeyerek bakışlarını onlardan kaçırdı. Sonra, tekrar büyük bir çabayla pencereyi kapadıktan sonra, valizini ve çantalarını açarak ihityacı olan giyisi, malzeme ve nevresimleri ayırdı. Yatağını hazırlayarak, dinlenebileceği bir konuma getirdi. Yavaşça ve hiç de alışacağından emin olmadığı hareketleriyle yatağa uzandı, tavana doğru suskun bakışlarıyla baktı, kendisini yalnızlığın uykusuna bıraktı. Işığı kapamamıştı ki korku dolu rüyaları gerçeğe dönüşürse aniden, sarılabileceği bir aydınlık olabilsindi çevrede. Çocukluğunda da böyle en çaresiz anlarında, küçük korkularının devleştiği hayallerinden açık bıraktığı ışık ile sıyrılabiliyordu. Uzun süre devam eden bu alışkanlığından yurt hayatı sırasında kurtulabilmişti ama o zamanlar zaten her şey güzeldi yaşantısında... Şimdi yine o en savunmasız çocuk beyni, uykuya dalarken yalnızlığında, hayalleri ile kabuslarını şavaşa zorlarcasına çaba gösteriyordu uykusunda...Sonra, derin iç çekmelerin eşliğinde bir uykuydu geriye kalan... ........... Uyandığında gecenin ilerleyen saatleriydi ve alışamadığı yeni yatağında sürekli pozisyon değiştirmek zorunda kalıyordu. İçi huzursuz ve yüreği kıpır kıpırdı...Havanın o en yoğun sıcaklığı O’nu biraz şaşırmıştı. Daha serin ve belki de soğuk bir hava bekliyordu buralarda... Biraz etrafa bakındıktan sonra, çantasından aldığı discman ile en sevdiği CD’ yi dinlemek üzere kulaklıklarını taktı ve aynı hareketsiz bakışlarla tavana daldı.... Dinlediği sözler sevgilsini hatırlattı yine, uzaklarda ve geçmişte bıraktığı sevgisini... “Ben şarkımı söylerken istersen sesini açarsın/ İstersen sesini kapayıp bunu da yok sayarsın....” En sevdiği şarkılarından birisiydi bu... Dinlemekten vazgeçemediği ve duymak istediği sözleri içeren ... Bir diğeri de, “Gözlerimin etrafındaki çizgiler/ artık belli oluyor, Bütün o çizgiler son bir yılda oldu/ sana, bana, bize ağlarken, Ben Leyla olmuşum kimin umurunda/ Mecnun çoktan gitmiş Bu ne garip bir yangındı böyle/ sen söndün ben yanarken” idi. Zaten, sürekli peş peşe dinlediği iki şarkı buydu bu albümdeki... Evet, Uğur’a, hala aşıktı.... Bir süre sonra gözleri ağırlaşmış ve içi yine geçmişti.... Derin uyku yine esir almıştı O’nu ama yine de bu durumdan rahatsızlık duyacak değildi. Alındığı esaret, çaresizliğini, yalnızlığını ve belki de alışmakta çok zorlanacağı bu yeni yuvasını uzak tutmaya yetiyordu kendisinden... ........... Gözlerini kırpıştırmak zorunda kalmıştı... Bir anda gün ışığı ile yıkanmıştı yorgun yüzü... Yavaşça gözlerini açtı ve pencereden içeriye hiç bir engel tanımadan, davet bile istemeksizin süzülen güneş ışığını göz bebeklerinin enderininde hissetti. Bu davetsiz misafirle gözlerini tekrar kapatmak zorunda kalmıştı. Yavaşça kendisine gelmeye başladığında, kalkmak üzere yatağın yanında, en uca doğru yer değiştirdi. Hafifçe öne eğilerek kalkmaya çalıştığında, yerde kendisine bakan bir çift gözle karşılaşmıştı. Yüzünde o en tanıdık gülümseme, durgun bakışlarını dağıtıvermişti. Annesinin, kendisine arkadaşa olsunlar diye aldığı bir çift ayıck pofuduk terliğin gözleriydi kendisine doğru sıcasık bakan...Onları büyük bir itinayla giydi, sanki, ayaklarının altında ezilerek acı çekmesinler diye...Yine büyük bir dikkatle banyoya doğru yürüdü, banyoda nasıl duş alacağını düşünerek yüzünü bu alışılmadık bembeyaz renkli suyla yıkadı. Ardından, yatağının olduğu odaya döndü ve eşyalarını yerleştirebileceği dolabı olmadığından, masanın üzerine bir nevresim örterek, onun üzerine dizmeyi düşündü. İzmir’den, geriye kalan eşyalarını getirecek olan kamyon üç günsonra hareket edecekti. O zamana kadar bu boş odalarda geleceğe dair neler yapacağını planlamak üzere oldukça fazla zamanı olacaktı. Dairenin diğer odası da yatağının olduğu oda gibiydi, tek farkı pencereleri binanın konumu gereği sokağa ve Palu’nun tam karşısında yükselen, yeşil ve ardından da kurakça yükselen dağlara bakıyordu. Daha geniş bir bakış açısı sağlıyordu burası şehire doğru.... Salon da aynı yere doğru bakıyordu. Oldukça genişti aslında odalar. Ama içini daraltan bir kısırlığı vardı yine de... Saonun penceresinden sokağa eğilerek baktığında, o buram buram toprak kokan havanın aynı zamanda yoğun bir hayvan kokusunu da içerdiğini fark etti. Zaten az önce binaların önünden salınarak geçen bir kaç inek bu algıladığı kokuları açıklayabiliyordu. Bu kokuya nasıl alışabileceğini düşündü. Ardından odaları tekrardan amaçsızca ve nedensiz bir kaç kez yavaşça dolaştı. Öğleyi geçmişti saatler... Biraz dışarıları keşif etmek, yiyebileceği hazır bir kaç şey almak, bu ilçeyi gün ışığında tekrar tanıyabilmek amacıyla üzerine birşeyler giydi ve hırkasını da alarak dışarıya çıktı. Kapıyı kapatırken, biraz ilerisindeki diğer kapı dikkatini çekti ve “başka birileri de bulunuyor muydu acaba bu binada”, diye düşünerek kapısını kilitledi. Ayakkabısını beton zeminde çıkardığı seslerden kendisi de rahatsız oluyorcasına, bir an için parmak uçlerında yürüyerek indi ilk basamakları... Sonra, vazgeçti bu kendisine ve sessizliğe karşı gösterdiği nezakete, inmeye başladı merdivenlerden. Sokaktan caddeye çıktığında, havanın gerçekten bunaltacak kadar sıcak olduğunu düşündü. Şehrin ortasında uzanan bu caddenin bir ucunda nehrin kıyısıyla uzanan iş yerleri, diğer ucunda da Hükümet Konağı yer alıyordu. Caddenin her iki yanında bakkal, lokanta, foto stüdyoları, berber dükkanları, cep telefonu satan yerler ve değişik işlerle ilgili dükkanlar yer almaktaydı. Minibüs durağında bulunan bir kaç kapalı bayan haricinde ve tabiki kendisininharicinde ortalarda hiç bir kadının olmadığını fark etti. Kaçamak ve süzen bakışlar arasında bir bakkala girdi ve alabileceği şeyleri kafasından geçirdi. Biraz temizlik, biraz atıştırmak için yiyecek ve onun haricinde abur cubur şeyler....Pek fazla dialoga girmemişti bakkal sahibi adamla, O da zaten sadece işini yapmış ve parasının üstünü kendisine verinceye kadar bir dialoga girmemişti. Sadece son bir adımla dönerken çıkmak için kapıya, kasanın başındaki bu orta yaşlardaki adamın sesi duyuldu. - Hoşgelmişen Palu’ya. Küçüktür buralar ama alışisen hemen, merak etmisen... Doktorsun? -Yok, öğretmenim. İngilizce... -Demek İngilizce öğretisen. Eyi olmuştur. Çocuklar öğrensinler. Yoktur burada öyle her dersin öğretmeni. - Evet, öyleymiş. Zaten ben de yeni atandım. -Kolay gelsin. -Sağol. Size de iyi işler. Bakkaldan aldıklarıyla caddeden ilerlerken tekrar lojmana dönme ihtiyacı duymuştu. Biraz gerilmişti sanki ortamdan. Alışabilecek miydi? Biraz zaman alacaktı galiba. Dairesine döndüğünde, biraz ortalığa çeki düzen verip zamanın geçmesini sağlamak istedi. Aldığı abur cuburlardan yedi biraz ... Ardından, önce mutfak, banyo olmak üzere diğer odaları büyük eşyalar gelmeden önce hazırlamak için temizliğe koyulmuştu hemen. Zaman geçiyordu istemese de... Aynı gün bitirmek istiyordu işlerini. Çünkü, başlama yazısını ertesi gün okula ve gerekli mercilere vermesi gerekiyordu. Hem zaten eşyalar gelecekti ve hem bu işler hem de evrak işleriyle uğraşmak zor olacaktı O’nun için. Sonra da görev zamanı... Ne yaparsa yapsın, ne kadar temizlerse temizlesin, odaların o döküntü görünümlerini değiştiremiyordu. Kafasında, gelen eşyaları nasıl yerleştireceğini planlıyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, odaları eşyalarla dolduramıyordu. Zaten hep bir şey eksik kalıyordu. Çünkü ne olursa olsun yalnızdı ve bir süre de böyle hissedecekti. Tüm bu düşüncelerle birlikte, yaptığı işin verdiği fiziksel yorgunluk ile zaman bir anda geçmişti. Pencereden, yine o gecenin yavaş yavaş şehrin üzerine yayılan rengi süzülmekteydi. Yorgun bir şekilde, eşyalarını ütüleri bozulmasın diye, sanki pazardaki tezgahlarda müşteriye açmış gibi, ayırarak masanın üzerine itina ile dizmişti. Aklından hep aynı şey geçiyordu. “Gel.. gel..ne alırsan beş yüzzz”... Bir anda yüzünde bir tebessüm olmuştu. Dolabı yoktu ve giysilerini gelişi güzel yerleştirmek veya valizde bırakmak yerine bulduğu bu geçici düzen ile kendi çapında eğleniyordu. Tüm giysilerini masanın üzerine tasnif eder gibi yerleştirdikten sonra, yorgun bir şekilde yatağına uzanmıştı. Birden kalkıp, masanın önündeki sandalyeye oturup, kullanabilmek için ayırdığı yere evraklarını dizmeye başlamıştı. Ayrıca bir takvimden neler yapacağını planlarken izin kullanması için geçecek sürenin oldukça uzaklarda olduğunu fark edip hüzünlenmişti. Tekrar yatağa döndüğünde saat oldukça ilerlemiş, akreple yelkovan da birbirleirnin peşinden koşmaktan yorulmuşlardı. Annesini ve kardeşini düşünerek uyudu. Derin uykusu, odanın ve pencerenin dışındaki, dağlar arasındaki hapis şehirin sessizliğiyle bütünleşmişti. ...... Sabah kalktıktan sonra, evrakları ile okuluna gitmişti. Okul müdürü ve müdür yardımcıları ile tanıştıktan sonra, mülki amir olması nedeni ile kaymakamı ziyaret ederek gerekli prosedürü tamamlamıştı. Artık geldiği bu yabancı şehrin yeni öğretmeniydi. Başaracaktı.... ..... Okul, iki katlıydı. İlk bakışta aslında temizdi ve yerteri kadar önem gösterilmişti ama yine de ısınamamıştı. Gerçi bu sadece okul ile ilgili değildi. Herşey için zaman gerekiyordu. Alışmak! Uyum sağlamak! Başarmak! Unutmak! Gülebilmek!... Müdür yardımcılarından birisi ile-ki Kemal Bey memleketi olan bu yerde yıllarını vermişti- okulu geziyordu. Daha genç ve toy olmanın verdiği heyecanla aslında bir taraftan her hangi bir gaf yapmamaya, ayrıca kendisinden emin ve güvenen bir genç bayanın portresini dışarıya yansıtmaya çalışıyordu. Ama ya hisleri... Hiç olmadığı kadar hızlı atan günlerindeki gibi çarpıyordu yine kalbi... Okul içindeki bu sıradan, resmi fakat bir o kadar heyecan verici stresli gezi son bulduğunda, öğretmenler odasına girmişlerdi birlikte. Ve diğer öğretmenler ile bir tanıştırma seromonisi de tamamlanmış oluyordu. Kendisi gibi çok genç öğretmenler de vardı odada.. Birbirlerine tebessüm ile şans dileyen genç bakışlar.. Hızlıca gözden geçirdiği öğretmenler odasında sadece kendisi ile birlikte 3 bayan öğretmen olduklarını anladı. En azından destek alabileceği bayanlar vardı. Buradaki günlerinin hızlı ve bir o kadar da güzel geçmesini umut ederek masanın etrafında sıralanmış sandalyelerden birisine izin alarak oturdu. Konuşulanlar sıradan günlük olaylar, yaşam şartlarının zorlukları, ülkenin son günlerdeki gidişatı ve ikili konuşmalarda ise kimselerin katılmasını istemeyen fısıltılar. Bir an duraksamıştı odadaki konuşmalar. Herkes en meraklı gözlerle ama gülümseyen yüzlerle bakıyordu kendisine. Kendisini tanıştırdıktan sonra yavaş ve ürkek ses tonuyla, kendisi de diğer meslektaşlarını tanımaya çalışıyordu. O gün bir o kadar stresli geçmişti kendisi için.. Ve akşam çok zor olmuştu. Yeni bir ortama girmenin verdiği gerginlik tüm vücuduna ağrılar girmesine yol açmıştı sanki... Yatak odasına ulaştığında, hiç kendisini yormadan, üzerindeki giysileriyle öylece uzanıvermişti yatağına... Sonra ise en derininden uykusuna yenik düşmüştü. .......
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özgür Tanrıverdi, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |