Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
Önce uzun uzun batmak, sancılanmak, ağlamak gerek ama. Sabahları yüreğini sıkıştıran bir acıyla, aynalara bakmaya bile tahammül edememek, kahvaltı sofrası başında çay yudumlarken gözlerin anlamsızlığa takılıp kalması gerek…gardırobun önünde ya çok kısa, ya çok uzun kalıp karar verememek, işe yüzdeki derin çizgileri taşımak, insanlara ‘sahte’ bile olsa gülümseyememek, akşam aynı sıkıntıyla, aynı derin çizgilerle, aynı anlamsızlıkla, aynı mutsuzlukla yollara düşmek gerek… Geceden korkmak gerek en çok… Sessizliği, yalnızlığı ve çaresizliği, hormonlarımızı kandıran gün ışığının riyakarlığına rağmen, hiç korkmadan yüzümüze vuran, gözyaşlarına aldırmadan aynı ezgiyi çalıp duran gecenin içine dalmak gerek… Yastığa ve yorgana sarılıp, sesli düşünmek yada sesli ağlamak, müzik dinlemek gerek… Kazım Koyuncu’dan ama… Hayde derken o, yada didou nana, Çernobil’i hatırlamak ve 33 yaşında ölmenin ne demek olduğunu, şarbonlu mektupları, radrasyonlu çayları, demokrasicilik, insancılık, sağlıkçılık oyunlarını düşünmek ve kahrolmak gerek… Sonra, yeniden ve yeniden ağlamak… ‘Dünyanın çivisi çıkmış’ nutuklarını bir tarafa atmak, dünyanın çivisi nerde çakılı ve onu yerinden oynatanlar kimler bilmek gerek… Artık televoleleri izlerken midenin kasılıp gevşemesi, mide asitlerinin derinlerde bir yerlerde işkence etmesi, kafalarda 3Fnin (fifa-futbol-, fiesta-eğlence-, fashion-moda-) neden ve niçin hayatımızın merkezine sokulduğuna dair en az bir cümle olması gerek… İçine düşülen sıkıntının adını aramaktan vazgeçmemek gerek… fark etmek… fark edip sancılanmak, endişelenmek, korkmak ama en nihayetinde ‘işte bu’ deyip, ışığı görmek… Sonra yeniden Kazım Koyuncu dinlemek, ‘koyuverdin gittin beni’ derken o, yada ‘ben seni sevduğumi de dünyalara bildirdum’, bilinçli olarak yani seçerek ne kadar çok ölüme gönderildiğimizi, ölümlerimizin hiç kimse için hiçbir şey ifade etmeyecek kıvama gelene kadar ne çok içimizin boşaltıldığını anlamak gerek… İşte tam da şimdi, bu sıkıntının adını koymak gerek… Dibe vurdun şimdi… Fark edipte, ayaklarını yere basmakta yetmez artık… Sıçra! Sıçrarken düşün, sahipsiz-sahipli cesetleri, düşün, çocukların ellerindeki silahları-silah edilmiş markaları, düşün, zulmü ve yine yeniden düşün Kazım Koyuncu’yu… Sıçra ve ‘sahte’ gülüşlerden arın… Sıçra ve dalmasın gözlerin… Sıçra ve umut yoldaşın olsun… Sıçra ve korkuyu bırakıver avuçlarından… Sıçra ve sev geceleri, gerçeklik dostun olsun… Sıçra ve acıyla bilenen zihnin, sevinçlere gebe kalsın… Sıçra ve bağır, haykır, ses ver… Sıçra ve hayatı çek içine, kötülükleri engelleyemezsin belki ama yalnızlığı sıyırırsın teninden, şarkı söyler, horon teper, halay çekersin kalabalıklar içinde… Aynalara baktı, tahammül edemese de… Çay içerken daldı gözleri, sahte gülmedi insanlara… Geceyi tanıdı, ağladı… Müzik dinledi, belki de Hasret Gültekin’di dinlediği, hani o diri diri yaktığımız, hani o tepkisizliğimizin en koyu demini yaşayan Hasret Gültekin… Düşündü üzerimize oynanan oyunları, kahroldu… Sonra yeniden ağladı, hıçkıra hıçkıra… Dünyanın çivisi, kimin ellerinde, anladı… Midesi isyan etti, izlemedi ve de ortağı olmadı kültürsüzlük kültürünün… 3F’ye dair pek çok ve de anlamlı cümle yankılandı durdu zihninde… Fark etti… Dibe vurdu… Sıçradı… Sıçrarken bağırdı dünyaya; “Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto Che Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bilgen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |