Bilen sever. -Leonardo da Vinci |
|
||||||||||
|
Beş yaşındaydım, okul duvarlarıyla tanıştığımda… annem çalıştığından, o zamanlar ana okulu, şimdilerde kreş olarak tabir edilen soğuk beton yığınlarının arasında buldum kendimi… alışmak hiç de kolay olmadı. Uyku saatleri, oyun saatleri vs vs arasında zamanı programlamayı öğretmeye çalıştılar iki sene boyunca, hoş ben de pek işe yaramadı ama olsun… en büyük iyiliği zeytinle peynirin ayırdımına varmamı sağlamasıdır, peynir isteyip, çok zeytin yemişliğim vardır nefret etmeme rağmen. Soğuk betonlar üzerinde harcadığım ilk iki yılımdır, elimdekiler ortada… Sonrasında malumunuz ilkokul… babamın aldığı siyah, içinde renkli renkli kalemler, kalemtıraşlar, defterler olan çantayla heveslenmiş, iyi bir şey yapıyorum sanmıştım. Beni ilk babam kandırmış, şimdi şimdi anlıyorum. İlkokul sıraları da kolay değildi… A-B-C lerin arasında fazlasıyla sıkılmışlığım vardır. Hoş, okumayı öğrenmek sonraları çok işime yaramış, annemin beni Pollyanna ile tanıştırmasına vesile olan bu durum, hayatımın en büyük ödülü olan kitaplara taşımıştır beni.. Toplama, çıkarma, çarpma, bölmeye de bir itirazımız olmadı gerçi, paşalar gibi topluyoruz şimdi ıvır zıvırı yaşamımıza ve çıkarıyoruz kendimize dahil olanları, hatta hatta şöyle elimizin tersiyle çarpmayı ve insanlar arası ilişkileri bölmeyi de çok iyi biliyoruz. Aferin bize! Gelelim ortaokula… her derse farklı öğretmenin girmesi, egomuzu mu besledi nedir, buralara da itirazımız olmadı. Bir de tabi ‘büyük adam’ olma hayalleri var serde… oku babam oku, çalış babam çalış… 8 yılımızı da böyle harcamışız işte… o dönemin tek kalıntısı olan takdirlerim hala annemin özel koruması altında saklanmaktadır, konu komşuya nispet… Derken lise 1, İstanbul… taşradan kopup giden bir kız çocuğu sulieti Eminönü, Kadırga sokaklarında… sabahın altısında yola düşmeler, kalabalıklar içinde yalnızlıklar, özlem ve de… her gece yastık üzerine akıtılan damlalar evde, bilgisayar bölümü açan, bizleri oraya dolduran ama inatla bilgisayardan bi haber bir eğitim sistemi okulda… sıkışmışlık duygusu, o zamanlar yapıştı tenime… Lise 2 - 3 Konya… yine aynı sıkışmışlık, yine aynı anlamsız ders silsilesi, yine aynı ‘büyük adam’ olma hayalleri… sistemin çarkları arasında ilk ezilişim, gazetecilik, psikiyatri, edebiyat öğretmenliği hayallerimi ilk rafa kaldırışımdır. Malum 28 şubat dalgası yalamıştır, caddeleri. Protesto edip, mezuniyet balosuna gitmemem de pek işe yaramamış, filler tepinmiş, biz ezilmişizdir yani sözün kısası… Derken, malum üniversite sınavına hazırlık, Antalya… testler, testler, testler… kimya, matematik, fizik görmemiş bizler ve testler, çok iyi bir ekip değildik ve hiç de olmadık üstelik… apolitik, asosyal olmamızı isteyenler oynadı en büyük kozlarını, biz de koştuk ‘büyük adam’ olmak peşinde, 3.5 saatle sınırlı kader anının ve eşit olmayanlara eşit davranmanın en büyük eşitsizlik olduğunu bilmeyenlerin rantında… ‘büyük adam’ olma hayallerimi yakışımdır… Kazandım… Ege, İzmir… Üniversite… idolleştirdiğim politik, bilinçli, aydın gençliğin 80’li yıllarda kaldığını görüşüm ve bir avuç dejenere, içi boşaltılmış, yozlaşmış ‘gençlik’le yüzeyselliğin tam ortasına düşüşümdür… yine dayatılmıştır o ezbere eğitim, yine dayatılmıştır o bilgisayardan çooook uzak bir yığın ‘ders programı’… ezberlemişimdir üstelik. Diploma notum taş çıkarır cinstendir, belki ‘büyük adam’ yapmaz ama en azından ‘dışarıda’ yani ‘hayatın içinde’ işime yarar diye… kaldığım yerden devam edip, yine gitmemişimdir mezuniyet balosuna, bu sefer ki alışkanlıktan ama zira protestoların hiçbir işe yaramadığını uzun seneler önce görmüşümdür. Mezun olduktan sonra benden ve benim neslimden mucizeler bekleye dursun insanlar (zira hesap makinesi ve televizyon tamir edebileceğimi düşünenler bile mevcut, gözünü sevdiğimin coğrafyasında), ben ve benim neslim o iş yeri senin bu iş yeri benim elimizde diplomalar dolaşmaya başlamışızdır bile çoktan… iş verenler yeni mezun istemez, okulda ‘HİÇBİRŞEY’ öğrettiklerini (dikkat edin öğretmediklerini değil, öğrettiklerini… çünkü öğretmişlerdir kendi çaplarında ama bu eni sonu hiçbir şeydir işte…) en iyi bilenlerdir… Sonra devlet bir sınav açar, der ki ‘haydi bakalım bir sürü memur lazım bana, gelin kucağıma yavrularım’… baba şefkatini beklemeyenler için işin bir kandırmaca olduğu aşikardır ya, yine de girilir sınava pek bir umut büyütmeden ama… malum bu ülke de en tehlikeli şey umut ekmektir sabahlara... girilir sınava, iyi bir sonuç alınır, tercihler yapılır, sonra devlet üzgün olduğunu bildirir resmi bir dille… Sınavlara girmek ve kazanamamak öyle bir alışkanlık yapmıştır ki, durmadan sınava girer ve kazanamayacağını kendine ispatlarsın… feryat figan, ‘iyi de ben bu işi biliyorum, neden öyleyse biliyor olmam bu insanlar için pek bir şey ifade etmiyor’ demeyi de zaten gerinde bırakmışsındır. Robotlaşmış, mekanikleşmiş bir alışkanlıkla girer, emek çeker, yorulur, yeteneklerini ispat eder ama kazanamazsın… daha doğrusu kazanırsın da, mülakatta elerler, bir türlü sevemez seni sınav komisyonu... herkes sever, ama onlar sevemez bir türlü… Sonra bir gün, birilerinin kendisini sevdirdiğini öğrenirsin. Seni sevmeyip eleyen komisyon, diğerini çok sevmiştir… hayret edersin, eğitimi, yetenekleri, puanları, diploması yani ne varsa ona dair sizden çok ama çok aşağıdadır. Fakat buna rağmen onu seçmişlerdir. Sonradan öğrenirsiniz, ‘Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak’ türküsünü… kendiniz söyler, kendiniz dinlersiniz. Hemen arkasından aldığınız karneleri, sertifikaları, takdirleri, diplomaları ateşe verip Ankara’ya yerleşmek ve orada ‘sağlam dost’lar edinmek istersiniz. Zira uğrunda koca bir ömür tükettiğiniz o kağıt parçaları ve yetenekleriniz, birikiminiz, edinilen ‘sağlam dost’un yanında koca bir hiçtir çünkü. Babamın ‘gün olur devran döner’ tesellisinin bile anlamı çok ama çok açıktır… Lanet eder, lanet eder ve yeniden lanet edersiniz… hem de her şeye… sonra hatırlarsınız yapılan bu adaletsizlik, sömürü ve istismar ne ilk ne de sondur. Çiftçisi, işçisi, memuru, genci, çocuğu, anası, babası, suçlusu, suçsuzu herkes ama herkes payına düşeni hatta belki de payına düşenden fazlasını almıştır. Her köşe başında, her taş altında bireye, topluma, toprağa ‘güzel!’ sürprizleri vardır bu ülkenin. Anlar, arkasından da İlkay AKKAYA açıp ‘Ağla Sevgili Yurdum’u dinlersiniz… Güneşin altında donan bir çiçek gibi Kar altında alev ateş yanan bir kuş gibi Denizler ortasında çöle düşmüş bir ülkesin Ağla sevgili yurdum ağla Doğumsuz bir toprak ışıksız yaprak gibi Sazımdan dökülen acı türküler gibi Aşkım sevgim ve hüzünlü yoldaşlarım gibi Ağla sevgili yurdum ağla Bilirim her karanlık aydınlığa çıkmaz Toprağında gözlerimin ırmağı kurumaz Seni kör sevdalarla ateşlere yakan olmaz Ağla sevgili yurdum ağla Nasırlı taş yüreklerin kör sevdasına Özgürlük adına yaptığım sunaklara Sevgilere öfkeyle sarılan çocuklarına Ağla sevgili yurdum ağla Gün gelir dört yanın nefrete boğulursa Güllerin göllerin dağların ayrılırsa Aşkımız sevgimiz seni yalnız bırakırsa Ağla sevgili yurdum ağla Uğrunda koca koca çözümlemeler, tahliller, araştırmalar yapılan bu ülkeyi ve bu ülkenin değerlerini anlamak için sadece biraz ‘yaşamak’ biraz da türkü dinlemek yetermiş. Kızgınlığını hep yanlış yerlere kanalize eden bizler için, toprağını, suyunu, madenini, börtüsünü - böceğini, yazını, kışını önümüze çırılçıplak seren ve anaçlığını hiçbir daim esirgemeyen bu kara parçasını suçlamak kolay olmuştur tabi. Biliyorum en büyük haksızlık ona aslında ama öfkemizi doğru yere aktarınca, başımıza neler gelebileceğini az çok hepimiz biliyoruz ve bu yüzden susuyoruz. Her şeye… Ülkem, güzel, anaç ülkem… biliyorum yok senin suçun istemezdin nefrete boğulmak, istemezdin sevgileri nefrete kesmek ve elbet istemezdin aşkımızı tüketmek… şimdi ağlayacak mısın yitip giden değerlerine, ekilip dikilmeyen topraklarına, esamesi okunmayan madenlerine? Ağlayacak mısın üniversite mezunu işsizlerine, kan kokusuyla büyütülen çocuklarına? Ağlayacak mısın katmer katmer sömürülen emeğimize? Söyle, ağlayacak mısın seni senden, seni bizden edenlere? Ağla sevgili yurdum ağla… Biz her gün anamızla beraber ağlıyoruz zira…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bilgen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |