..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bütün sanatlarda insanı şaşırtan bir yan vardır. -Alain
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bireysel > dilara balcı




13 Ağustos 2006
Meçhul Besteci  
dilara balcı
Tüm paslı çivilere sevgilerimle...


:CHHD:
MEÇHUL BESTECİ

Gazete kağıdından bir kayık yaptım, yüzmeyeceğini bile bile sahile koştum. Zavallı kayığım, gerçekten de suya değer değmez yana yattı, eridi. İlk dalgada battı, ikincide parçalanmış vaziyette su yüzeyine çıktı.
Güneş doğmak üzereydi. Benden başka bütün köy uyuyordu. Hava serin, karanlıktı. Terliklerimi çıkardım, ayaklarımı suya soktum. Bileklerim hizasına kadar ilerlememe rağmen; dalgalar kısacık şortumu ıslatmayı başardı. Annem görse kızar, bağırır, çağırırdı. Sabah keyfim bu düşünceyle yarıda kaldı, sudan çıktım.
Sıkıntıyla eve doğru yürürken yalınayaktım. Bahçenin bir köşesine bağdaş kurup oturdum. Tam o sırada şortumun ıslaklığı aklıma geldi. Islak bir şorttan kötüsü, çamur içinde bir şort! Olan olmuştu artık. Birkaç saat sonra dinlemek zorunda kalacağım lafların katsayısı otomatikman arttı. Bunları düşünmemeye çalışarak bahçe duvarına sırtımı yasladım. Ayak parmaklarımdan birinde uzun bir çizik vardı. Üç gün önceden kalma... Paslı bir çiviye basmıştım, kimseye de söylememiştim. Biraz kanamıştı. Tetanoz olur muydum acaba? Aslında çiviyi görmemiştim, yani bu bir intihar girişimi değildi. Her nasılsa sonradan bu yönde bir şekil aldı. Şimdi son günlerimi yaşadığımı biliyorum. Bu mikrop kim bilir kaç günde vücudumu saracak ve beni ölüme sürükleyecek? Bir kaç saat sonra kirlettiğim şort yüzünden annemden azar işiteceğime üzülmüyorum. Belki de o yok yere kırdığı kısacık ömürlü kızı için vicdan azabıyla karışık bir acı çekecek. Dün doğum günüydü. Tam kırk yıl yaşamış. Babam kırk beş, ağabeyim yirmi iki... Toplam yüz yedi sene eder. Hiç sıkılmadılar mı acaba? Ben on beş yılda sılıkdım. Her sabah aynı güneş, her gece aynı yıldızlar...
Neyse ki yakında öleceğim. Yeni bir dünya beni bekliyor. (En azından ben öyle sanıyorum.) Buna hem seviniyor, hem de üzülüyorum. Geçenlerde biriyle tanıştım ve onu yeterince tanıyamayacak olmak beni üzüyor. Bir hafta önce yandaki eve taşındı. Geniş bir bahçede küçücük bir ev orası. Bizimkiyse küçücük bir bahçed geniş bir ev. Şimdi düşündüm de, bahçelerin büyüklükleri aynı olabilir. Herneyse, beş yıldır boştu orası. Duvardan atlayıp balkonuna tırmanırdım küçükken. Şimdi sebebini hatırlamıyorum ama sanırım o zamanlar eğlenceliydi. Sonra, bir gün bir kamyon dolusu eşya geldi. O kadar eşyayı içeri nasıl sığdırdılar anlamadım. Adım atacak yer kalmamış olmalı. Tüm o koca kanepeler, koltuklar yetmezmiş gibi bir de piyano! Piyanoyu görene kadar pek ilgisizdim. Kamyondan çıkardıklarını görünce, ben de bahçe duvarına tüneyiverdim.
Kim tutmuştu bu evi? Bir besteci olmalıydı. Uzun boylu, ince, omuzları hafif çökük... Piyano çalmaktan biraz kambur yürüyor. Mutsuz, bakımsız, kirli sakallı... Kül rengi saçları uzamış, şakakları az kırlaşmış. Dudakları ince, aşağı doğru bükülmüş. Genç yaşında yüzü çizgi çizgi olmuş. Şehirden, insanlardan, korkularından kaçmış, bu köye sığınmış. Kendi kabuğunda yaşayacak, besteler yapacak. Türk filmi gibi yani!
Ben bunları düşünürken iri yarı, gür bıyıklı iki adam ve esmer bir çocuk eşyaları içeri taşıyorlardı. Çocuk benden bir, iki yaş küçüktü. Elinden geleni yapmasına rağmen büyüklerine yaranamadığı bu uzaklıktan rahatça fark ediliyordu. Piyanoyu iki ucundan kaldırdılar iri yarı adamlar. Çocuksa ortaya geçti, tüm gücünü kullanıyor olmalıydı. Geri geri yürüyen adam, bahçe kapısına geldiklerinde bıyık altından gülümsedi ve çocuğa çekilmesini işaret etti. Hayal kırıklığıyla piyanoyu bıraktı çocuk. Ne düşündüğünü tahmin edebiliyordum.
"Bir büyüsem... Büyüyüp bir kuvvetlensem de şu piyanoyu tek parmağımla kaldırıversem. O zaman da böyle bakabilecekler mi yüzüme?"
Pes etmemişti ama. Hırsla kamyona koştu, büyücek bir koliyi sırtladı, getirdi. Büyükleri piyanonun kapıdan girebilmesi için çeşitli açılar deniyedursunlar, çocuk ikinci koliyi yüklenmişti bile... Artık daha kendinden emin, kirli kollarını sıvayarak kamyona yürüdü, birkaç ufak tefeği taşımaya başladı. Ben sıkıldım, duvardan atlayıp öğle yemeği yemeye gittim.
Paslı çivinin ayağıma batmasından iki gün önce yatağımda uyuyamazken, bir araba sesi duydum. Mutsuz ve yalnız bestecim gelmiş olmalıydı. Evdekileri uyandırmamaya çalışarak balkona çıktım. Evin ışıkları yandı. Beş on dakika sonra da söndü. Mutsuz , yalnız ve uykucu bir besteci olmalıydı. Ben de uyumayı severim. Gidip uyudum.
Ertesi gün geç uyandım. Sabah macerası yaşamak için dışarı çıkmadım. Bu kez, değişiklik olsun diye, öğleden sonra sıkıntısı yaşamaya karar vermiştim. Evin gölgesinin bahçeye düştüğü saatlerde, kitabımı alıp bahçe duvarına oturdum. Bu kitabı defalarca, farklı biçimlerde okumuştum. En son, her sayfanın ilk cümlesini okuyor, bitirince başa dönüp ikinci cümlelerden devam ediyordum. Bu şekilde, yazılanlar farklı bir anlam kazanıyor olmalıydı. Yazarın bile tahmin edemeyeceğini düşündüğüm sonuçlar çıkarıyor olmak beni biraz olsun eğlendiriyordu. Bu şekilde iki kitap bitirmiştim, özellikle de biri beni oldukça etkilemişti. Bir başkasını da sondan başa okumuştum ama; bu yöntemi tavsiye edemeyeceğim.
Neyse, sanırım başa dönüp dördüncü cümlelere başladığımsıralardı, bir nota sesi duydum. İnce do veya re olabilir. Belki de başka bir notaydı, emin değilim. Tek bildiğim, yalnızca bir nota olmasıydı. Garip değil mi? Acaba, besteci piyanonun başına geçmiş, düşünmüş düşünmüş, sonra da olay yaratacak bestesinin ilk notasını bulmuş, mağrur bir edayla sağ işaret parmağını kaldırıp nazik bir hareketle do ya da re tuşunun üstüne dokunmuş olabilir miydi? Memnun kalmış olmalıydı ki başka bir tuşa basma gereği bile duymayarak, o ilk notayı işaretledi ve piyanonun kapağını kapattı.
"İyi bir başlangıç, bu günlük bu kadarı yeter. Daha çok zamanım var, bir ömür..."
Bir senfonide kaç nota vardır? Sıradan bir beste olmamalı, bu adam bir senfoni yazıyor. O do notasındaki asaleti duyar duymaz bunu hissetmiştim. Her gün bir nota yazsa, kaç yıl sonra eserini tamamlayacağını hesap etmeye çalışıyordum.
Meçhul besteci meçhullüğünden hiç ödün vermiyordu. Bir gizemli nota haricinde o gün, sesi soluğu çıkmadı. Kendisini, yansımasını, hatta gölgesini bile göremedim. Sadece orta yaşlı bir kadın -yardımcı, temizlikçi, hizmetçi falan olmalı- akşama doğru çıkıp gitti. Baş örtüsünü sımsıkı bağlamıştı. Onu görünce terlediğimi fark ettim. İçeri gidip soğuk bir duş aldım. Beşinci cümlelere başlamadım, erkenden attım. B günden de sıkıldım, bir an önce yarın olsun, bir an önce yarın olsun...
Sonra bir rüya gördüm. Rüyamda yalnız, mutsuz, meçhul bestecim bana gülümsedi. Daha önce dikkat etmemişim, sağ yanağında küçük bir gamze vardı. O gece ona aşık oldum.
Ertesi gün sol ayağımın küçük parmağı paslı bir çiviye battı. Sabah, sahilde... Bir kaç yıl önce de sağ ayağımın baş parmağı bir çatala batmıştı, ama; çatal paslı değildi ve ayağım kanamamıştı. Bu çiviyse pas içindeydi işte! Beynimde şimşekler çaktı. Pek kanamadı ya, bu kadarı bile yeterli olmalıydı. Ölecektim! Önce koşup, annemle babama ağlaya ağlaya bu durumu anlatmayı düşündüm. Sonra güneş doğdu. Bir de baktım aynı güneş. Hani dün de doğmuştu. Boşverdim... Biraz kolonya, bir yarabandı... Sonra acılı bir bekleyiş... Tetanozun belirtilerini bilmiyorum. Annem kuduzu anlatır durur, köpekten kediden uzak durmamızı tembihlerken. Kuduz olunca ağzın köpürür, gözün kan çanağı olur, delirerek ölürsün. Ben ölürken acı çekmek istemem. Uykumda öleyim, çoğunlukla uyuyorum zaten.
Sonra o gün bizimkiler şehre gittiler. Tüm ısrarlarına rağmen ben gitmedim. Akşama döneceklerinden fazla da umursamadılar. Ölmek üzereydim, bir de onların alış verişleriyle uğraşamazdım. Yüz yedi sene, eski model küf yeşili bir arabaya binip uzaklaştı. Ben bahçe duvaruna oturdum. Beşinci satırları okumaya başladım. Böylece ölmüş olan kahraman yeniden hayata dönmüş oldu. O sırada ne duydum tahmin edin! Arka arkaya üç nota! Bu hızda giderse, senfoni düşündüğümden çok daha kısa sürede bitecekti.Dört nota yazmıştı, henüz yüzünü bile görememiştim ve ona sırıl sıklam aşıktım. Bunları düşünürken bir mi, bir fa ve sol kalbime saplanan üç hançer etkisi yarattı. Ona engel olmalıydım. Bir günde altı nota! Üstelik dünden beş fazla ediyor. Her gün diğer günden beş nota fazla yazsa, asla çözemeyeceğim bir matematik problemi yaratabileceği gibi, sanat şaheserini de bir kaç haftada bitirir ve çekip gider! Olacak iş mi!
Hemen bahçe duvarından diğer bahçeye atladım, balkona tırmandım ve balkon kapısını çaldım.Uzun süre cevap veren olmadı, ama; kararlıydım. Birkaç dakika sonra kapı komik bir gıcırtıyla açıldı. Karşımda duran adam, meçhul bestecim, hayalimdeki gibi kül rengi saçları uzamış, yüzü çizgi çizgi, kirli sakallı... Ama daha jkısa, hatta benden bile kısa, küçük, bacakları sakat, tek kolunun altında bir koltuk deyneğiyle... Hazır olduğunda başını kaldırdı. Önce ayaklarıma bakmıştı. Ben insanların ayaklarına hiç bakmam. Bazıları, ayakkabılar giyenin kişiliğini yansıtır derler. Benim ayakkabılarım toz toprak içinde, çamurlu, yıpranmış olurlar. Şimdi yaz olduğu için, benzer derbederlikte terlikler giyiyorum. Onunsa ayaklarına, yüzüne baktıktan sonra bakmıştım. O benim yüzüme, ayaklarıma baktıktan sonra baktı.
     “Evet?” diye sordu, ben bir şey söylemeyince. Gözleri kocamandı, kahverengiydi.
     “Merhaba.” diyebildim. Ne diyebilirdim ki? Hayalimdeki insan olmamanız sizden bir şey eksiltmez. Yine de seviyorum işte, kimin umurunda?
     “Merhaba .”diye fısıldadı. Belli ki, alışık değildi ziyaret edilmeye, insanların yüzüne bakmaya. İstese de istemese de benim ziyaretimi kabul edecek, yüzüme bakacaktı. Kapısından girip ruhundan çıkacaktım. Bir anda karar verdim, gülümsedim.
     “Sizi ziyarete geldim. Komşu ziyareti... Annem gider, Ayşe Hanım teyzelere, Zeynep Hanım ablalara... Ben de size geldim. Yan evde oturuyorum.”
     Ne saçmalamıştım ama! Önce şaşırdı. Biraz daha ısrar ettim, buyur etti. Ev gerçekten de tıklım tıklımdı. Piyano pencerenin önünde duruyordu.
     “Çok güzel piyano. Çalıyor musunuz?”
     Gülecekti, vazgeçti. Bir an gözleri güldü sadece. Yine mırıl mırıl, sağa sola bakınarak konuştu.
     “Annemindi. İki ay önce vefat etti.”
     “Başınız sağolsun. Siz çalmıyor musunuz?”
     “Hayır.”
     “Yalan söylemeyin. Bugün tam altı tuşa bastınız.”
     İlk kez başını kaldırıp ilgiyle bana baktı.
     “O çalmak sayılmaz.”
     “Sadece birkaç kelime söylemek de konuşmak sayılmaz, öyle değil mi?”
     Hiç zeki değilimdir aslında. Zeki gibi görünmek insanın elindedir. Tam tersi de öyle... Sevgili yalnız, mutsuz, meçhul bestecimi konuşturmayı başarmıştım. Annesini anlattı. Hiç arkadaşı olmadığından, ilk okuldan sonra evden pek seyrek dışarı çıktığından bahsetti. Doğuştan gelen engelinden bahsederken ayaklarına öyle bir bakışı vardı ki... Her şeye rağmen benimsiniz, böylesiniz der gibi buruk bir tebessümle bakıyordu.
     “Ölenler unutulduklarında, tam anlamıyla ölmüş olurlar. Onların hatıralarını yaşatmaya hayatlarını adayan insanlarsa deli muamelesi görürler.” diyordu annesinden bahsederken. Ben yine düşünüyordum. Bir de ölmeden unutulan insanlar vardı. Onlara ne olacaktı?
     Meçhul bestecim de beni sevmişti. Yüzünden anlaşılmıyordu, ama; ben biliyordum. Bana yine gelmemi bile söyledi.
     “Gelirim tabii. Niye gelmeyeyim ki?”
     Son iki günüm de böyle geçti. Artık onun evine gitmiyordum. Ben bahçe duvarına oturuyordum, o da balkona çıkıyordu. Birkaç gün sonra bizim eve bile gelebilirdi. Dün de onu ağabeyimle tanıştırdım. Aralarında on yıl var neredeyse, ama; ağabeyim olgundur. Tek kusuru, vurdumduymaz, umursamazdır. Yangın var diye bağırsam, kılı kıpırdamaz. Ayaküstü konuştular işte, yine hiç yoktan iyidir.
     Şimdi sabah... Çamur içindeki şortumla bahçe duvarına yaslanmış otururken sağ ayağımın küçük parmağındaki öümcül çivi yarasına bakıyorum. Bir kumru of oooooof of diye bağırıyor. Sıkıntıma tercüman oluyor.
     
Birkaç hafta sonra tatil bitecek, şans eseri ölmezsem, okuluma geri döneceğim ve geçen yılın bir benzerini yaşayacağım. Aynı güneş ve aynı ayı görüp yaşadığım yıllar üzerine hesaplamalar yapacağım. Bir sürü meçhul besteciyle tanışıp onlarla konuşacak, onlar hakkında fikir sahibi olacağım. Onların hakkımdaki gerçek düşüncelerini asla öğrenemeyeceğim.
     Şimdi fark ettim de, bu ayağımdaki yara beni öldürebilecek gibi görünmüyor. Belki bir gün bir başka paslı çivi bu onura layık olur. Bizimkiler uyanmak üzeredir. Kahvaltıdan önce şortumu yıkasam iyi olacak. Sonra bestecim bir kalın do ile beni çağıracak, öyle anlaştık. Bu arada, her ihtimale karşı, bu ara ölecek olursam, gazete kağıdından bir kayık yapın ve bir sabah denize bırakın. Belki bu kez yüzeceği tutar...



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kara Yağmurda Açılan Kırmızı Şemsiye
İkimizden Biri Diğerini Hayal Ediyor
Kozasında Ölen Peri


dilara balcı kimdir?

. . . . . . . .

Etkilendiği Yazarlar:
.......


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © dilara balcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.