Barışı bulacağız. Melekleri duyacağız, göğün elmaslarla parladığını göreceğiz. -Çehov |
|
||||||||||
|
Hava, Aralık ayını inkar edercesine ılık ve bahar gibi, adeta kıştan çıkmışız da artık bahara girmenin rehaveti var sanki atmosferde. Bense sanki bir şeylerin yavaş yavaş yerli yerine oturduğunu hisseder gibiyim. Süreç belirsiz ama şu bilinmeli ki Tanrıya şükredip hayatın pozitif, umutlu ve ışık saçan taraflarını görmeye çalışmak ; hayatın kaçınılmaz sıkıcılıklarının yoğunlaştığı anlarda bir kurtarıcı olabiliyor adeta. Süreç nedir ki zaten? bazen bir an, bazen ise geçmek bilmeyen yıllar, yani tamamen göreceli. Şu anda kulağımda Chopen'in bestelerinden birinin melodisi var. Öyle hoş bir duygu ki bu. .. Bu kadar uzun yıllar önce bestelenmiş bir eserin güzelliğini, bugün bu canlılıkta paylaşabilmek. Sanat bu işte; "güzellikleri paylaşmak, duyguları canlandırmak". Her nasıl olursa olsun, sanat olmalı insanın yaşamının bir ucunda, ister müzik, ister resim, isterse sinema ile. Ama mutlaka olmalı. Ne garip değil mi? Tam da şu anda "ölüm marşı" çalıyor. Sanki ölümü bu şekilde ifade etmeye çalışmış besteci. Ölümün sessizliğini bozmak ve insanların içinde oluşan o buruk yarım kalmışlık hissini yaşatmak için. Hani karanlığa bakar gibi, çaresizce.. ama bestede bir keman devam ediyor ki bu da tam dozunda umudu hissettiriyor. Her kötü olayın sonunda mutlaka bir umut olmalı ki güçlenelim ve sanki her şey sütliman olmuş hissini veren bu keman melodisi gibi bırakalım kendimizi yaşamın kollarına öylece. Kendini yaşama bırakmış ama hayatı yaşamak istercesine değil, sanki teslim olmuş birini hatırladım şimdi, dün yolda giderken sokakta, dökülmüş kuru yaprakları kendine döşek yapmış bir adamcağızı, evsizi, garibi, yalnızı. Öylece sığınmış paltosunun içine, kıvrılmış sanki anne karnındaymış gibi, simsiyah olmuş yüzünde saç sakal birbirine karışmış ve yüzü bile seçilemiyor ama seçilen çok net bir şey vardı ki o da itilmişlik, dışlanmışlık ve terk edilmişlik duygusuydu. "Neden?" diye sormak geliyor insanın içinden. Neden burada ve nasıl bu hale düştü? Sorular birbiri ardına geliyor beynimde. Acaba hayatı hep şu anki gibi mi geçti? Yoksa sonradan mı böyle oldu. Kimbilir? Ama oradan uzaklaşırken kalbimde bir sıkışma hissettim ve gidiyor olmaktan, öylece oradan hiçbir şey yapmadan uzaklaşıyor olmaktan, rahatsızlık duydum. Duyarsızız işte. ilgisiz, bananeci ve bencil.. Bu tür durumlarda neden kendimizi iyi çocuk ama oradaki insanı da kötü olarak düşünürüz? Kötü nedir? Kurallara uymamak mı? Tinerci ya da şarapçı olabilir belki, belki de hırsız, ama O da annesinin karnında olmadı mı hiç? Doğduğunda tüm bebekler gibi en masum şekilde annesinin memesine yapışmadı mı? Hayat O'na bunu hazırlamış maalesef, bir ağaç altında, kaldırımda, insanların bakmaya korkar vaziyette, "yazık" diyerek gözünü kaçırdığı bir insan olmayı. Yemekhanede yemekler öylece dökülürken, biz iyiler, beyenmeyip yemedik diye, orada tek başına O insan, aç ve yalnız. Kimsesiz. Oğlum soruyor bazen "anne neden bu kadın bizden para istiyor?" "Neden bu çocuğun ayakları çıplak?" O'na hayatın adil olmadığını anlatmaya çalışmak çok zor oluyor. Ama çok da duyarlı bir çocuk, televizyondaki yaşlı çiftin çocuklarının dışlaması ile yaşadığı dramı seyrederken ağlayabilen, yaşlılara çok üzüldüğünü söyleyebilecek kadar da duyarlı bir çocuk.. Hayat adil değil gerçekten, bir çok insanın kendisi ile hesaplaşmaya bile girmediği bir konu bu ; "adalet ". Gerçekten bu hesaplaşmaya girsek belki de başa çıkamayız vicdanımızın çığlıklarıyla. Çünkü, yalnız açlık değil, bedensel engelli olmak da korkunç bir şey. O kadar çok var ki ülkemizde. Bu hafta Onların haftası ve belki de hayatlarındaki en ilgi gördükleri anları bu hafta yaşayacaklar. Birileri Onlar için özel konuşmalar yapacak, büyük, duyarlı laflar içeren konuşmalar, kampanyalar başlayacak yardım amaçlı, özel kaldırımlar ve yapılacak iş imkanı yaratma projeleri anlatılacak, ya içte ya da amaçlı ve hesaplı herneyse... Oysa Onlar için yani engelliler için o hafta başka bir doğmaktadır güneş, acaba yaşamlarını kolaylaştıracak bir gelişme olacak mı ? sorusuna yanıt bekleyerek başlarlar güne merakla. Zaten engelli olmak, başta kabullenmektir. Hayatın senden çaldığı bazı özgürlükleri unutup, kabullenip, pes etmek ve öyle yaşamaya çalışmak. Yaşamlarına bir renk katmak, onlara yaşama sevinci aşılamak için çalışan gönüllüler yok mudur? Var elbette, bedensel engelliler derneği var (bedd@bedd.org.tr) Onları da ve diğer tüm gönüllü bağış yapanları da takdir etmek lazım tabiiki. Yalnız toplumsal yaşam değil, insani bakımdan da her şey o kadar zor ki Onlar için.! Ama kaçınılmaz son olmuşsa da burada artık gerçekten hayatlarını kolaylaştırıcı bir şeyler olmalı ki katlanış daha kolay olsun. Sağlıklı ve birçok şeye sahipken bile katlanmak zor olabiliyor bazen, o halde Tanrı bu duruma düşenlere dayanma gücü versin diye dilemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Belki sadece bir teselliden ibaret bu yazdıklarım ama hayat tesellilerle konuyu bağladığımız anlarla dolu değil mi? "Teselli" kelimesi bana hep göz göre göre yalan söylemeyi hatırlatıyor. Her zaman kötü durumdaki insanlara bir şeyler söyleme derdinde hissederiz kendimizi ve aslında bazen gerçekten saçmalık düzeyine bile varır bu durum. Ölmek üzere olan birine "sizi iyi gördüm bu gün" demek veya her yeri sarıp sarmalanmış, muhtemelen aylarca yatacak bir ortopedi hastasına "Allah beterinden saklasın "demek gibi. O anda zaten hayatın beteri yoktur o kişi için, ne dersen de; boştur aslında. Yakınını kaybeden birine ne diyeceğini şaşırır insan ve hep bu durumun olumlu bir tarafını bulmaya çalışırsın; mesela, yaşlı, 80 yaşını geçmiş birisi ölmüşse "Allah elden ayaktan düşürmeden gitti zavallı, böylesi daha iyi" ya da yatalaksa, "kurtuldu, Allah daha fazla çektirmedi iyi ki" gibi veya genç ise, " Tanrı'nın sevgili kuluymuş, yanına aldı" ya da eğer hasta bir evladı varsa "Allah evlat acısı göstermedi " gibi. Bunlar hep, biz insanların, Polyanna'cılık yapmaya çalışmasından kaynaklanıyor. Ama işe yarıyor mu? Önemi de yok galiba. Eskinin sözlerine artık daha bir değer verir oldum son günlerde, çok etkinliğine inanmasam da artık bu lafların, engin deneyimler sonunda söylendiğinin farkında olarak, yaşıyorum. Ama bazen de öyle zıt taraftan konuşmuş ki atalarımız şaşarsınız. Örneğin "Cana geleceğine mala gelsin " diyen insanlar "Mal, canın yongasıdır diyebiliyorlar. "Sakla samanı, gelir zamanı" derken, "Eskiye rağbet olsa , bit pazarına nur yağardı" diyebiliyorlar. Ben de Onlara Onların diliyle ; "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" diyerek yazıma son veriyorum....
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Elif Taner, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |