Hata! Klavye bağlı değil. Devam etmek için F11'e basın... |
|
||||||||||
|
1 Asır (Yüz yıl) sonrasında… Yıl 2108 Haziranın bir pazarında “Mel” ve sevgili eşi ilk aşkı “Tem” ile… Bundan bir asır öncesinde yaşayan Şair “Mel” ve sevgili aşkı “Tem”, Akçay’ın en güzel zamanlarında yaşamış oldukları, dillere destan beraberlikleriyle herkesin örnekler aldığı mutlulukları taklit ediliyormuş, çok mutlu hayat tarzını yaşamışlar. Beraberlikleri gizli aşk, o kadar mutlu yaşantıları varmış ki bu gizliliklerinden bir erkek çocukları olmuş, herkesten habersiz bir yerde yavrularını büyütmüşler okutmuşlar ve evlendirmişler, ondan doğan çocuklarını, torunlarını görmüşler onlardan doğan çocukları da ve ondan da doğan torununu torununu görmüşler, işte bu çocuğun adı da”Mel” imiş sevgilisi de “Tem” ne tesadüf ki bir asır öncesinde kurt dedeleri ve ninelerinin isimlerini almışlar. “Mel” Türk Sat uzay mühendisi imiş sevgili aşkı araştırmacı tarih profesör’ü yazarıymış, uzay çağının en güzel günlerinde aşkıyla, atalarının anılarının geçtiği yere dünya kenti metropol Akçaya gelmişler müze olarak gezilen evlerinde bir sandukanın içerisindeki hatıralarım saklı diye yazılan (Mel ve Tem) imzalı defteri okumaya başlamışlar. 2008 yıllarında kaleme alınmış bir anısında, bir gün yine iki sevgili yazın en güzel sıcağında o meşhur kordon boyunda el ele kol kola geziyorlarmış. Sanki dünya umurlarında değil, bulutlarda “dans ediyorlarmış” gibi endamlarıyla ve muhteşem güzellikleriyle Tem’in kahkahalarıyla, çevresine mis kokularını bırakarak, insanların arasında yürüyüşlerini yaparlarken, gecenin bir saatinde hava o kadar güzelmiş ki ayın denize vurduğu o müthiş yakamoz eşliğinde limana doğru giderlerken, yeni sevgililer yeni aşklarla “ne olur müsaade eder misiniz” deyip fotoğrafları çekiliyorlarmış, Tem, etrafı yakarcasına cazibesiyle, neşeli, gülen o güzel suretiyle insanlara pozitif enerjisini veriyormuş. Akçay’ın hafif esen rüzgârında omuzlarına varan simsiyah saçları ona başka bir güzellik veriyorken biricik aşkı Mel,büyük bir zevk ve şefkatle onu dolu gözleriyle izliyormuş… Oda çevresinde oldukça sevilen güvenilen koca yüreğiyle yardım seven biriymiş… Gezmeleri esnafı, satıcıları coşturuyor derecesinde daha da avazları çıktığı kadar mallarını satmak için bağırıyorlarmış.”Tem abla, Mel ağabi buyurun buyurun” diyorlarmış her durdukları yerde insanlar alışveriş yapıp imzalar alıyorlarmış, o günün anısına hatıra için, herkes mutlu, sevecen, gülen bir Akçay’da yaşamanın mutluluğunu hissederek yaşarlarmış. Her akşam olmasa da geceleri ve sabahın ilk saatlerinde gemi turlarına giderler doğanın müthiş renklerine ortak olurlarmış, hafta sonlarında sahilin kalabalığında herkesin arasında denize girenler havanın sıcaklığı ve denizin serinliğini hissederlermiş… İnsanlar, sahil kenarlarında “inşallah burada denize girerler” diye şemsiyelerini açmaz beklerlermiş. Ne zaman görünseler “buraya Tem Hanım buraya” diye davet ederlermiş… İnsanlar evlerinde yaptıkları börekleri ikramda yarışlar ederlermiş, o kadar dolu dolu günleri geçiyormuş, radyolar televizyoncular kendileriyle “mutluluklarının sırları nedir? ” diye programlar yaparlarmış… Aşkları İDA’ da dillere destan konuşulur, emlakçıların da yüzleri gülüyor, bütün insanları ev aldırmaya sürüklüyormuş. Sebep “Mel ve Tem’in” aşklarını gözleriyle görmek, hayatlarına bir anı bırakabilmek amacın dalarmış… Çocuklarına isimlerini veriyorlar, lunaparktan çıkan müziklerin coşkusunda çarpışan arabalara, gondola, binerek güzel bir günüde yaşamışlığın mutluluğunu anılarında bırakıyorlardı. Kaz dağların o muhteşem havasında oksijenin doruğunda şarıl şarıl akan suyundan içmeleri de ayrı bir zevkti. Sahilde içilen bir çayın zevkine doyum olunmazken, git gide yaşlanmanın farkında değillerdi, kordondan aldıkları kaynamış mısırın tadı hala dudaklarında hissediyorlardı ki her gün yerlerdi, sanki “yeni aşıklarmış” gibi parmakları birbirine geçmiş olarak genç aşıklar gibi coşkuyla gezmeleri dillere destandı. Ömür otelin bahçesinde yedikleri yemek biricik aşkı Mel’in ona yaptığı iltifatlar görülebilecek üst derecedeydi. Coşkuları yüzlerindeki şakaklarından belli oluyor o “nur” endamında ki yüzü hiçbir zaman soluk durgun değildi. Hep gülen yüzüyle Tem’i ve Mel, gizli aşkların en doruğundaydı, bir birine yaptıkları iltifatlarda “aşkım müsaade eder misin? ” veya “tabi ki sultanım, ay parçam elini verir misin? ” ve “tabi ki erkeğim tut ellerimi, yüzüne kurban olduğum aşkım, bir ihtiyacın var mı? ” gibi mutlulukların doruklarda dolaşırlardı. Gece gezmelerinde yine bir başka değişik kıyafetleriyle gözleri kamaştırıyorlardı, o gün bir başka güzellerdi. Değişik renklerdeki abiyesiyle, anlaşılan bir gece ziyaretine gidiyorlardı, sorulduğunda bir dostlarının düğününe baloya gideceklerdi o taksiciler “Mel baba Tem ablacığım benimle gidiniz” diye birbirleri ile yarışırlardı, adeta. Her seferinde bir başka taksiye binerler başka mutluluk verirlerdi, gittikleri yerde ayrı bir sevgi yumağıyla karşılaşırlar sohbetler ederlerdi, dans etmeleri o kalabalıkta bile kendilerini belirtirlerdi. Coşku, neşe onlar içindi sanki gelin ve damat sanki düğünlerini unutmuşlar gibi onlarla sohbetleri koyulaşır, örnekler alırlardı. Sorular sorar, sanki beyinlerine yazarlardı. Akşamın ilk saatlerinde başlayan eğlence “hiç bitmesin” diye saatlerce danslar ediliyordu. O ayın üzerlerine bir başka ışık yansıması, onlara dekor veriyormuşçasına renklerini gönderiyordu, herkesler gibi muhteşem mutlulukları zaten gözlerinden belliydi. Sabaha kadar sanki hiç yorulmamışçasına aynı sevgi selinde yüzleri gülüyor müsaadeler alınıp evlerine gidiyorlardı. İnsanlar coşkulu hep mutlulardı. Bir günleri diğer günlerden çok farklıydı, akşama yakın her gün günün batımını görebilmek için sahile kordon boyuna gelirler, insanlarla sohbetler ederlerdi. Bazı gençler, “Sarı Kızın” önünde fotoğraflar çektirmek için sanki yalvarırcasına, Tem ablalarından sevgilisi Mel ağabeylerinden müsaadeler alır, çektirirlerdi. Her seferinde o meydanda kumrulara yemler atarlar, “sıla özlemi” bir günün başlangıcına merhaba derlerdi. Yaz sona ererken insanların Akçay’ı birden boşaltır sanki kendi kendine bırakırcasına tenhalaşırdı. İnsanlar daha tenhayken daha bir başka sohbetler eder, o hırçın dalgalar sahilleri dövercesine başka bir manzara görüntüsüyle, ayın batımı bir başka olurdu. Zaman günler hızla aslın da geçiyor zamanın geçtiğini fark etmeksizin hayatları sürüyor ve bir başka yazda onları başka coşkular bekliyordu, ama saçlarda beyazlıkları gözükür derecesinde beliriyordu onlarda her canlı gibi yaşlanıyorlar ama asla sevgileri sohbetleri mutlu beraberliklerinden tavizler vermiyorlardı… Elbet onlarda biliyorlardı hayattan göçüp gideceklerini onlar mutluydular insanlar onları seviyor, hep yeni beraberlikleri taşıyorlardı, yeni yeni insanlarla tanışıyor dillere destan aşklarını başka yerlere taşıyan elçileri oluyorlardı sanki. Zaman gelmiş, torunlara karışmış, cennetin güzelliklerinde buluşmayı bekliyorlardı. Sanki gelenler, hep dengi veya yaşlıları ziyaret edenlermişçesine evleri dolup taşıyordu. Bir gün yürekleri dağlayan tüm İDA gözyaşlarına boğulacak acı haberle sarsılıyordu. Genci, yaşlısı sevenleri ağıtlar yakarcasına dualar eşliğinde Tem ablalarına, ninelerine eşsiz o insana ağlıyorlardı. O ölmüştü! .. Camilerde selaları okunuyor, sanki tüm sevenleri Akçaya hücum edercesine büyük kalabalıklarla dolup taşıyorlardı. Festival yoktu. İDA’ da bir konser de yoktu. Tem ablaları hayata gözlerini yummuş ona ağlıyorlardı. Yazın kavurucu sıcağında aldırış edilmeden, terler su deryası gibi üzerlerinden boşalıyordu. Onun eşsiz sevgilisi, biriciği hayatının en mutlu anlarını onunla geçiren “baba Mel” in gözlerinden yumuk yumuk bakışları arasında, sanki seller akıyordu ağlıyordu. Hayat arkadaşına, ona belki son görevini yapacaktı. İçi, belki kan ağlıyordu dışarı ya pek belli etmek istemezmiş gibi dalıp gidiyordu ta onunla olan mutlu günlerine gözleri bir “ölü deniz” misali durgundu. Hep derdi “benim ikinci baharım Tem’di,onunla çok mutlu mesut günlerimiz oldu” diye diye, anlatmakla da bitiremezdi. Hatta “O benim kelebeğim, o bir deryaydı” derdi. İnsanın yüzüne baktığında bütün güzelliğini sana verir hoş kokusunun derinliğinde sanki bayıltır gibi serinlikler verirdi. Her yönüyle hanımdı, hani derler ya halk arasında, “eller anası” işte o oydu hayatını sanki “insan sevgisine” adamış bir insanlık elçisiydi. Günler sayılı gelip geçiyorken tam 1 yıl sonra sanki çağırırmışçasına sevgili koca dev adamı da o acı haberle insanları ağlattı. Mel babada gitmişti insanlar belki ağlıyordular fakat hep dillerde şu konuşuluyordu. “O gideceği yere gidiyor, onu bekleyen aşkına kelebeğine biriciğine gidiyor” derlerdi. Akçay sessizdi, Akçay hüzünlüydü, İDA dillere destan aşkı konuşuyor festivaller düzenleniyor, yarışmalar oluyordu, kültür etkinlikleri yapılıyor şiirler okunuyor, adlarına öyküler yazılıp tiyatrolar sergileniyordu… İDA sanki onlarsız boş gibiydi rüzgâr sanki bir başka esiyor güneş bir başka yakıyordu, akşamlar durgundu, sanki esnaf zevksizdi… Balıklar bile denizde ağıtlar yakıyorlardı, sahiller coşkusunu kaybetmişti, gün batımı öyle hareketli geçmiyordu, insanlar bir yerlere bakıyorlardı, ama ta derinlere bakıyorlardı, sanki o müthiş aşkı gözlerinde yaşıyorlardı gibi dalıyorlardı… Seneler seneleri kovalamış, geçerken evleri müzeye dönüşmüş, sevenleri bir başka sevenlerle geliyor, babalar anneler çocuklarına hikâyeler eşliğinde aşklarını o güzellikleri anlatıyorlardı. Büyüdüklerinde, onlarda geliyorlar, ziyaretlerini dualarla iletiyorlardı. Akçay onların aşklarıyla efsaneleşmiş, yeni doğan çocuklara adları veriliyordu. Akçay’da artık bir Sarı kız heykeli, birde denize bakan tüm İDA’ ya merhaba diyen uzun simsiyah saçlı ablalarını, ağabeylerini görüyorlardı. İşte aşkların en büyüğü kabul edilen bu serüven uzadıkça uzuyor, torunların torunları onlarda ziyarete bu zaman diliminde gelmişler belki onlarda ağlıyorlardı. Ve öyle bir zaman geldi ki, bu aşkın adı birleşti. “Meltem” oldu… Şimdi her denizden ılık ılık esen rüzgara “İşte Meltem bu…” derler ve şairlere esin olmuştur… Meltem, her sıladaki yarin özlemi, her kaptanın yüreğini ferahlatan bir umudu ve her vuslatın başlangıcı olmuştur. Sanki okudukları roman misali kitapta kurt dedelerini ninelerini yad ediyorlardı. O kitabın içinde görünüyorcasına mis gibi kokuları dağılıyordu odalarına… Zaman uzay zamanıydı, hala aşkları uzayın değişik yerlerinde sohbetlerde aşklarda anılıyorlardı. Gitme vakitleri gelmiş özel araçlarına binerek büyük bir hızla kayboldular belki de bilinmeyen uzaklıklarda Akçay nasıl gözüküyordu. Sevgili dostlar; şimdi gelelim bizlere, aynı onlar gibi her iki cinsler tartışmaları bırakarak sevsinler, aşk çok yüce bir hazdır aşkı yaşayınız, hem de sonsuza kadar sonsuzluk derecesinde, şunu hep deyiniz birbirinize, “aşkım seni çok ama çok seviyorum” deyiniz. Gözlerinin derinliklerinde onu görünüz içiniz den bir ses ben “eşimi çok seviyorum” diyerek haykırmalı, sevgi dağarcığınız asla daralmasın. Sevgisiz kalmayınız, hep ama hep sevilen siz olunuz… Saygılarımla… Sami Arlan
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Sami, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |