Yaşamak ne güzel şey be kardeşim. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
Aklına 14 yaşındaki, neşeli kız geldi. Mahallenin en güzel kızı… Erkeklerle birlikte maç yapar, evlerin duvarlarına tırmanır, bekçiyi oynatırdı. Ara sıra da, Kerem’le o kuytuluğa saklanırlardı. Kerem, göğüslerine dokunurdu, yüzü kızarırdı. Hızla eve koşar, yatak odasına kapatırdı kendini. Sonra aynanın karşısında vücudunu seyre dalardı. Bir an evvel büyüsünler diye, sıkardı göğüslerini. Annesinin rujunu, rimelini kullanırdı. Sonra topuklu ayakkabıları giyer, tekrar, uzun uzun seyrederdi kendini. Aynanın karşısında, büyük bir pop yıldızı olurdu şimdi de… Elinde mikrofon niyetine tuttuğu parfüm kutusu, salınır dururdu aynanın önünde. Aynaya öpücükler savururdu. Sonra annesinin çağırışıyla veya ansızın odaya girişiyle biterdi, “büyüme oyunu”… Annesi onu böyle gördüğünde, “orospu olacaksın” diye bağırırdı… Annesinin “orospu olacaksın” diyen sesi, sanki yakınlardan geliyormuş gibi çınlıyordu şimdi kulaklarında… Asfalt uzamaya devam ediyordu ve laf atanlar çoğalıyordu giderek. Giderek daha da kararıyordu gözleri. O evden kaçtığında, özgürlüğe atıldığını düşünüyordu. Heyecanla koşmuştu sokakları. Ama şimdi yoğun bir karamsarlık sarmıştı içini. “Ne yaparım ben” dedi usulca, “Kime giderim!?” Ona “orospu olacaksın” diye bağıran annesi, kansere yenilmişti. Babasıysa hapisteydi. Şimdi de o düştü aklına. Babasının işten dönüşü, bıyıkları, gülümsemesi… Sonra odaya sığdıramadığı kitapları… Babasının “kötü” olabileceğine akıl erdiremiyordu bir türlü. Ama polisleri hiç sevmezdi o. Haberleri izlerken de sürekli küfrederdi. Onu bu yüzden hapise attıklarını biliyordu. Adımları giderek yavaşlıyordu ve simsiyah asfaltın üzerinde hayaller kuruyordu durmadan… Hep o günler geliyordu aklına. 14 yaşındaki kız; canlı, deli-dolu… Sonra annesinin öldüğü gün geldi aklına. Yanı başında eriyip gitmişti annesi. Babası, onun yanında ağlamamasını tembihlemişti. Ama o dayanamıyordu. Geceleri usulca sokuluyordu yanına. Dakikalarca gözyaşı döküyordu. Allah’a yalvarıyordu sürekli. Sabaha kadar dua ediyordu. “Daha fazla zayıflamasın” diyordu. Ama olan oldu ve bir gün battaniyeye sarılı cesedini çıkardılar annesinin… O günden sonra da hep küfretti Allah’a… Babasınıysa, annesinden üç ay sonra, kelepçeyle çıkardılar evden. Yalvardı polislere, ama bırakmadılar. Bir polis geldi şimdi aklına. Ona dönüp, “Yazık lan! Orospu olacak bu çocuk.” demişti. Sanki Allah herkese söylemişti kaderini… Kimsesizdi artık. Aileden kimse, uzun süre sahiplenmedi onu. Sonunda da bir yurda yerleştirdiler. Her gün aynı saatte kalkıp, aynı saatte yattığı, aynı kadınlardan dayak yediği bir yurda… Ne babasından haber geliyordu, ne de aileden başkasından… Adımları tekrar hızlanmaya başladı. Nefes nefese kaldı şimdi. Aklına o gün geliyordu. Yurttan kaçtığı o gün… Şimdikine benzer bir heyecan ve özgürlük umuduyla kaçmıştı yurttan da… Ama sonrasında, o eve düşmüştü. Babasının bıyıklarına benzer bıyıkları olan, ama hiç de babası gibi iyi olmayan adamların göğüslerini sıktığı, kızlığını bozduğu o eve… Kendisi gibi bir sürü kadının çalıştığı, ekşimsi bir kokunun hakim olduğu o uğursuz eve… Nefes alışı sıklaşmaya başladı ve gözünde damlalar tomurcuklandı. Zor tutuyordu kendini. Bir mağazanın önünde durup, 20 yaşındaki genç vücudunu izlemeye başladı. Kıyafetinin altından görünen göğüslerini, bacaklarını, yanağını, ellerini… Hepsi yabancı görünüyordu ona. Aklına 14 yaşında, aynanın karşısında şarkı söyleyen, süslenen ve aynaya öpücük konduran kız geldi. Karşısında duran kadın, o değildi. “Fahişesin sen!” dedi usulca… Aynadaki kadına büyük bir nefretle bakıyordu: “Fahişesin sen!” Sanki küfrediyordu karşısındaki kadına… Büyük bir hınçla, sürekli tekrarlıyordu: “Fahişesin sen!” Sonra tekrar gözü ilişti, göğüslerine, bacaklarına, ellerine… En son, gözlerine değdi gözü. Kendi gözlerine… Ağlıyordu. Uzun uzun baktı, ağlayan gözlerine… Zorlukla açtı dudaklarını: “Fahişeyim ben!” dedi. Tekrarladı, üç kez, beş kez, on kez tekrarladı: “Fahişeyim ben!” Olduğu yere çöktü sonra, usulca ağlamaya başladı. Ondan başkası yoktu sokakta. O an ilk defa, biri laf atsın istedi. Hatta biri tutsun kolundan, çekip, zorla götürsün onu. Tecavüz etsin, sonra da sokak ortasına, paçavra gibi atsın onu. Gün ağarırken, usulca doğruldu çöktüğü yerden. Günün ağarışı umut vermiyordu ona. Gidecek bir yeri yoktu. Sığınacak kimsesi yoktu. Gerisingeri döndü geldiği yolu. Aynı eve doğru, yoldan geçenlerin, asfaltın, evlerin ve hatta adımlarının dahi farkında olmadan, yürüdü, gitti…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Osman Oğuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |