Matematiğe, yalnızca yaratıcı bir sanat olduğu sürece ilgi duyarım. -Godfrey Hardy |
|
||||||||||
|
"Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı Binayı kurar iken gördüm Leyla'yı Leyla başıma açtı türlü belayı" O kerpiç binalar yapılırken kadınlarımızda, kızlarımızda Leyla adı bile yoktu köyümüzde. Hüsneler, Ayşeler, Döndüler... vardı. Yukarıdan aşağıya köyün içinde o kadar yıkık duvarlı kerpiç ev kalıntısı var ki dayanamadım bunlardan birinin fotoğrafını çektim. Sonra dedim ki kendi kendime "Ben, bu yıkık duvarları konuşturayım; kendi öykülerini kendileri anlatsınlar." Sözü aldı ağzımdan yıkık duvar: "Ben bir yıkık duvarım. Bir ben değilim yıkık olan. Bana dayanan diğer üç duvar da yıkık. Yeni yapılırken de ne kadar keyifliydim. Köy mezarlığının yanındaki gölün kenarında kerpiçlerimi kesti sahibim. Dört gözlü kalıbın içine, kardığı samanla karışık çamuru attı. Kalıbı kaldırınca dört kerpiç ortaya çıktı. Yan yana sıralandı kerpiçler. Sığır dönüşü hayvanlar çiğnemesin diye kuruyuncaya kadar kerpiç sergisinin başını bekledi kerpici kesenler. Kurudu, yapılacağım yere at arabası ya da traktör vagonetiyle çekildi kerpiçler. Bu köyün insanları duvar ustalığından anlamazlardı. Göçmen ustanın maharetli elleriyle kayıldı üst üste kerpiçler. Harcımız da yine çamurdu. Çatı ne arasın o zamanlar. İnce, kalın direklerle örtüldü üstümüz. Sonra ot ve toprak atıldı dama. İçimizi, dışımızı o, uzun boylu Fettah Usta sıvayınca olduk bir köy evi. Öyle uzun boyluydu ki bu adam çoğu yerde merdiven bile kullanmazdı sıva yaparken. Şimdi yıkık duvarlar olduğumuza bakmayın neler yaşandı bizim dört duvarını oluşturduğumuz bu evlerde. Evlerin dört duvarı içinde, girişte mabeyin dediğimiz, odalara ve evliğe açılan bir genişçe aralık. Odanın biri sürekli oturulan yer olduğu için üç tarafına, içi taşla doldurulmuş yükseklikler yapılır; somya, kanepe yerine kullanılırdı bu kilimle, minderlerle, halı yastıklarla döşenmiş yerler. Bu odanın bir köşesinde de tabanı betonla örtülmüş, köylünün "hamamlık" dediği her tarafı açık banyo bulunurdu. Bizim dört duvar olarak oluşturduğumuz evlerin içinde, köy evlerinde yüklük, buzdolabı görevleri yapan "evlik" vardı. Serin, soğuk olurdu bu odalar. Bir tarafında yün yorgan, yatak kayılı olurdu bu evliklerin. Ayrıca kışlık yufka ekmek, kurbandan kurbana üzlüklere doldurulan kavurma(sızgıt), turşu küpleri de bu evliklerde saklanırdı. Nişanlısını, akşamları gizlice görmeye gelen köy gençleri de utana sıkıla, elleri kınalı nişanlıları ile bu serin odalarda görüşürlerdi. Acıkan çocuklarına bu evliklerdeki üzlüklerde korunan kavurma ya da çökelekle dürüm verirdi analar. Gün geldi, her kış akan üstümüzdeki o kara örtüler, damlar açıldı, yerine çatılar kuruldu. Kırmızı kiremitli çatılar. Köylü, toprak örtülü damlara iki köy öteden çora çekmekten kurtuldu. Biz duvarlar da yağmurdan, kardan daha az etkilenir olduk. Fotoğrafta sadece bizi, yani yıkık duvarlarını gördüğünüz ev Kekeç'in Ali amcanın eski evidir. Kırmızı yanaklı Ali emminin ilk eşi Hüsne teyze, kınalı elleriyle bu eve gelin geldi. Üç çocuklu gelinken, kayınbabasının yanında sesli konuşmazken daha, genç yaşta traktörle vagonet arasında kalıp geçti gitti bu dünyadan. Bu yıkık evin fotoğrafını çekince aklına geldi bizleri anlatmak bu satırların yazarının. Keşke Hüsne gelinin dramatik öyküsünü de tam bilse de anlatsaydı. Fotoğrafı yok; ama bu yıkık duvarları kalmış evlerden biri de aşağı mahallededir. O evde de bizi konuşturup "niye yıkık duvarlar olduğumuzu" anlatan yazarımızın Hüsne teyzesi otururdu. Türküler yakan, yanık sesiyle bu türküleri söyleyen, yoksulluk içinde yaşamış, tam da bolluğa kavuşup rahat edecekken hastalanıp yıllarca derdin sıkıntısıyla yaşayan Hüsne teyze. Öğretmen olan yeğeninin eşinin de çalışmasına aklı bir türlü ermemişti Hüsne teyzenin. "Senin yemeğini kim yapıyor? Mektebe aç mı gidiyorsun?" diye sorular sorardı. Türkü bile yakmıştı. Sanıyordu ki çalışan kadınlar evde yemek falan yapmaz. Şimdi bizi, yıkık duvarlarını gördüğünüz bu evde Hüsne teyzenin kocası Saat emmi (Sait) çobanlık yaparken ne yoksulluklar yaşanmıştır. Dolabında sakladığı, Nevşehirli çerçilerin çorap eskisiyle, yırtık naylon ayakkabı karşılığında sattığı kuru üzümü, leblebiyi çocuklarına gıdım gıdım verirdi Hüsne teyze. O küçük, kirli beyaz karton kutusuyla Rize çayı paketinden azcık atardı demliğe. Nerede şimdiki gibi çeşit çeşit çay? Ne Hüsneler, Hürüler, Ümüşler ve de Döndüler gördük biz, şimdiki gibi birer yıkık duvar değilken. Ne sevinçlere ne üzüntülere tanıklık ettik o dört tarafını çevirdiğimiz evlerin içinde. Kocasından olmadık yere dayak yiyen kadınların ağlayışını, doktora bile götürülemeden yatağında ölen yaşlıların inleyişlerini yaşadık. Niye o evler artık uçuntu oldu da bizler birer yıkık duvar olup çıktık? 1960'lardan sonra kasabalarda, kentlerde üçer beşer birleşip ev tutarak okumaya başladı bu köyün çocukları. İyi de okudular. Pek çok meslekten iş sahibi oldular. En çok da öğretmen yetişti. Okuyanlar işleri gereği memleketin çeşitli yerlerine dağılmaya başlayınca göç de başladı köyden. Bir de "Alamancılık" çıktı o yıllarda. Memleketimin kara yağız, o yaşa kadar askerlik dışında köyünden bile çıkmamış insanları trenlerle çalışmaya gittiler uzak el kapılarına. Zamanla eş ve çocuklarını da götürmeye başladılar. Birçoğu yerleşti kaldı uzak gurbet ellerine. Ekmek nerdeyse hayat da oradaydı. Tarlalara kadastro da gelince bölük pörçük olunca o bereketli tarlalar, çoğu sattı payına düşeni. Ankara'dan, Kayseri'den, Kırşehir'den...çeşitli kentlerden ev alanlar göçüp gittiler köyden. Evlerini bahçe duvarlarıyla çevirip, ağaçlar dikerek güzelleştirip köyde kalanlar da var; ama köyün pek çok insanı göçüp gitti. Boş kalan evler de zaman içinde, bakanı, oturanı olmayınca yıkık dört duvara dönüştü. Yıkık duvarların öyküsü de aslında köyün, köylülüğün de bir tükenişidir.Bizde, bu yıkık duvarlarda anlatacak ne yaşanmışlıklar var; ama şimdilik yeter deyip sözü bu satırların yazarına bırakalım." ........................................................... Tüm yazılarımı kendi söyleyişimle yazarken yüz elli hanelik köyümün nasıl elli haneye kadar düştüğünün öyküsünü, görünce etkilendiğim yıkık duvarların ağzıyla anlatmak istedim. Çünkü o duvarların oluşturduğu evler terkedilip viraneye dönerken aslında bir kültürün, yaşam biçiminin de tükenmişliğini anlatıyorlar. "Biz toprak damlı, kerpiç duvarlı Evlerde büyüdük Kışın sıcak, yazın serindi bu evler Öyle kendimize ayrılmış Odalarımız falan yoktu Alfabedeki yazıları geçtik Saman yapraklı defterlerimize Gaz lambasının soluk ışığında Lüks lambasının yanması bile lükstü Evimize konuk geldiğinde Okuduk, yazdık, büyüdük Kentlere göçtük Rahat yaşadık, yaşıyoruz Özlemini duyuyoruz o yoksunluk günlerinin Köydeki bir yıkık duvarı Gördüğümüzde" .......................................................................... Numan Kurt 17 Kasım 2010
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Numan Kurt, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |