Haydar, toprak yoldan çıkardı kamyoneti.
“Hasan, bir ara yüzün düştü. Patates kızartmasına döndü yüzün. Sararıp soldun?”
“Yok.”
“Kızgındın bana?”
“Ya bırak abi. İyiyim.”
“Aramıza şeytan girmesin, başka karanlıklar girmesin. Dök içini. Seni ne rahatsız etti? Yolun başındayız. Birbirimize karşı açık kalpli olmakta fayda var, anlaşamadığın bir tipsem basıp gidesin.”
Hasan, iyi bir cevap vermeliydi, uzun süren sessizliği boyunca düşünüp taşındı: “Can sıkan birine benzemiyorsun” dedi.
Hasan, köftesinin yenmesinden çok rahatsızdı ve can sıkan konuyu unutmak istiyordu, bu düşünceli ve hassas adam ya gerçekten osuruğun tekiydi ya da gerçek bir usta, rehberdi, bu düşünceli adam onun köftesini yemişse mutlaka bir haklı sebebi ya da başka bir şey vardı.
“Bir şeye canın sıkıldı sanki?”
“Evet, yorgunum, şöyle uzanıp yatsam iyi olacak, enerjim düştü. Bir şeyler yesem iyi olurdu.”
“Farkında olmadan canını sıkmadım, değil mi?”
“Yok abim.”
İri yarı adam bıyıklı, esmer, keskin yüz hatlarına sahip, çok sert görünüyor. İri bir yüzdü, insanın içine işliyordu. Bakarken dolu dolu bakıyordu. Bütün enerjisini, gücünü sanki bakışlarıyla bırakıyordu. Tek kelimeyle etkileyiciydi. Babacan görünen bir tılsıma d sahipti bakışları
Araç asfalt yoldan çıkıp toprak yola girdi, orman içinden ilerledi, orada bir noktada durdu.
Haydar kamyonetten indi.
Gel dedi, Hasan koptu geldi, kasada üç bidon var. Getir onları.
Haydar durmadı ve ilerledi, Hasan bidonları kapıp ona yetişti. Ormanın
İçinde bir noktaya geldiler. Burada bir çeşme vardı, su yosunlu yalağın içinde birikiyor ve taşıyordu.
Sen doldur onları, dağ suyu çok güzeldir. Kamyonete yükle.
Hasan işe koyuldu ve Haydar gözden kayboldu.
Bidonun teki herhalde 25, 30 kilo vardı, Hasan çok zorlandı, deyim yerindeyse götü çıktı.
Etrafa bakındı, Haydar görünmüyordu.
“Haydar abi?” diye seslendi.
“Gel gel” dedi ses, yakından geliyordu.
Haydar, bir ağacın arkasında çimene uzanmıştı. Ağaçların arasından gökyüzünü izliyordu, ellerini ensesinden birleştirmişti.
“Dalda asılı duran poşeti alıp içine bak.”
Hasan, dala uzandı, poşeti alıp açtı: Bu yemeyi deli gibi arzuladığı ekmek köfteyle doluydu.
Şaşırdı, hayatı o noktada durdu, dondu kaldı. Haydar’a bakarak.
“Seninkini yanlışlıkla yedim. Benimkini de sen ye. İçine çok fazla köfte koydurmuştum.”
Hasan, çimene oturdu ve ekmeğe yumuldu. Vay canına, adama boşuna kızıp kırılmıştı!
“Ekmeğini yedim diye çok bozuldun, bakışlarınla yedin beni Hasan.”
“Özür dilerim abi, bakışlarım canını sıktıysa.”
“Diyelim ki kasıtlı olarak köfteni yedim, ne olacak, çok kötü bir şey mi yapmış olacağım?”
“Hayır.”
“Şuradan bir ayı çıkıp gelip üstüme hücum etse ne yaparsın?”
“Bilemem.”
“Beni savunmaz mısın?”
“Yakala, kıs kıs deyince saldıran köpeğin değilim ki.”
“Onu kastetmedim. Ama seni işe aldım, ayının beni yemesini seyreder misin? Korkakları hiç sevmem bu arada.”
“Kimin korkak olup olmadığını gerçek bir ayı saldırırsa ikimize görürsün bence. Konuşmak kolay Haydar abi. Ayrıca korkakları ben de hiç sevmem. Ayı saldırırsa sana alçak gibi kaçmam herhalde, bağırıp çağırıp dikkatini çeker yerden bulduğum taş gibi şeyleri atarım büyük ihtimal.”
Haydar, keyifle güldü. Dobra sözler çok hoşuna gitmişti.
“Hasan, ekmek olayında olduğu gibi, işler ters giderse hemen hakkımda kötücül düşüncelere kapılıp şerefsizin teki olduğumu düşünmezsin umarım.
Bu sana bir ders oldu mu?”
“Oldu tabi; ama şerefsiz olduğunu düşünmedim.”
Hasan, dünyanın en mutlu insanıydı, açlıkla mahvolan midesi doluyordu ve yiyecek daha çok köfte vardı. O kadar iyi hissediyordu ki, gücü ve zihni yerine gelmiş bu adamın senelerde kölesi olabilirdi bu yemek uğruna.
Onun için taş taşırdı, çekiç ve murçla dağı delerdi aşılmaz kayaları aşardı, onun için ayıyla kapışır ve ölürdü, canın çok yakmıştı köfte olayı, evet, yememişti, yememişti, ve ona içi çok fazla köfte dolu kendi ekmeğini vermişti, bu bir sihirdi!