Sarı kamyonet güzel manzaralar arasından dağ yolunda tırmandı ve platoya çıktı. Burası dümdüzdü, Hasan’ın aklı başından gitti manzaraya bakınca, daha önce böyle vahşi bir güzelliğin içinde hiç bulunmamıştı, her bir detayı keşfetmek, tanımak için heyecan duydu. Burası çeşitli bitki ve ağaçlarla doluydu, o ilk kaldığı evi hatırladı, belediyeye ait ormanın içindeki kamp evi. Duygulandı, düşünmeye devam ediyordu ve nerdeyse gözleri yaşaracaktı, sonunda talih yüzüne gülmüş gibi hissediyordu, yer harikaydı ve patronu ise namusluydu, yani hem kendi hem de onun hakkını koruyan biriydi, böyle adamlar çok nadirdi hayatta ve bu adam namuslu olmanın ötesinde, üst düzey bir kafaya, ruha sahipti belli ki. Aşağı yukarı anlaşabildiği birisi olması çok iyiydi, tabi herkes gibi berbat yönlerini gizliyor olmalıydı, belki de çok iyi görünen ama çekilmez biriydi, öyleyse basıp giderdi buradan.
Haydar, dalgın gencin bir omzuna dokundu ve sıktı, “geldik işte!”
Hasan’ın omzu çok acıdı, ne kadar güçlüydü elleri. Omzunu ovuşturdu.
“Acıdı mı?” dedi, Haydar güldü, “burada çalıştıkça benim gibi güçlü ellere sahip olacaksın, çelik gibi olacak bütün vücudun, sana on kişi saldırsa yıkamayacaklar seni yere.”
Haydar, Hasan’la ağaçların arasından ilerliyordu, ufak yol bellerine kadar uzun otlarla doluydu.
“Şu otları biçersin bir ara. Burada huzur bulacaksın.”
Çok eski, hatta haraptar kulübe önüne geldiler, araç patikanın aşağısındaydı, buraya sadece yürüyerek geliniyordu. Ve eski kapıdaki kilit yerine kullanılan teli açtı adam, “gel evlat” dedi, “gir içeri.”
Hasan korktu, bana kötü bir şey yapar diye. Bir kırık penceresi vardı barakanın, bu baraka mısır kurutma kulübesine benziyordu, köylerde çok vardır bunlardan. Daha çok avcıların avlanma alanına yakın yerde çay içip yemek yediği barakaya benziyordu burası.
Hasan, adama yanaştı ve içeri baktı, içerisi örümcek ağlarıyla tozla kaplıydı.
“Ne iş yapacağım abi?”
Haydar yanıt vermedi. Arkasını döndü ona. Rafları karıştırıyordu.
“Ne iş yapacağım abi?”
İri adam yamuk ve kararmış çaydanlığın demlik kısmını attı Hasan’a.
Demlik Hasan’ın kafasına çarpıp yere düştü.
“Abi ne yapıyorsun yıaaa?!”
“Yakalarsın diye ummuştum. Her an her şeye hazırlıklı ol ve asla plan yapma! Pes etme!”
Hasan’ın en inandığı şeyi nasıl bilmişti: “Yılma! Pes etme hiçbir zaman!”
Hasan, fena acıyan başını okşuyordu.
“Acı geçti mi?”
“Yok be baba, hemen geçer mi? Kasıtlı mı yaptın?”
“Olur mu canım, dikkat edersen çaydanlığı sana dikey açıyla zınk diye atmadım, çaydanlık yukarı bir açı yaptı sanırım, arkam sana dönüktü ve görmedim bile. Dikkatin bende olmadığı için göremedin gelen çaydanlığı ve yüzüne geldi. Bir gözün bende olsaydı keşke, olmalı.”
“Etrafı inceliyordum.”
Haydar, bir süre daha şiir yazar gibi konuşup durdu, sorunu çözümledi.
“Ya normalde bu adama dalardı, iterdi belki, yere düşürürdü, can acısıyla fırlardı üstüne. Ama o kadar zarif ve ince savunma yapıyordu ki; Hasan ses edemedi. En başında böyle bir olay gerçekleşseydi sessiz durmazdı, onca diyalog ve yol arkadaşlığı vardı ortada.
Nerdeyse o acıyla ağzından birkaç ağır küfür çıkacaktı, neyse ki ağzını tutmuştu.
Haydar, rafı karıştırmaya devam etti.
Çaydanlığın su kaynatma kısmını arıyordu.
“Abi ne iş yapacağım?”
Haydar, yanıt vermedi.
“Abi ne iş yapacağım?”
Haydar, ona döndü, sesini iğrenç bir tona sokup şöyle dedi: “Abi ne iş yapacağım?”
Hasan, güldü.
“Neden güldün, çok mu hoşuna gitti.
“Çok komik söyledin de.”
“Ben ciddi bir iş insanıyım, hani gazetelerde denir ya, bilmem ne iş insanı, zengin yani, burjuva yani, bu deyişe sinir olurum. Ben ekmeğinin peşinde biriyim ve hiç durmam, bu daha güzel bir tanımlama. Ve iş insanları işçileri sömürüp durur ve tazminatsız işten atar ve işçi sakat kalırsa bin türlü numara çevirir ve kendilerini haklı göstermeye, suçu işçinin üstüne yıkmaya çalışırlar, tazminat vermemek için, ülkedeki tek şeytan zenginlerdir, bunlar yüzünden bütün fakirler ve diğer herkes köle olarak kalır, kalacaktır, zenginler fakirlerin gelişmesini asla istemez, onlara az maaş vermek için çırpınırlar.
Soru sordun cevap vermediğime göre soruyu tekrarlamanın anlamı yok ki.”
“Sormak hakkım. Belki birini öldürdün ve cesedi parçalamak için bir adam lazım sana.”
Haydar güldü: “Kaçık bir mizah anlayışın var, sevdim. Ne iş mi yapacaksın, ben ne iş verirsem, ayrıca iş bulduğuna şükret. İn mi cin mi olduğunu bilmiyorum, zırt işe aldım seni, sorgu sual etmedim, sabıka kaydını istemedim. Belki de birini öldürüp karşıma çıkan sensindir. Belki de başka ciddi suçlar işledin ve kaçıyorsun.”
“Haklısın abi, kusura bakma, iş bulmanı heyecanıyla sordum ne iş yapacağım diye. Burasını çok sevdim.”
“Bu berbat bakarayı da mı?”
“Başımı sokacak bir dam varsa şükrederim.”
Öyle değildi ama öyle konuştu.
Bundan perişan yer yoktu hayatta.
Ama bu acınası yeri düzeltebilirdi.
Haydar bir çuval içinde yığılmış kap kacak içinde araştırma yapıyordu, çaydanlığın alt kısmını arıyordu, sonunda buldu, sevinçle bağırdı: turnayı gözünden vurdum, sıra sende hasan!
Hasan’a yüzünü dönmedi ve basket atar gibi attı çaydanlığı, “sakın yere düşürme. Kutsal kaseden daha değerlidir bu.”
Hasan, hazırlıklı değildi. Üstüne gelen nesneyi göğsüyle karşılamaya karar verdi; ama geç davranmıştı, pencereden manzarayı izlerken; “burada çay içip kahvaltı yaparım” diye düşünüyordu.
Onu top gibi aşağı, bir ayağının üstüne getirecek, bir kez zıplatıp yakalayacaktı.
Ne var ki Haydar’ın attığı nesne kısa düştü ve Hasan; “mutlaka yakalamam lazım” diye uzattı ayağını, ayakkabısının ucuyla yakalamak isterken tekme çakmıştı çaydanlığa.
Çaydanlık tiz bir ses çıkararak fırladı ve Haydar’ın bir kulağına isabet etti.
“Ne yaptın?! Anasını öptüğümün bilmem ne çocuğu!”
Acıyla inleyerek yere düşmüştü.
“Çok özür dilerim canımın içi abim. Bilmeden oldu.”
“Seni zavallı hasta pislik! Bilerek yaptın!”
“Olur mu öyle şey abiciğim, bana ekmek vereceksin, ekmek yiyeceğim ele sıçar mıyım?”
Haydar, acısını unutup güldü: “Ama…” dedi.
Hasan bastırdı; “her an her şeye hazırlıklı ol, demedin mi az önce?”
Haydar; “haklısın” dedi,
ayağa kalktı, çok sinirliydi, küfür edip duruyordu şansına.
Hasan’a çatmak istiyordu; ama genç adam karşı konulmaz bir savunma yapmıştı, “sanırım senle anlaşacak gibi duruyoruz. Kulübenin güya mutfak kısmında araştırmaya devam ediyordu: “Bu bulaşık teli, nenemin tarla kokan tarihsel paçalı donu gibi olmuş, bulaşık yıkarsın. Bunlar gelenler. Soğan patates soyarsın bu şu kaplarda. Çay kutusu bu. Bu şekerlik. Artık sevin.”
Hasan, kendini felaketzede gibi hissetti, “çer çöp olan şeyleri hazine gibi parlak görüyor bu herif” diye düşündü, “At çöpe gitsin, ne uğraştıracaksın bunlarla. Alırsın yenisini.”
“Ne için abi?”
“Anlamadım.”
“Sevin dedin de bunu anlamadım, ne için sevineceğim?”
“Şebekeden bağımsızsın. Elektrik doğal gaz faturası yok. Hiçbir fatura yok. İnsanların ağız kokusunu çekme derdi yok.”
Hasan, hissettiğini demeden edemedi: “Abi burası bitik harap. Köpeği bağlasan durmaz burada.”
Haydar, hemen köpek gibi dört ayak üstüne geçti, yavru köpek gibi havladı birkaç kez, şöyle dedi; (sesini çocuklaştırıp): “Aaa! Bir kulübe, tam benlik!” Yavru köpek ulumaya başladı, “yağmur yağarsa, rüzgar eserse artık kalacak bir yerim var, otların arasında yatmaktan kat kat iyidir, hiç yoktan iyidir, burada idare ederim, hım, artık yemek de verir Haydar denen osuruk herif, canım abim, ekmek elden su gölden yaşar giderim, karşılığında da burayı korurum tabi, beni takarlar herhalde. Büyüyeceğim.” Havladı. Hırladı.
Hasan, gülüyordu.
Haydar, ayağa kalktı ve adam formuna girdi: “Ne gülüyorsun?!’”
Hasan, gülmesini durduramıyordu, ilk defa kendini bu kadar gülünç ve acınası duruma sokan koca bir adam görmüştü.
Haydar şöyle dedi: “Az önce yavru bir köpek geçiyordu, ve burayı çok sevdi, gözlerinle gördün, burada kalabilirim dedi. İnkar edemezsin. Yani buraya köpeği bağlasan durmaz demen boşa çıktı.”
Hasan, karşı bir şeyler diyecekti; ama şöyle dedi: “Haklısın. Yavru köpek haklı.”
Eski şeyleri hor görmemelisin. Buna ezikçe konuşma denir. Tepeden de bakma. Bu kulübe yüreğinde ne müthiş anılar saklar. Haberin yok. Alçal ve onun ruhuna gir. Büyülü hissedeceksin. Yanlış hatırlamıyorsam seni Salim yolladı çalışman için. Şey buldun da kıllısını mı arıyorsun derler kıymet ve takdir etmesini bilmeyene.”
“Orası doğru da.”
Haydar, ona yanaştı, bir eliyle onu enseden kavradı ve kendine çekmek istedi.”
“Ya abi ne oluyor?!”
“Seni öpeceğim.”
“Olmaz abi! Git işine!”
Haydar güldü.
Hasan, dudağını korumak için başını eğmek istiyordu; ama Haydar güçlüydü.
Enseyi sıktı. Eli mengene gibi güçlüydü.
“Direnme; çok fazla sıkarım. Rahat bırak kendini. Korkma benden.”
Hasan, direnişi bıraktı mecburen.
Haydar, enseyi kendine çekti, eğildi ve Hasan’ın alnı Haydar’ın alnına değdi. Haydar, şöyle dedi: “Alnım çok güçlüdür, alnım alnını öptü! Alın enerjimi sana aktardım. Kem küm etmeyeceksin. Lami cimi yok; çalışmaya geldin! Çalışmayacaksan basıp gidersin!”
Çok matraktı bu adam; asla tersine giden şeyler yapmamaya karar verdi, böyle bir adamı kırk yol arasa bulamazdı, kaderi, şansı sayesinde bulmuştu sonunda.
“Ne iş verirsen aç ayı gibi tır gibi atılacağım Haydar abi, seni hayal kırıklığına uğratmayacağım.
Haydar güldü: “Aferin sana evlat! Sevdim seni!” Yüzünden kahkaha eksik olmasın. Geçinip gidelim gül gibi. Birbirimizi hiçbir zaman incitmeyelim.”