Sabah serinliğini hissetti, esintiyi, kokular sarhoş ediciydi, buranın sabah kokusu bambaşkaydı, toprak kokusuyla harmanlanmış çiçek, ot, ağaç kokuları. Kuş sesleri duydu.
Hasan, kulübenin etrafını dolaşacaktı, caydı; çünkü upuzun otlarla kaplıydı, Haydar, buradan ilerlese iz bırakırdı, otlar yatardı.
Seslendi, Haydar’dan yanıt gelmedi, Hasan kulübe yolunda ilerledi, uzun otların gövdesini sardığı bir ağacın altında zorlukla fark etti Haydar’ın başını; “Haydar abi?” dedi telaşla yanaştı. “Haydar abi. Haydar abi iyi misin?”
“Ya bağırıp durma be oğlum!”
“Koyun gibi uyuyup kalmışsın abim.
Haydar toparlandı, sigara yakıyordu, başını çevirip ona ters ters baktı.
“Bozulma abi, çivi gibi kalkarım sabahları dedin ya, uyuyup kalmana şaşırdım. Öldün sandım.”
“Yarın sabah kalk dedim ki zıpkın gibi kalkacaksın! Anlaştık mı?”
“Tabi ki anlaştık. Kusura bakma kalkamadım.”
“Seni beklerken içim geçmiş.”
“Al şunu” dedi, otların arasından siyah poşeti alıp uzattı.
“O da nesi, çantada ne var?”
“Bomba yapım malzemeleri.”
Güldü: “Yok ya.”
“Bu çantaya benziyor mu?”
“Lafın gelişi dedim.”
“Bu çanta değil; poşet Hasan! Beni sinirlendirme. Arada devasa bir fark var!”
“Kızacak ne var; sakin ol lütfen.”
“Amcık ağızlık” dedi içinden.
Hasan, poşeti alıp içine baktı.
“Abi burada dediğin gibi bir şey yok. Şakaydı. Kızma.” Ona baktı.
“Üç patates var. Ve şişe.”
“Yemeğin.”
“Şişedeki ne?”
“Çok lezzetli ve besleyici. Aç iç. Önce haşlanmış patateslerden başla.”
Hasan, ona baktı sıkıntı hissederek.
“Çay yok, yumurta yok, ekmek yok, domates, salatalık yok. Zeytin yok. Bu nasıl yemek yahu!?” dedi içinden.
“Abi şişenin içindeki sıvı nedir?”
“Tadına bak.”
“Abi söyle önce?”
“Tadına bak diyorum!”
“Abi bana yanlış bir şey içirme şaka olsun diye!”
“Çok uzun etme de iç şunu, ne olduğunu anla. Aksi halde patatesleri de alırım; aç kalırsın! Amcık herif!”
Hasan, şişeyi açtı. Kokladı.
“Abi bu garip kokuyor. Adı dilimin ucuna geliyor; ama çıkaramadım.”
“Bir yudum al.”
“Nedir bu?”
“Bak lezzetli çıkmazsa oyarsın beni, hatta etek giyer eşek gibi anırırım.
Ama lezzetli çıkarsa aynısını sen yaparsın; anlaştık mı?”
“Haydar abi; çok pis kaybedeceksin.”
“Dene.”
Hasan, bir yudum alır almaz püskürttü sıvıyı.
“Amcık ağızlı herif! Bu iğrenç bir şey! Bir kısmı mideme gitti. Mazot içmiş gibiyim. Al bir de sen dene. Yok deneme. Abi bu ağız temizliğinde kullanılan gargara! Bunla kafa bulmayı deneyen bir salak tanıdım, nerdeyse zehirlenip geberecekti.”
“Hadi ya! Sersem; yalana atma!” dedi, aldı şişeyi, az içti ve püskürttü.
Küfür etti.
“Yaaa of, gargara şişesine kara üzüm pekmezi koymuştum, boştu şişe, yarısına kadar dolu olanda gargara sıvısı vardı. Karıştırmışım şişeleri alırken. Kusura bakma.”
Hasan, Haydar çok kaba bir söz sarf etmişti, kızacak diye korkmuştu, atmosferde kaynayıp gitmişti anlaşılan etkisi. Ve ona anlaşmayı hatırlatacaktı, caydı, haşlanmış patatesleri yiyordu, tuz yok mu?
Haydar, gülümsedi: “Çantaya bak.”
“Poşet bu abi, neden poşete çanta diyorsun anlamadım, bu bir poşet!”
“Parlama bana da yemeğini bitir! Laf oyunlarını bırak bence, enerji lazım olacak sana, o güzel enerjini beyin enerjini bana laf yerleştirmek için harcama derim. Sen çanta deyince karıştırdım. Ya da bilinçli olarak çanta dedim, ha, en basit şey için dakikalarca konuşacaksak, diyalog uzayıp gidecekse seni konuşman için işe almış gibi olacak, sana konuşman soru sorman için para ödeyemem, görünürde tek iş yapmadın henüz. Çok düşünüyorsun, çok soru soruyorsun gereksiz yere. Ayrıca bana güven.”
Konuşunca yoruluyor musun? Elbette bazı sorular sorarım, senin güvenilir biri olup olmadığını zamanlar anlar çözerim seni.
Haydar güldü: “Sen mi beni çözeceksin? Çömez! Senin hacmin kapasiten ne ki? Ne acılar yaşadın? Kaç yaşındayım bilmiyorsun. Büyümen gerek; daha çocuksun!”
“Çocuğum ha? Diyalogu uzatan sensin Haydar abi. İçimden geçeni demesem olmayacak. Diyorum ne var bunda? Dalkavuğun ya da şamar oğlanın değilim. Her neyse.”
“Yemeğini ye.”
“Zaten yiyorum, yalnız böyle gangıster gibi konuştun mu olmuyor Haydar abi, ben insanım, kalbimi kırarsan iyi şeyler olmaz. Sersem deyip durma, hiçbir şeyden anlamayan malın tekiymişim gibi konuşma bence.”
“Haklısın. Aldırma. Benim ağzım neye benziyor, bir laf etmiştin? Onu bir tekrar et bakalım.”
“Yanlışlıkla ağzımdan kaçtı, özür dilerim Haydar abi.”
“Sürekli anlaşan uyumlu tiplerden; özellikle ‘aşkım’ diye konuşan çiftlerden nefret ederim, tabi biz çok iyi anlaşacağız diye bir şey yok, kavga mutlaka olacaktır, bunun da bir adabı vardır.”
“Seni anladım; ama bir sevgilim olsa ve sık sık bana ‘aşkım’ dese çok hoşuma giderdi. Çok yalnızım.”
Haydar, gülümsedi: “Belki burada bir sevgilin olur, belki de evlendiririm seni.”
“Şaka yapıyorsun?”
“Ciddiyim. Ama düzgün biriysen, iyi çalışırsan tabi. Seni cidden seversem.
Hasan, hemen onun yanına fırlayıp ona sarılmak istedi, yapamazdı; ama ruhu yaptı bunu, sarıldı ona kalbiyle.
“Bak Hasan, adamın biri var, çakmakçı, 80 santime iki metre genişliğince ufacık dükkanı var, dükkana yan dönüp girebiliyor, bu adam 40 senedir çakmakçı, 2 erkek ve bir kız evladı var, onları eğitip yetiştirdi, evlendirdi, ufacık dükkanda namusuyla çalışıp durdu, evlatlarıma yasa dışı lokma yedirmedim, sabrettim, işimi hep sevdim diyor, nice mekan sahipleri var, koca koca fabrikalar, para kazanamadığı için batıyor; çakmakçı adam işini her gün aşkla yaptığından söz ediyor, her gün işe sanki ilk gün gider gibi gidiyor, her türlü çakmağı tamir edebiliyor, adama kargoyla yurt dışından çakmak geliyor, çakmağı tamir edip kargoyla yolluyor, yani adamın iyisi böyledir, böyle bir kan, damar varsa senin için neler yapmam; çakmakçıyı ufacık dükkan deyip küçümseyebilirsin. Ama adam bence mükemmelliği ve yenilmezliği bulmuş.. Sana böyle küçük bir yer verseler beğenmezsin, asla yapmazsın bu işi, para kazanılmaz dersin. Utanırsın. Sevgilin olsa ona çakmakçıyım dersen seni kabullenemez, çevresi ne der? Diyelim kabullendi; kızın ailesiyle tanışmaya gitsen, aile bu çakmakçı parçası evi geçindiremez, kızımıza bakamaz, işsizim diyeceğine bizi kandırıyor diye düşünür, sana kız vermez kimse…
Kendini en yükseklerde, en güzel kızlarla, şahane yerlerde hayal edersin değil mi?”
“Çok iyi dedin Haydar abi.”
“Tamam, o adam eski nesil, eski toprak, senin onun gibi olman belki imkansız, belki de değildir, belki de onu aşacak bir potansiyel vardır sende, onun sahip olduğu şey ruhunda varsa, kalbinde varsa, o şeyi yaratıcı sana yerleştirmişse mutlaka ortaya çıkar er ya da geç ve yaratıcı sana kim bilir neler, ne cevherler yerleştirdi, her neyse, o adamdaki şeyden azıcık bir parça, bir kıvılcım varsa sende; bu bize yeter, ona yaklaşan kıvılcım tanesi. Tabi hayat gerçekleri yaşayan için zordur, mesele onları aşmayı öğrenmek ve dayanıklı olmayı geliştirmek sürekli olarak. Yani kendinle savaş, gölgenle yarış etmek gibidir bu. Hayatta tek düşmanın vardır, kendin. Kendini aş. Bunu yapmayı öğrenmelisin. Acı çekerek ve tepe takla düşerek en büyük sıçramaları yaparsın hayatta, aşılamaz görünen engeller, zorluklar çıkacak karşına. İşte mücadeleyi kutsal say. Rahatta ve huzurluyken hiçbir şey bulamazsın. Acı çekerken, kanlı bir mücadele içinde gizemli derindeki kaynaklarına erişirsin. Seni uyandıran ve geliştiren şeyleri acı hissettiğinde keşfedersin. Yani zor adamı adam eder.”
“Aynen öyle abi.” Dedi hasan başını sallayarak, moral verici sözler karşısında ne dese boştu, hiç tanımadığı adamın onunla çok yakınıymış gibi ilgilenmesi çok hoşuna gitmişti, kendini değerli hissetti ve kimse ona böyle hissettirmemişti, iyi hissettiren ise çok nadir çıkardı.
Haydar’ın bakışlarından üzüm salkımı gibi ya sürüyle uçan beyaz güvercin gibi savrulan şey, iyilik dolu enerji, iyilik Hasan’a geçmişti.