"Kitapları yakmak yetmez. Önce okumuş olmanız gerekir." - Stanislaw Jerzy Lec"

Kızların Alevden Yalnızlığı 16, Herkesin bir yarası

yazı resim

Üç saat geçmişti, kan ter içindeydi ve tişörtü terden ıslanmıştı, üstü çıplak çalışıyordu, ara ara dinleniyordu; ama adeta canı çıkıyordu, çok susamıştı ve ayı gibi acıkmıştı. Haydar denen mankafa nereye kaybolmuştu, ‘içmek için yanına su al’ neden dememişti, ayrıca iki haşlanmış patates insana ne kadar enerji verir ki! Adi herif hiçbirini düşünmedi mi, düşündü tabi, onu deniyordu ve hasan pes etmeyecekti. Çift ağızlı Kazmayı toprağa saplanıp saplayıp çıkarıyor, gevşeyen toprağı kürekle alıp dışarı atıyordu, mezar yeri kazmak gibiydi bu iş, ama sık sık iri ve keskin kenarlı taşlar, kaya parçaları çıkıyordu karşısına, onları çıkarmak zordu, tam baş belasıydılar. Ve kazmayı savurdu göğe doğru, “Haydar denen göt herifin anasını avradını… yedi sülalesini…” Bastı gidiyordu, geri döndü, sarı tişörtünü giydi, ormana daldı, orada bir yerde mutlaka bir dere vardı, perişan vaziyette ormanın içinde ilerledi uzun süre. Dere mere yoktu, yolunu kaybetmemek için nereden geçtiğini kaydediyor, dalları kırarak işaret yapıyordu, Haydar’a küfürler yağdırıyordu tabi ki. Bu kadar insafsızlık olmazdı; ama zaman gelecek bunun hesabını ondan elbet soracaktı, gözleriyle çevreyi araştırıyor, yiyecek bir şeyler bulmayı umuyordu.

Delirmiş gibi bağırıp çağırıyor ve küfürler ediyordu, bir öfke patlaması yaşıyordu ve açlık daha kuvvetliydi, gücü tükeniyordu, oturdu yere, ağaca yaslandı ve ağlamaya başladı. Bir patlama gibiydi, ağlamayla o nefret de su gibi akıp gitti içinden ve kendini ferahlamış hissetti, kafası yerine geldi ve sakinleşmişti, pes etmeyeceğim ne yaparsa diye söylendi ve ağaçların arasında ilerlemeye başladı, perişandı, zor yürüyordu, sarhoş gibiydi, kan şekeri düşmüştü, epey ilerledi yavaş da olsa, başını bir tarafa çevirdiğinde
Armut ağacını fark etti, aniden fark etmişti onu, eğer başını çevirip o tarafa bakmasaydı yanından geçip gidecekti. Yerde arılar çürüyen ya da yeni çürümeye başlayan armutların üzerindeydi bal ve eşek arıları besleniyordu, bazı armutlar sağlamdı, yumuşamıştı ama yenecek türdendi, ilk yediği armut sihirliydi, peş peşe devam etti, gücü bir anda yerine gelmişti. On armut yemişti, bunlar ufak değildi avucunu dolduruyordu, “salak herifler bunlar neden toplamadılar ki, ziyan olup gidiyor” diye söylendi, eğilip armutları toplayıp yerken bir çıtırtı duydu ve o tarafa baktı, bir şey göremedi; ama ilerde ağaçların arasında bir yapı vardı, o tarafa ilerledi, burası eski bir köy eviydi, tek katlıydı. Tam girişine geldiğince, içeri gireceği sırada kapının kırık aralığından ona bakan bir çift göz gördü, korkuyla geri sıçradı, kapı hemen açıldı ve bir zombi vardı karşısında, bu korku filmlerindeki gibi kireç gibi beyaz suratlı çok yaşlı bir adamdı, Hasan kaçıyordu, “kaçma namussuz! Nereye? Gel hoşbeş edelim” dedi yaşlı adam. Hasan dönüp baktı, onu bir hayalet sanmıştı. Adam eliyle gel diye işaret yapıyordu. Yavaşça ona yaklaştı. Gerçekten de adam tıpkı bir zombiye benziyordu.
“Ne arıyorsun burada. İn misin cin misin?”
“Geçiyordum su arıyordum, çok açtım, armut yedim.”
“O ağacı ben diktim. Ormana gelenler yesin diye. Dua alırım diye.
“Büyük iş yaptın dedem, senin için bir şey yapmam lazım. Sana borçluyum. Öl de öleyim.”
Güldü ihtiyar mutlu biçimde, neşe sardı buruşuk ruhani suratını: “Kimlerdensin?”
“Haydar abi var; onun çalışanıyım.”
“Bizim molotof Haydar mı?”
“Renkli gözlü, heybetli, sarı kamyoneti var.”
“İyi. Yemek vermedi mi?”
“İşi çıktıysa. Belki gelemem demişti.”
“Gel benle” dedi, “ben de mantar topluyordum, eski eve bir bakayım dedim, burada yıllarca yaşadık çocuklarla. Hatıralarımı tazeledim.”

Yarım saat yürüdüler ormanda.
Yaşlı kadın evin bir yanında küçük bir odada, üstü teneke, yanları tuğlayla kapalı, büyük kısmı açık kümes gibi yerde saçta yufka pişiriyordu.
“Hemşire” dedi karısına, “bu çocuk aç, ona yufka ver.” İçeri gitti yaşlı adam saklama kabında bir şeyler getirdi.
Yaşlı kadın kalın yaptığı yufkayı pişirdi ve üstüne altına tereyağı sürdü, içine köy peynirini koydu ve sarıp uzattı Hasan’a,” elin yanmasın ben alışırım oğul.”
Nene Hasan’la sohbet ederken yaşlı adam tepside çay dolu bardaklarla geldi. Su bardağına koyduğu çayı uzattı, kendi çayını aldı. Hasan o tereyağlı yufkayı yerken adeta kendinden geçiyordu, utanarak dedi ki; “Nenem iki tane daha yapar mısın? Açlıktan öldüm.”
Daha önce böyle bir sihirli yemek hiç yememişti. Bu yiyeceği sonsuza dek yiyebilir, başka şey istemezdi ve yanında çayla mükemmelliğe, kozmik seviyeye ulaştı aldığı lezzet.
Hasan, üçünü de bitirdi, Yaşlı kadın üç tane daha yapıp verdi, Hasan oradan kutsal bir minnettarlık hissiyle ayrılmadan onların elini öptü ve onları kucakladı, yeryüzünde böyle iyi insanlar kalmış mıydı?
Hasan işinin başındaydı, yaşlı çiftten bir bidon ayran da almıştı, işe koyuldu.

Saatler geçmişti ve yaklaşık bir saat sonra gün batacaktı, Hasan çok yorulmuştu ve işi bıraktı, bir süre Haydar’ı bekledi, uzun bekleyişti, kalkıp yola düştü.

Hasan, hava karardığında kulübeye varmıştı, tabut gibi hissediyordu kendini, yatağa uzandı ve yüz üstü yattı. Bu iğrenç yatak ona cennet huzurundan öte bir huzur ve rahatlık vermişti, birkaç dakika içinde derin bir uykuya daldı bebekler gibi.

Gün doğmamıştı ve Hasan Haydar’ın kendi kendine konuşma seslerini duyup uyandı, “kimsin?!” diye sordu.
Hemen dışarı çıksan iyi olacak; “aksi halde kafanı patlatırım” diyecekti, demedi.
“Benim ben Haydar, başka kim olacak? Güldü.
Harika bir sabah evlat. Ekmek parası kazanma zamanı! Bu muhteşem sabahı kaçırmamalısın.”
“Ne diyor bu geri zekalı” diye düşündü, çok kızgındı ve şöyle dedi: “Sabahın köründe iş mi olur?”
Haydar, neşeli biçimde güldü: “Nasıl geçti şebekeden çok uzak ilk gecen? Şehir delirmekten beterdir. Kurtuldun Hasan. Şükret başını sokacak bir çatın işin var.”
Onu taklit etti: “Nasıl geçti şebekeden çok uzak ilk gecen?”
Haydar güldü.
Aslında Hasan onun yüzüne küfürler yağdırmak istiyordu ama adam neşe saçıyordu, iyilik saçıyordu, sempatikti ve alttan alan tavrı besbelliydi ve bu yumuşacık şey Hasan’ın nefretini, sabah huysuzluğunu kırıp eritiyordu. Böylece Hasan’ın kafası yerine geliyor, idrak merkezi son sürat alarmlar çalarak onu kendine getiriyordu, köpek gibi uyumanın kimseye faydası yoktu ve adam haklıydı. Bu adam kırılmazdı.

Haydar ona yaklaştı, karanlıktı zifiri ve sis vardı, Hasan yatakta oturuyordu ve ayaklarını çıkarıp yere koydu, Haydar onun yanına geldi, omzuna dokundu, sigara yaktı: “Bu hayatta en zor şey yalnız olmaktır Hasan, ben de yıllarca yalnızlık acısı çektim, bu aşk, sevgi dedikleri şeyin de yalan olduğunu anladım, çok adam tanırım, yaşları ilerler, 50 yaşına gelince dertler başlar. Hatta kırk yaşında başlar derler, 30’ların sonunda, ilk kez açık saçık dergiye bakınca kadınların o sefil haline görünce dünya başımın üstüne yıkıldı, nasıl bir iğrençlikti bu, çok büyük hayal kırıklığına uğradım, kızlar yalan dedim kadınlar yalan, yaş ilerler ve boşanmalar başlar, hastalıklar başlar, hiç hesapta olmayan şeyler ortaya çıkar, büyülü ve hiç bitmeyecek diye düşünülen aşklar evlilikler biter. İşte o zaman insan ayılmaya, gerçekleri fark etmeye, yaşamın ne olduğunu anlamaya başlar; yıkılarak, enkaza dönerek. Elinden avucundan her şey kaçıp gider. Elde tutmaya çalıştığı, tapındığı her şey.”
Hasan, ise gözü karanlıkta bir yerlerde kulağı ondaydı, “ne diyor bu salak herif?” diye düşünürken çok ciddi bir şeylerden söz ettiğini kavradı, hey, bu adam ona kendini, geçmişini açıyordu sabahın köründe.
Hasan, kendini onun bir çalışanı değil de bir dostu, kırk yıllık bir ahbabı gibi hissetti, Hasan, çoğunlukla kendini değersiz bir malın teki gibi görürken (bu aşağılık kompleksi de nerden türedi, herhalde toplum baskısından, diğerleri gibi olmadığından) Dost sayılmak, en özel şeylerini yani ruhunu ona açması Hasan’ın gururunu okşuyordu. Önceki gün yalnız, yemeksiz bırakılması önemsiz bir ayrıntı gibi görünmeye başlamıştı gözüne, oysa güçlü biçimde hesap soracaktı.

Yorumlar

Başa Dön