Bir sanatçı başarısız olamaz; sanatçı olabilmek bir başarıdır. -Charles Horton Cooley |
|
||||||||||
|
Bu satırları yazmaktaki amacım sadece; ”yalnızca sen değilsin şu an bir mum gibi yalnız olan, ben de varım” diye seslenmektir Biz neden yalnız kaldık böyle İnsan soyu neden bu kadar acımasızlaştı İlla ki birilerini boğazlamak mı gerekiyor katil olmak için Bir insanı, yüz binlerce insanın ortasında,kendisiyle baş başa bırakmak,kendine tutsak kılmak,boğazlamaktan daha berbat değil mi? . Her gün yalnızlıktan bir sabaha uyanmak, konuşacak tek canlı bulamamak, yavaş yavaş ölmek değil mi… Bir evde tek başına zamanlarca yaşamak, nasıl bir hapishanedir Duvarlar, soğuk, geçirimsiz, uzun zamandır bozulmamış çekyat,dokunulmamış eşyalar… Duvardaki çerçeveler hep size doğru bakar; yerde serili halıların, örtülerin desenleri arasında kaybolursunuz bazan. Boydan boya uzanan çizgilerin arasında derinlikler oluşur. Sandalyeyle konuştunuz mu, masayla, askıyla,doğradığınız domatesle, yemek yediğiniz kaşıkla... Bu dünyada sizin anlayacağınız, ona kendinizden bir şeyler verebileceğiniz veya size bir şeyler verebilecek, tek bir insan yok mu? Kimse yok mu? Yakınlarınız neredeler? Neden onlarla aranızda yıkıntılar arızalar uçurumlar oluştu? Neden sevmiyorsunuz onları? Herkes kendi kalabalığı ve kalabalığının telaşı içinde, kaybolup gidiyor. Çoluk çocuk eş, iş ev kira gelecek kaygıları içinde, size ayıracak zamanları var mı? Herkes kendi telaşında yüzerken, sizi düşünecek zamanları yok elbette. Ağlamış da kirpikleri uzun uzun top top olmuş narin saplı ışıl ışıl bakan gök gözlü dikenler, tarlaların anına sıralanmış başlarını maviliğe gömmüş, yüzlerini gün ışığına yaslamış, rüzgârda ağır ağır sallanıyorlar. Bu değil mi mutluluk. Bir kelebek gelip konuyor en sivri uzantısı üstüne. Uçarak yaşayan minik bir çiçek, kanatlarını sevinçle savura savura uçan, bulutun aklığından, rüzgârın nefesinden, çiçek kokularından beslenen bir tür çiçek; kelebek. Başakların cümlesi nasıl sırayla eğiliyor yelin önünde, ah o ses, o başakların birbirine dokunurken çıkardığı ses... Kökleri toprağın altında uzanıyor, gövdelerinde karıncalar dolaşıyor. Toprağın altında solucanlar... Köstebek,karınca,sülük,solucan ve daha sayısız canlısıyla toprağın altında bir yaşam var.Yaşamak mutluluktur. Hani şu mükemmel ahenk var ya, yağmur yağar, ırmaklar çağlar, suyun ulaştığı yerde bitkiler yeşerir büyür, çiçek açar, meyve verir. Su olmadan ne ekin olur, ne orman. Ne arı olur su olmadan, ne leylek gelir. Orman olunca bulutlar ağar dağlara, yağmurlar yağar. Yapraklar solarsa dünya solumaz olur… Dünyadaki tüm varlıklar arasında bir uyum var. Dünya sonsuz bir fabrika gibi üretiyor yaşamı. Herkes üzerine düşeni yapıyor. Karnıcalar, sülükler, kaplumbağalar, buğday bitleri, ivezler, bok böcekleri büyük bir disiplin içinde çalışıyor. Bunu vurgulamak için olmalı,anlatılır ya hani.Adamın biri,bozkırlarda inek dışkılarını kusursuz bir yuvarlak haline getirip,oradan oraya yuvarlayan bok böceklerine bakıp bakıp da; ”yahu bunları Allah neden yarattı,ne gereksiz canlı bunlar “ demiş.Bok böceği deyip geçmeyin; eski mısırda kutsal sayılıyorlardı bu canlılar.O dışkıların altına yumurtalarını bırakıp,kendileri ölüyor,daha sonra o yumurtalardan çıkan yavruları,ölüp yeniden dirilmenin belirtisi sayıyordu mısırlılar.Bu böceklerin kabartmalarını piramitlere çok sık oymalarının nedeni buydu.Her neyse,onların varlığını gereksiz gören adam,gün gelir şifasız bir hastalığa yakalanır.Hikaye bu ya,tabipler de,”onun ilacının,bok böceği olduğunu söylerler.Çok bilmiş adam,o böceklerden yemek zorunda kalır.Gereksiz bir varlık yok dünyada kısacası.Gereksizlik ise,insana göre değil,doğaya göre düşünülmeli burada.Yaşam hep seller gibi akıyor hızla ve sonsuz ahengini kurarak. Evrende var olan ne varsa, aralarında belli bir uyum var. Güneşin çevresinde gezegenleriyle birlikte evrende attığı tura benzer hareketleri var diğer gök cisimlerinin de. Mükemmel uyum içinde yıldızlar da sönebiliyor, yenileri doğarken. Yaşam atom ve onun parçalarından başlayarak, bizim göremediğimiz küçüklükte ve galaksiler kadar büyüklükte akıyor. Bu akış yaşamın zincirinde halka halka uzanıyor. He şey birbiriyle ilişkili ve ilintili… Her şey birbirinin varlık nedeni… Acı ve sevinç –iyilik ve kötülük-bu devasa akışta aynı yere ait, aynı şeyin değişik yüzleri… Evrenin bütününün tek bir aklı var sanki… Zerreler ve galaksiler bu devasa aklın parçaları; karıncalar ve filler de… Yaprak ve çiçek biliyor mu güzelliğini? Güzellik yalnızca biz insanlar için mi var? Doğada ne çirkin ne de güzel var. Eğer bir gerçek varsa,özünden yanlış yöne sapmamış her şey güzeldir… NASIL KONUŞUYORSUNUZ BÖYLE MAVİ GÖK GÜN IŞIĞINDA BİLLURLAŞIRKEN, EY SIĞIRCIK KUŞU VE RÜZGÂRDA İNLEYEN KAMIŞ… HANGİ DİLLE SÖYLÜYOR ŞARKISINI KURBAĞA VE SÖĞÜT AĞACI,HANGİ DİLDEN HIŞIRDIYOR RÜZGÂRDA... EY SÖĞÜT AĞACI, DALLARIN KUŞLARLA YAPRAKLARIN KELEBEKLERLE KÖKÜN SU VE SOLUCANLA HANGİ DİLDEN SÖYLEŞMEKTESİNİZ. TAŞLAR ORADA, SON DÜŞTÜKLERİ YERDE KAÇ MİLYON YILDIR NE YAPMAKTADIR… Taşların üzerindeki yosunların da bir canı ve bir macerası yok mu dünyada… İKİ SEVGİLİNİN GÖZ GÖZE GELDİĞİ ANDAKİ AKIŞ VE DİL İŞTE BU DİLDİR; AŞKIN DİLİ… SÖZE GEREK YOKTUR... DOKUNARAK, KOKLAYARAK, SOLUYARAK SARILARAK BAKARAK ANLATILIR VE ANLAŞILIR... Keşke dünyayı parsel parsel bölmeseydiniz... Bir gün en görkemli sarayların da yıkılacağı, o görkemli saraylara sığmayan gururun,kara toprağa karışıp gideceğini bilmiyor muydunuz? Keşke parsel parsel bölmeseydiniz dünyayı. Bölerken seni benden bölmeseydiniz. Çiçekler ve ağaçlar kadar ülkesiz olsaydık. Bir yerlerde yaşayıp insan kalsaydık Birilerimizin varlıklı, birilerimizin aç ve yoksul olması doğal zorunluluk muydu! Yoksullardan gasp ettiğiniz, yağmaladığınız, çaldığınız ne varsa, ölümden kurtarabildi mi sizi! Aslında devasa bir yalnızlıktan kaçtınız, ömrünüzü anlamsızlaştırdınız… İnsanlardan çaldığınız ne varsa, sizin yalnızlığınızı da yaşamınız gibi süsledi yalnızca. İcat ettiğiniz yalnızlık, size ölüm korkusu olarak, sahte bir yaşam olarak geri döndü. Yaşam bir bumerang gibi, başkalarına verdiğiniz acıyı da, sevgiyi de kat kat katlayarak geri döner size… Parayla ne satın alınıyor.Evler,arabalar,giysiler değil mi.Evlerin yıkılmayanı,arabaların hurdaya dönmeyecek olanı,giysilerin yırtılmayacak olanı var mı.Parayla alınan mutluluk,paranız yoksa sizi terk edip gidecek.Parayla alınan dost da,sevgili de.Oysa varlıklı olabilmek için kaç insan kurban ettiniz yaşamınızda.Varlıklı olabilmek için,kaç aşk,dostluk,mütevazi dünyalarında kaldı; öldürdünüz onları.Varlıklı olmak için kendinizi öldürdüğünüzü bilmemeniz ne büyük aptallıktır.Alın sizi mutlu kılsın satın alınmış dünyanız,alın da çalın başınıza.Koynuna girip uyuyun ekonominizin size verdiği üstünlük duygusunun… Genç yaşlı demeden Dört duvarın arasında yıllarca kalanlar var. Her sabah kalkıp işine gidiyor. İş yerinde de çok fazla iletişimi olmuyor insanlarla. Olsa bile yüzeysel, artık bıkkıntı veren günlük konuşmalar. Kimileri için günlük dedikodular kahve falları yaşama biçimi halini alıyor. Diğer zamanlarını da, bu yaşamın rastlantılarıyla aynı iş yerinde buluşturduğu insanlara dair besledikleri hasetlik, kıskançlık ve dedikodular yaşamını işgal ediyor. Kinle yaşıyorlar. Yaşama nedeni kin ve düşmanlık olanlar, düşmansız yaşayamıyor; mutlaka birilerini bulup nefret etmeleri gerekiyor, değilse ne yapacaklar. Derinliklerini kaybetmişlerdir artık. Bütün dünyaları bir avuçtur ve bir avuç suda kıyametler kopartırlar. Boyutlarından biri güdükleşince, kişilikleri belkemiksizleşir her yana eğilebilir. O kadar çokturlar ki, her yerde hazır ve nazırdırlar. Yalakadırlar, gammazdırlar, sistem onları istediği noktaya getirmiştir. Aralarındaki samimiyetler sahtedir. Yalandır tüm “nasılsınlar” yalandır “iyiyimler”.Onların arasında üçüncü boyutu, yani derinliği, duyarlılığı olan, dünyaya ve ülkeye bakan, zamana ve yaşama bakan, çiçekleri süs bitkisi olmalarının ötesinde düşünen insan varsa, işte o yalnızdır. Bir gün dağılır bütün sahte kalabalıklar Kaybolur bütün bu tantana “O yüzler kim bilir nerede şimdi” diye düşünür insan oturunca bir an bir yerde dalıp gidince. Bir gün anlamsız olduğunu anlarsın onca telaşın, onca inadın, tartışmanın, boşu boşuna birbirini itelemenin. Aslında farklılıklarınız sizinle uğraşılması için yeterli olmaktadır. Dünya öyle bir hale gelmiş ki, namuslu olmak, dürüst olmak, başkalarını düşünmek suçtur artık. Suçlusunuz. Koca bir yaşamı dedikodularla, küçük hesaplarla doldurarak geçiren kalabalıkları yalnızlıktan kurtaramaz bütün bunlar. Sonsuz ahengin uyumsuzlaştığı yer, eşref-i mahlûkattır. Şimdi başta savaş olmak üzere bütün felaketlerin yaratıcısı olan bu varlık, yalnızlıktan geberiyor. Yalnızlar çağındayız. Yalnızlar çağı, diri diri ölünen çağdır. Duyguları ölen insan ne kadar insansa, o kadar insanız artık. Ölüm haberlerini duymak istemeyen, hastalığında birbirinin ziyaretine gitmeyen, kötü gününüzde yanınızda olmayan kalabalık arkadaşlar, yalnızlar çağının tipik robotlarıdır. Hayvansal tepkiler veren garip bir sürü. Sabahın dördünde kuş sesleri gelmeye başlar, baharda. Giderek yeşil dallarda çıldırırlar. Yağmurlar, uyuma isteği uyandırır bazan, daha çok sonbaharda, Deli bir rüzgâr eser, damlalar kindikler camları Hava kararır kararır kararır… Işıklar yalnızlığa yanar, ışıkların sesi uzar karanlıklarda uzar uzar... Karanlıkta tek başına uzayıp uzayıp da hiçbir şeye dokunamadan tükenip kaybolmaktır yalnızlık… Sarı yapraklar dökülür Sarı yaprakların her birinin bir hikâyesi vardır; her karıncanın, karganın, her bulutun bir hikâyesi olduğu gibi… Her sarı yaprakta evrenin tüm hikâyesi vardır… Bu hikâye başka bir hikâyeden doğar başka bir hikâyeye akar... Yalnızın hikâyesi kendine akar; kendi içindeki dipsiz boşluğa… Issız evlerin itici bir tarafı vardır uzaklarda Yağmurlar neden hüzündür ister bahar olsun ister güz Kuşlar yağmurlu havalarda şarkılarına devam eder Hazirandır... Yalnızın hikâyesi, mahpusunkinden daha acı… Kuş kadar aklımız kalmadı mı bizim, kuşlar gibi birlikte uçamıyoruz... Kuşlar birbirini sırtında taşımıyorlar ki oysa. Eşeklerden daha mı aptalız, onlar birlikte otluyor çayırda Hayvanlara kötü sıfatlar verip, sonra da birbirimizi onlara benzeterek aşağılıyoruz. Hayvanlar, doğadaki sonsuz akışın önüne set çekmiyor, o akış onların içinden geçiyor. Bu nedenle ötüyor kuşlar, kurtlar uluyor, bülbüller şarkılarını savaş alanlarında bile söylüyorlar. Aşkı özledin mi? Uzanmış da köşesine, umarsızca, geçirimsiz bir hiçlik duygusu içinde, yaşamda nice zamanın boşa geçtiğini düşünürken, kapını çalacak kimseler yokken, sen aramazsan seni arayacak kimse kalmadığını biliyorken… aşkı özlüyor musun? Nerede kaybettin onu Neden kaybettin Katlanamayacağın şeyler mi vardı Dünya seni mi küstürdü, yoksa sen alınganlıklarınla kendin mi küstün ona. Bize ait dediğimiz ne varsa, yaşam verip, sonra geri alıyor tümünü de... İlk sahip olduğumuz varlıklar, anamız babamız kardeşlerimiz; onları her an kaybetmemiz ve onlarsız, katlanılması çok zor bir çöle dönen yaşamı yeniden yeşertmeye çabalamamız doğal bir zorunluluk oluyor. Bir gün, varsa çocuklarımız da bizi kaybedecek. Hiç bir zaman tam bir aitlik söz konusu değildi sevgiden öte... Bedenimiz, bize aitse, bir böcek, bir yaprak gibi o da sonunda gider sonsuza, var mı ölmeyen insan. Bize ait dediğimiz, belki de sahibi olmak için yirmi beş yıl çalıştığımız didindiğimiz toprak ve ev ne kadar kalıcıdır bize. Yaşam gençlik verir, ama alır sonunda... Bir gün hayal kurmaktan vazgeçer mi insan. Evet, yaşam boyu hep kendisi için hayal kuranlar için, hayaller biter bir gün. Başkaları için, köyü için, ülkesi için, insanlık için, sevdikleri için hayal kuran bir kişiliği varsa insanın ne hayalleri, ne hayal kurma yeteneği tükenir, ne de bu yoldaki mücadelesi, özlemi... Başkalarını düşünmeden bir ömür geçirenlerin hayalleri de kendilerini kapsadığından, artık yaşlanınca, belki öldükten sonra, çocuklarının servetini daha da çoğaltması gibi hayalleri olacaktır. Bir gün madem, sahip olduğumuz şu can bile bizden gidecekse, ömür dediğimiz zamanı geri alıyorsa yaşam her an, o her an, dünyada hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar değerli olmalıdır. Ama ne çok isteriz bazan zamanın geçmesini; zamanı öldürürüz. Zaman öldürmek kendimize karşı işlenmiş bir cinayettir. Hayalleri olmalı yalnızların, mademki bir sürüye dönüştürüldük. Bize öğretilen kalıplardan çıkmalıyız önce. Dışarı bakmalıyız. Bir ağacı dikip büyütmek hayal kurmak gerektirmez mi. Gelecek kaygısını bir yana atmış yaşlılara bakmalı, ne çok benzerler çocuklara. Çocuklarla en çok yaşlılar anlaşır gibi geliyor bana. Onları düşünün, aralarında düşsel dünyaların masalsı tadını da taşıyan sevecen bir atmosfer vardır. Çocuklar, büyüklerin taşıdığı hırsları taşımaz; yaşlılar da. Güneşin karşısında oturup bulutlara dalar giderler. Bir zamanlar onların da genç olduğunu düşünmez kimse. Ama onlar, yaşamın pek çok engebesinden geçerek, yaşamın insana acı veren pek çok ayrıntısını atmıştır. Onların yaşamında da müthiş coşkular, delilikler, çılgınlıklar olmuştur; kaybetmişler, kazanmışlar, yenilgiyi ve zaferi tatmışlardır. Acıya karşı daha tevekkülle yaklaşırlar. Onlardan yalnızlığa dair öğreneceğimiz çok şey vardır. Yalnızca yüzlerine, yüzlerindeki ve ellerindeki kırışıklıklara, yaşlılık lekelerine, sulanan gözlerine dikkatlice bakmamız gerek. Bir yaprakta belki evrenin tarihi vardır; ama bir insanda daha fazlasının tarihi vardır. Yine de zordur yalnızlık, hala yalnız olan için. İnsan neleri öğrenmiyor ki, Kaybetmeyi öğreniyor. Yaşam bize verdiği ne varsa alırken, kaybetmeye alıştırıyor insanı. Birileri ölüyor her gün. Tanıdık birilerinin ölümü ne kadar alışılmaz oluyor; ama alışıyoruz işte. Giderek konuşmalarımızda yer almıyorlar. Terkedilmiş, geride kalmış onca şehirde kalan o kadar tanıdık insan da, bizi unutuyor. Giderek yaşamaz oluyoruz onlar için. Bir zaman aynı evleri paylaştığımız, okul arkadaşları, gurbet yoldaşları gibi, herkes, eğer uzaktaysa unutmaya başlıyor birbirini. Hafıza i beşer nisyan ile maluldür, diyor ya eskiler. Soluk aldığımız her yere taşıdığımız bir yaralı oluyor sırtımızda, gitgide daha da ağırlaşan, kaybetmelerle, kırık sevdalarla yarası daha da büyüyen, içimize üstümüze, gülüşümüze bulaşan bir yaralı taşlıyoruz; kendimiz. Kendimizi böyle yaralı taşımak ne kadar yorucu bir şey. İşte yorgunluktan taşıyamaz olduğumuz yerde kalakalmamızdır yalnızlık. Biz kimsenin kolunu tutmadıkça bizim kolumuzu da tutan olmayacak... İnsanlığı yağmalanmış zamanlardayız çünkü. O geri kalmış, feodal, okul yüzü görülmeyen çağlarda bile, daha özveriliydi insan. Aşk için ölünen zamanlar geçti. Robotlaştırılmaya çalışılan, yalnızlık duvarlarıyla her birisi tek tek kuşatılmış kalabalıklar çağındayız. Gözyaşları bile bencilliğimizin fışkırdığı anlarda akmaktadır. Yalnızlığı iliklerimize kadar yaşarken, öfke içinde değil miyiz, tahammülsüz değil miyiz; ikinci bir insanı kendi dünyamıza soktuğumuzda, ne kadar uyumluyuz. Kendi benimiz o kadar ön plana geçmiş oluyor ki, yalnızlığın duvarlarıyla birlikte ördüğümüz o koruma zırhlarımızla da, insanların bize ulaşmasını engelliyoruz. Biz öfkeliyiz, temizlik hastasıyız, şüpheciyiz, pimpirikliyiz, benciliz… Kendi yaşamımızda var olan bu hapishane alanında başkasını ne kadar istiyor ve ona ne kadar katlanabiliyoruz. İnsanlardan ne çabuk bıkıyoruz, ne çabuk üzerlerine kırmızı bir çarpı koyup, öteliyoruz. Ama tüm bunlarda, kendi kusurlarımızı da bir yana bırakıp, bizi düzenin mahkûm ettiği bu geçirimsiz atmosferde bu hale geldiğimizi görmemiz gerekir. Kimseye tahammül edemeyen bencilliğimiz, o tek başına yaşanan dünyayı bize özgürlük gibi sunuyor; ama yalnızlığa mahkûm olduğumuzu anladığımızda da kimseye hayrımız kalmıyor. Kendimize üstün meziyetler biçmekten, kimseleri beğenmiyoruz; bedeli ise tek başına kaldığımız bir dünya oluyor. Düzen, sapıklar üretiyor, hırsızlar, katiller, pezevenkler, fahişeler, vatan hainleri, hortumcular... Bilinenlerin dışında ruh sağlığı bozulmuş, her gün görüp farkına varmadığımız nice vaka var, nice potansiyel sapık, katil, haydut ve hain... Bütün bunlara dair korkular da üretilip kitlenin üzerine püskürtülüyor. Yalnız olduğumuz kadar da korkağız biz. O kadar korkağız ki, tavuklar gibi, uçmaktan korkuyoruz; dostluktan, arkadaşlıktan, aşktan korkuyoruz. Çünkü dostluk, arkadaşlık aşk adı altında yediğimiz darbelerin hesabını yapa yapa yaşıyoruz yalnızlıklarımızı. Yalnızlığımızın hapishanesi kimi zaman en güvenli yer oluyor. Şu hale bak, iliklerimize kadar yalnızken, kendimizde hiç kusur aramamaktayız. Mutlaka birileri gelip bizi keşfetmeli, bize hak ettiğimiz güzellikleri sunmalı ve yaşatmalı. Bu durumda en iyisini hak etmiyoruz ne aşkın, ne dostluğun. Böylesine zalim bir dünyada ve sistemde, şu an birileri katlediliyor… Egemen düzenin her tür iletişim organı yalnızlıkların duvarlarını kalınlaştırıp insanları birbirinden sürgün ederken, burjuva yazarları, şairleri kalemlerini yalnızlığın siyah yangınını körüklerken, bizler rahat kuytularımızda yalnızlıktan geberirken, dünyada birileri, düşüncelerinden dolayı öldürülüyor. Birileri, insanlık için daha güzel bir dünya adına mücadele ediyor. Parasız pulsuz okuma savaşı veriyor birileri. Bir çocuk uyuşturucuya alışıyor, bir genç kız kötü yola düşürülüyor. Bir tek insanı gerçekten kurtarabilmek değil mi yaşamın anlamı uçurumun kıyısında kolundan yakalayıp, çekmek ve ona bütün insan sıcaklığımızla sarılabilmek değil mi... İster alışveriş deyin, ister “sevgi karşılıksız vermekti” deyin, bizde sevgi yoksa başkalarına verecek, bir avuç; ,bu tahammülsüz ve özverisiz ruhumuzla kimseden yalnızlığımıza ilaç olmasını bekleme hakkımız yok. Bize yalnızlık yakışır. Bütün zamanlarda vardı iyi, kötü, akıllı, deli, doğru, yanlış. Hangi çağda doğsak aynı keşmekeş içinde arayacaktık cennetimizi… Hangi çağda olsa yalnız kalma olasılığımız olacaktı. Bin yıllardır, yalnızlıklara itildi kalabalıklar, yapayalnız acılara, izbelere, yolsuz belsiz dağ yamaçlarına, çöllerin en ücra ve kurak yerlerine mahkûm edildiler. Acı ve sevinci oralarda var ettiler, sarayları ve kendilerinin kapatıldığı zındanları yaptılar. Sokrates gibi inançları adına zehir içenler oldu bin yıllar önce. Ne zaman olsa yalnızlık vardı. Dünyaya farklı gözlerle bakmakla başlarsın, kendinden dışarıya çıkmaya. Çağların birikimiyle büyüyen zulüm nifakları, insanlık atmosferini değiştirmiş, kitleleri robotsal ilişkilere boğmuşsa; kalabalıklar içinde dilimizi unutturmuşsa, bencilliğimizi büyütüp, sevgimizi güdükleştirmişse, bunu anlamalı ve çözmeliyiz. Çıktığımız, çıkartıldığımız insanlığımıza geri dönelim, yaşam denilen düş bitmeden önce. Ne kadar bencil kalırsak, o kadar hak ediyoruz yalnızlığı, bize yakışır. Geçmişini, bitmez hesaplarınla, birilerini suçlayarak yavaş yavaş ölmekten vazgeç; yaşam gül bahçelerinden akan seller misali. Ayrılıklar da olacak yaşamımızda, hüzünler de... İçinde bir sağanak başlasın, tam yüreğinde, o yağmurda yola çık yeni bir şafakla. Bir gün öleceğini bilerek sev. Bir gün öleceğini bilerek sarıl, güneşi öp yıldızı avuçla, insanlara gülümse; sonsuz ahengin ahenksiz yerini tamamlarcasına… Değilse, bencillik bataklarının uzandığı dünyana en çok yakışan mevsim yalnızlıktır, kolay gele… ADNAN DURMAZ 13.06.2007 04:29
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © adnan durmaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |