Düşgücü güzelliği, adaleti, mutluluğu yaratır. -Pascal |
|
||||||||||
|
Yükselir akşamlara denizlerden Uzak, ıssız ovalardan eser, Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir Ve kentin üstüne göklerden düşer. diyor ünlü şair Reiner Marie RİLKE. Şairler yalnızlığı o an içinde bulundukları ruhsal duruma bağlı olarak hep bir başka şeye benzetirler. Şairler pek çok şeyi, bir başka şeye benzeterek söylerler. Ayrılık bazan ölüme benzer, gurbet mezara; dağlara benzer imkânsızlıklar, aşklar bazan ipeğe Bazan, ateşe benzer. Sevgili kimi zaman melek, kimi zaman düşmandır. Benzetmeler insan ruhunun kendini ifade edebilme gücünün ürünleri oluyor. Attila İlhan’ın Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım Bu gece dağ başları kadar yalnızım demesinden tut da, Özdemir Asaf’ın Yalnız kaldınız sanırsınız, Biliyorum. Yalnız bırakılmışsınız, Biliyorum. Ötesi yok. dizeleri “yalnız”ın aslında “yalnız” bırakıldığını söylüyor. Nedeni kendimiz veya yokluklarından yalnızlık duyduklarımız olsun, yalnızlık, bir bırakılma mıdır acaba? . Bazan bırakılmışlığımıza kimsenin şifa olmayacağını, yalnızlığımızı kimsenin değiştiremeyeceğini düşünürüz. Belki de yalnızlıkta asıl sorun budur. Bir başkası mı bizi kurtarır yalnızlığımızdan? Yoksa insan ancak kendi kendini mi çıkartabilir o karanlık çukurdan. Leş kovalayan, av arayan yırtıcı bir kuş gibi yukarılardan hep bize bakar da, boşluğumuzu mu arar yalnızlık? Yoksa bütün kapıları pencereleri kapatsak da mutlaka, iğne deliği kadar bir boşluk bulup girecek olan kabayel midir... Kabayel iğne deliği kadar bir boşluk bulur kendine, oradan mutlaka girer de arazlı, kemiklerini sızlatır insanın; öyle derler. Zaten kapımızı penceremizi kapatmaktır biraz da yalnızlık öyle değil mi… Cahit Sıtkı da hep hazır ve nazır, yukarılarda dolanan kuşa benzetmiş yalnızlığı Geniş, siyah gölgesi yaşamımı kaplayan, Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplayan Bir benim, benim olan bir masaldır yalnızlık Dünyadan ve yaşamımızdan mevsimler geçerken, dönerken çarkıfelek, ayrımına varmayız giden her anın, hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kadar büyük olan değerinin. Süslenip püslenmek, kendimize teselli vermektir; giden zaman karşısında örterek bizden gidenleri. Ölüm karşısında mevsimler gibi geçer yaşam. Geçmiş baharlardan bir anı gibi olsa da, kıpkırmızı çiçeklerinden eser yoktur kangal dikenlerinin. Yine de karda tipide dik dururlar. Ayakta ölmüştür çoğu bitki. Geçmiş zamandan bir anıdır cesetleri. Dünyanın yalnızlığını simgeler gibidir kuru kamışlar Ahmet Muhip Dranas’ın dizelerinde. Buğulandıkça yüzü her aynanın Beyaz dokusunda bu saf rüyanın Göğe uzanır – tek, tenha – bir kamış Sırf unutmak için, unutmak ey kış! Büyük yalnızlığını dünyanın. Bu dizelerle ne kadar büyük bakmaktadır ozan. Ozanlık büyük bakabilmektir, öyle değil mi... Çoğu zaman yaşadığımız düzenin bizi attığı ıssızda yaşarız payımıza düşen yazgıyı. Birileri yazıp çizmiştir işte. Aşamazısın duvarları. Hep kendinsin kendinin karşısında olan. Hep kendinle konuş, tartış, hesaplaş; başka yapacak bir şey yoktur. Çünkü yağmur yağıyor. Sen ıslanıyorsun. Kendinle hesaplaş dur; oysa yağmuru sen yağdırmıyorsun. Kendinle konuş, daha yakın başka kimse yok. ‘Yağmurda neden dışarıdaydın’, de, suçla kendini sığınaksız kalmışlıklarında. Hayır, hayır, hep kendine bakandır yalnız belki de; ama hesaplaşmalarında kendini suçlama. Çıkamazsın. Bırakılmışlığında yarasını kendi kendine çekip duranlar, çok eskiden kalmış bir bakışı acısına bastırır çok zaman, o gözlerin sahibi çoktan unutmuştur senin sığındığın anı. Çalmasın kapımı kimseciklerim Boş bulut yıldız yalnızlığında Çok uzun gözlerinin içindeyim Çalmasın kapımı kimseciklerim Ve bitmez bir karanlıksa tek başınalık, kimsenin duymayacağı sitemler patlar yürekte yukarıdaki dizelerde Cahit Irgat’ın söylediği gibi... Özdemir Asaf’a göre, başkalarından ayrıksı düşünmek ve herkesten farklı olmak, farklı bir yol seçmektir bazan yalnızlık.” Uzağa değil usta, öteye hep öteye gitti, yalnızlığı ondandır. “ buna karşılık aynı şaire göre; “Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.” Oysa tam tersine “Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter Yalnızlık gittiğin yoldan gelir” dizelerinde Oktay Rıfat’ın dediği gibi, yalnızlık’ın nedenini, aşksızlıkla açıklarsanız, bu dünyada bir yâriniz oldu mu, yalnızlığınızı kapatırsınız. Yaşam belki evin dört duvarıdır, aşk olmazsa, üzeri açık kalır. Aşk gelirse, kapanır sizi üşüten yalnızlık; güvendesiniz öyleyse. Geriye bir ölüm kalır, o da zaten tek başına yaşadığınız bir bitiş. Çevrenizde kim olursa olsun, herkes kendi adına ölür. Behramoğlu öyle diyor ya:”aşk iki kişiliktir” Değişir rüzgârın yönü Solar ansızın yapraklar; Şaşırır yolunu denizde gemi Boşuna bir liman arar; Gülüşü bir yabancının Çalmıştır senden sevdiğini; İçinde biriken zehir Sadece kendini öldürecektir; Ölümdür yaşanan tek başına Aşk iki kişiliktir. Rüzgârda sığınacak bir liman arar yârsiz olanlar. Gülüşü, sokağa bırakılmış bir it gibi dolaşır belki… Ait olduğu yeri arayan bir serüvencidir belki de. Aşk iki kişiliktir, ölüm tek başına... ya yalnızlık? (Usta şairin şiirine takılmamak elde değil. Ancak bunu başka bir yazıya bırakmalı) Benim şiir olarak pek bir şey anlamadığım dizelerinde Yılmaz Odabaşı ise Behramoğlu'na karşı çıkarcasına sesleniyor; ”aşk tek kişiliktir” Bu adla bilinen yazısından bir bölüm alıyorum; İyi ki doğmadınız hiç doğmayanlar ya da doğması olasılık kalanlar, doğarken biz de spermdeki olasılık kadardık; o olasılıkla doğmak veya doğmamak üzere yalnızdık. simdi de yasamak ve ölmek hâlâ bir olasılıktır. hep mengenede, kaderde en çok da yasamak bir olasılıktır. O bölümü okuyorum, pek bir şey anlamıyorum; belki de anlamamaktır yalnızlık. Şair ve yalnızlık deyince divan edebiyatına bir göz atmadan olmaz. Divan edebiyatı şairi genel olarak yalnız insandır. Soyut duygusal aşklarda, sevgili, yani o dokunulmaz varlık hep yabancılara, ağyara, yüz verir de bir âşık şaire bakmaz bile. Ona da ömür boyu bu aşkın ateşiyle yanmak düşer. Bu yanma işini de, severek yapar. Bütün şairler birer pervanedir ve yanacak mum alevi ararlar. Onların kaderidir aşkla yanmak. Onları kimse anlamaz. Gölgelerinden başka sırdaşları yoktur, Şeyhi’nin dediği gibi. Yaşımdan ayrı âhıma hem-dem bulunmadı Sâyemden özge sırrıma mahrem bulunmadı (Saye: gölge /hem-dem: canciğer arkadaş) Şeyhi Başka bir beytinde ise gayet insani olarak, âlemde bir tek insan nefesinin kederleri dağıttığını, böyle düşündüğünü söylüyor Şeyhi. Sonra da, eğer böyle ise ben kederimi dağıtacak o nefesi çok istedim ama böyle bir canciğer arkadaşı bulamadım, diyor. Def-i melâl kılmaşa âlemde bir nefes Çok istedim bulunmadı hem-dem dedikleri Şeyhî Ahmet Paşa ise, kendi aşkından başka gamlı gecelerine, bir kâse su ile âşık gönlünün üzerine gelmediğini söylüyor. Eşkimden özge kimse şeb-i gamda gelmedi Bir kâse âb ile dil-i bîmârım üstüne Ahmed Paşa Ama divan şiirinin sultanı, aynı zamanda âşıkların, karşılıksız aşkların ve yalnızlığın da sultanı Fuzuli’dir. Fuzulidir, çünkü onun şiirlerindeki insan, âşık, sevgili, acı ve yalnızlık daha insanca ve gerçektir. Bu gün onu okuduğumuzda, çoktan toprak olmuş çilekeşin acılarını duyumsayıp, onda, kendi yüreğimizdekine benzer insani acılar bulabiliriz. Dost pervasız, felek acımasız, zamane, yani çağ bir türlü sükûn bulmamaktadır, sürekli dönmektedir.(felek, aynı zamanda gökyüzü anlamında) . Dert çoktur bunlara karşılık ve dert ortağı yoktur. düşman güçlü, baht zayıftır.İnsanın en büyük düşmanı nefs’tir ve buna karşılık talihi güçsüzdür; insan nefsine yenik düşmüştür) Fuzuli’nin şiirleri bilindiği gibi yalnızca ilahi aşkı anlatmaz; aynı zamanda tasavvufi aşkın şairidir O. Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn Derd çok hem-derd yok düşmen kavî tâli zebûn Fuzuli, Fatih döneminin ünlü şairi Necati’nin “Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı” (Bana ağlayın, ben ölünce, sabah yelinden başka kimse benim üzerime bir avuç toprak atmaya gelmez) Berytine nazire olarak söylediği rivayet edilen Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı (Ne yanar kimse bana gönlümdeki ateşten başka Ne de kapımı bir açan olur sabah yelinden başka) dizelerinde yalnızlığın dibine vurmuş yüreği nasıl da dillendirir. Divan edebiyatının 600 yıllık ummanında göreceğimiz gönül manzaraları hep birbirine benzer. Zaten divan şairleri bunca zaman hep aynı yalnızlığı, aynı aşkı, aynı sevgiliyi anlatmışlardır. Nedir yalnızlığın nedeni? demiştim bir yerde. Şairin yalnızlığı ve yalnızlık tanımı değil mi aslolan. Yalnızlık tanımı önemlidir, aynı zamanda, dünyaya, sevgiye, yaşama bakışını da buluruz o tanımlamanın yanı sıra. Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım diyen şairle Biliyorum. Yalnız bırakılmışsınız, diyen şairin söz ettiği yalnızlık farklı olmalıdır. Geniş, siyah gölgesi yaşamımı kaplayan, Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık diyen Cahit Sıtkı’nın yalnızlığı, Özdemir Asaf’ınkine benzer. Dranas, Göğe uzanır – tek, tenha – bir kamış Sırf unutmak için, unutmak ey kış! Büyük yalnızlığını dünyanın. dizelerinde, kendinden çıkıp dünyanın yalnızlığına bakmaktadır. Kim bilir, böyle bakınca, kişisel yalnızlığımız daha katlanılır olacaktır belki de. Yahya Kemal, Düşünce şiirinde çok görüp geçirmiş bir insan tavrıyla bakar yalnızlığa Ülfet belâlı şey, fakat uzlet sıkıntılı Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı? İnsanlar anlaşıldı. Cihânın da sırrı yok, Kalsaydı terkeşimde bugün tek bir altın ok En tatlı bir hayâl için atmazdım ufkuma Dalsın yakında gözlerim artık son uykuma! Alışma, kaynaşma, görüşme, konuşma, dostluk, arkadaşlık, anlamlarına gelen ülfet belalı şeydir. Başkalarıyla birlikte olmak, kaynaşmak, görüşmek pek bir şey vermemektedir artık şaire. Kalabalıklardan sıkılmış olmalıdır; yalnızdır. Uzletse bir köşeye çekilip tek başına yaşamak oluyor. Uzlet de sıkıntılıdır. Nereye gitse yalnız olan kişidir şair. Ne insanlarla mutludur, ne de onlarsız. Ölüme hazırdır; ancak kalan zamanını bu durumda geçirmek zor gelmekte, bir an önce ölmeyi istemektedir. İnsanlar, anlaşılmıştır. “Yalnız duyan yaşar” sözü derler ki doğrudur “Yalnız duyan çeker” derim, en doğru söz budur. Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını, Bâkiyse rûh eğer dilemezdim bekâsını. Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var? Bitsin, hayırlısıyle, bu beyhûde sonbahar! Yaşayacağını yaşamış, hevesini almış artık dünyadan. Yaşamak hissetmektir elbette. Şaire göre, hissetmek, bilmek, anlamaktır insana acı veren, onu yalnız kılan. Belli bir yaştan sonra, hülyaları bitmiştir ve bu yüzden hülyasız yaşamın zevki kalmamıştır. Deniz Türküsü adlı şiirinde şair şöyle seslenmektedir Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız, Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız, Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar! ... İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar. İnsan hayal etmediği müddetçe ölüdür o halde. Düşünce şiiri buna uygun olarak şu dizelerle biter: Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi, Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi. Hülyaları olmalıdır insanın; kendisine ama en çok da topluma dair. Tarihi yapanlar, tarihi insani bir biçimde var edenler, her şart altında insanlığın hülyası içindedirler. Hastalıklı bir şartlanmışlık değildir; işkencelerde direnmelere neden olan, darağacına giderken başını dik tutmasına neden olan kişinin. Onlar boş kalmış ve artık tad vermeyen rakı sofralarının yasını tutmazlar bu yüzden de. Kimi zaman gerçekten de haksız bir bırakılışa, bile bile tecrit edilişe maruz kalabilir insan, parasız, evsiz, kimsesiz kalabilir. O noktada yalnızlıktan ağlamaklı dizeler yazabilir sayısız örneğinde olduğu gibi. Yalnızlığı nasıl kavradığına bağlıdır, tecrit noktasındaki seslenişi. Ben Böyle Taşların Çukurların İçinde Kalmışsam Yalnızsam Hor Görülmüşsem Arkasızsam Ve Böyleyse Bahtı Siyahım Yemin Kasem Olsun Ve And Olsun Şart Olsun Yerde Kalmaz Ahım. diyebilmek için yürek gerek.Yaşamını hapislerde,sürgünlerde,işsiz,parasız geçiren ozanın kendi anlatımına bir göz atalım:” Bu devre 951 tevkifatının başladığı devredir. 951 Tevkifatı İstanbul'da Ekim ayında başlatıldı. -… Ben de bir kaç öğrenciden sonra Eylül'e doğru tutuklandım. -… Gene tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemler yapıldı. Ve sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılandı. Gereği şekilde hepsi de cezalandı. Ben şahsen bu davada hiç bir fayda görmediğim için avukat bile tutmadım. Ayrıca birçok gene hapishaneden tanıdığım insanlar da savunmalarını kendileri verdiler. Epeyce direndik. Fakat sonuç olarak şunu söyleyeyim, yüz altmış sekiz kişi bu davada hepsi hüküm giydiler. Bunların isimleri ve aldıkları cezalar yayınlanmıştır. Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arkadaşlarımla olan temaslarımın kanuni olduğunu gizli bir örgüt tarafından yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat kaale alınmadı. Ben savunmamın özünde Marksizmi istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkum edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi ceza evlerine dağıttılar. İlk toplandığınız yer İstanbul 1. Şubeden sonra Harbiye cezaevine, tekrar İstanbul 1.Şubesine ve Yıldız'daki Güvercinlik adı verilen eski bir binada tutuklu kaldık. Böylece iki yıl 1.Şube bir yıl da............... İleri cezaevleri statüsüne göre bütün Türkiye Hapishanelerine dağıtılmış olduk. Son parti Adana cezaevine gönderildik. 1.Şubede kaldığım zaman içinde işkence yapıldı. Havasız ve hatta ekmek ve su bile verilmediği günlerde iki yıl birinci şubenin ünlü odalarında gün geçirdik. Bu arada içerde, bir çok kanunsuz işlemlerin yapıldığı doğrudur. O sırada ruhi deprasyon geçirenlerin ve intihara yeltenenlerin sayısı da oldukça kabarıktır. Adana'ya kadar parmaklarımızdan ve ellerimizden kelepçeli olarak getirildik. Siyasi koğuşa yerleştirildik. Adana'da Zeki Baştımar, Mihri Belli, Şevki Akşit de bulunuyordu. Yedi yıl Adana'da tamamlandı. Adana cezaevinden sürgün yerime gönderilmek üzere salıverildim. Sürgünü geçireceğim Çorum'un Sungurlu kasabasına geldim. Her gün Sungurlunun bir karakolunda İspat-ı vucut ediyorduk, kendimiz gösteriyor ve imza atıyorduk. Kalacak yerimiz yoktu, iş yoktu. Halimiz Allaha kalmıştı. Böylece sürgünümüz devam etti. Neden sonra ordan başka bir yere, iş bulabileceğim bir yere naklimi yaptırmayı istedim. O zaman Sungurlu mahkemesine başvurarak Ankara'ya naklimi istedim. Böylece sürgünün bir kısmı Ankara'da geçti. -…” Bir türlü ardı arkası gelmez şaire yapılan zulmün “Bir gün evimden alınarak götürüldüm. Olaylardan korkan eski yöneticiler ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bir liste yapmış. Bu listede adımız vardı. Tutuklandık. Bizim kendi istediğimiz bir yere ama sıkıyönetim dışında herhangi bir bölgeye gitmemiz teklifi yapıldı. Ben o zaman, kendi memleketim diye, bildiğim ülke diye ve bunca uzun süren hapislik ve sürgünden sonra biraz nefes alırım diye Erzincan'ı seçmiştim. Zaten Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yer seçmemiz gerekiyordu. Böylece Erzincan'a gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Erzincan'a geldim. Birkaç günüm şurda burda gözaltında tutularak geçti. Yollarda bir değişiklik olmadığı için, köyüme çok zahmetli gelebildim. “ 1940 Toplumcu-Gerçekçi kuşağının önde gelen temsilcileri arasında yer alan Enver Gökçe Ankara’da Seyranbağları Huzur Evinde öldü.Geride devletin terk etmişliği,bırakmışlığı kaldı.Yalnızlıksa yalnızlığı yaşadı ama yalnızlığının nedenini biliyordu,dünyaya bakışı devrimciydi,kendi kabuğunda ağlamak yerine o zor koşullarda üretebildiği kadar en iyisini üretti. “İyi bir sanatçı olmak için önce, kendini halkını sevmesi daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi içtenlikle bunu yapmak şarttır. Yaşamı tüm yönleriyle seveceksiniz. İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz. Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız. Ben, Türk halkının içinden çıkmış, halkımızın özelliklerini yapıtlarımda yansıtmaya çalışan genç sanatçı arkadaşlarımı şimdiden kutlarım. “ Böyle bir şairin yalnızlığa bakışı, yalnızlık algısı ve tanımı, kabuğuna çekilmiş terk eden sevgiliye yazdığı gözüsulu dizelerle aynı kefeye konulamaz. Yalnız bırakılmış, adam yerine konulmamıştır. Bütün yaşadıklarına rağmen başı dik, yüreği kırgındır. Yaşamı boyunca başkalarının gittiği yolu seçmemiş, zulme ve adaletsizliğe karşı savaşımını sürdürmüştür. Ölümünden bir yıl önce yazdığı dizelerde, Hastir lan! der kendisine Hastir çeken her şeye. “Döğülmüşüm Süğülmüşüm Koğulmuş. Siktir çekilmişim yani Kendi öz yurdumda. Bir meri keklik gibi Çeker giderim.” Şairleri dünyaya bakışına göre ayırmak gerekir. Dünyanın merkezine kendisini koyup, hep kendini yazanlar. Dünyaya bakarak yazanlar. Kendisini dünyayla birlikte yazanlar. Kendilerini yazarken başkalarını da yazanlar. Belki yalnızca ikiye ayırmak daha yerinde olur. Başkalarının duygularını kendi duyguları yapabilmiş olanlar. Kendi duygularının dışını göremeyecek kadar kendileriyle olanlar. Mutlaka kişinin kendi duygularını reddetmesi, yok sayması söz konusu değil burada; zaten olanaksız. Dünyayı ve insanlığı bir bütün olarak kavrayan şairin yazdığı yalnızlık, aşk, mutluluk şiirlerinde bizler kendi yüreğinize dokunan dizeler bulabiliriz. Dünyayı benmerkezli algılayan küçükburjuva şairinin şiiri,zaten gerek seçtiği sözcükler ve imgeler, gerekse dil ve duygu yükü bakımından, geniş kitlelere değil, kendi benzerlerinin yüreğine uyum sağlar. Şemsiye yapımcıları ıslanmaktan tek kişiyi koruyacak genişlikte kesince kumaşları yağmur değil yalnızlıktır yağan Daha da hüzünlendirir her gece kentin sokaklarını bekçinin nefesiyle düdüğün içinde dönen nohut taneciğinin yalnızlığı Ne çok sevinirim bilseniz bir yılan mezarıma girerde göğüs kafesimin kemikleri içinde kış uykusuna yatarsa Sunay Akın Sunay Akın şiirlerinde aslında şiir yoktur. Genel olarak bir tek şey düşünüp onun çevresini düzyazıyla örer. Yukarıdaki satırlarda, şiir olabilecek unsur, yalnızca tek bir cümledir. Bunu Özdemir Asaf hilyesiz yapmış. Bulduğu imgeyi yazmış; o kadar. Çevresini doldurmamış. Konumuzla ilintisi bakımından Yalnızın Durumları’nı öneririm. düdüğün içinde dönen nohut taneciğinin yalnızlığı.. Sunay Akın’ın yalnızlığı budur. Orhan Veli’nin “rakı şişesinde balık “ olmasına benzer bir durum. (Rivayet edilir ki: “Onat'ın 10.12.1950 tarihli Zafer Gazetesi'ndeki yazısındadır: 'Bir gün kendisine 'bir de rakı şişesinde balık olsam'ı hakikaten şiir diye inanarak mı yazdığını sormuştum. 'Hayır tabii! ' dedi. 'Ama ne yapayım görüyorsunuz Yazık Oldu Süleyman Efendiye'yi yazmasaydım asıl şiirlerim okunmayacak, kendimi anlatamayacaktım. Garip'i o malum ve meşhur dize okuttu. Vazgecemediğim'in okunması için kitabın sonuna o deli saçmasını koymaya mecbur oldum. Baksanıza Destan Gibi okunuyor mu? Bilseydim ona da böyle acayip bir mısra eklerdim.' Bu hareketi ve sözleriyle Orhan Veli, sakal bırakışındaki manayı da anlatmış oluyordu. Alay edilmek, delilikle, züppelikle itham olunmak riskini göze alarak kendisini okutmayı bildi. '(http://www.orhanveli.net)) Tıpkı aşağıdaki şiirinde, yalnızca “başının yastıkta bıraktığı çukur” dışında şiirsellik olmaması gibi… Bilerek mi yanına almadın giderken başının yastıkta bıraktığı çukuru Güveniyordum oysa ben sevgimize vapur iskelesi ya da tren istasyonundaki saatin doğruluğu kadar Beni senin gibi bir de annem terketmişti ki göbeğimde durur onun yokluğundan bana kalan çukur Konu yalnızlık olunca, Orhan Veli rakı şişesinde balık olmak isterken, Yalnızlık evinin müdevvimi Ahmet Haşim’i anmadan olmaz. O öylesi bir yalnızdır ki, günün birindeki o çığlığı hala yankılanmaya devam etmektedir. Akşam, yine akşam, yine akşam Göllerde bu dem bir kamış olsam Can Baba Kamış adlı şiirde bunun dalgasını geçer elbette. Huyudur zaman zaman tehzil yapar. Akşam yine akşam yine akşam Göllerde bu dem kılkamış olsam. Can Yücel Şirin, sevecen çocuk sempatisini yüzünde taşıyıp duran medyatik çocuğu, düdüğün içinde nohut tanesince yalnız şair… O nedenle öter düdük, nohut olmadan düdüğün ötüşü daha bir düz ve kekre olacaktır. Yalnızlık üzerine İsmet Özel, uzun uzun irdelenmesi gereken bir kalemdir. Sabit bir duruş edinememiş; ama her şeye karşı. İsmet Özel, yalnızlığı seçmiş bir şair değil, yalnızlığa kaçmış bir insandır.Belki de sürekli olarak yalnızlıktan kaçmaktadır. Şiir dili olarak ne dediğini birilerinin anlamasının bir önemi yoktur. Nasıl anlasın ki. Bre be bahar Aklı uçkurunda divan şairi mi sandın be beni Hangi aklın imkânı dahilindedir cinayetin tamiri Bahar ikrar etti Bahar tekrar etti Cinayet tamire muhtaç Cinayet tamire muhtaç Cinayet tamire muhtaç dedi Dedi bunu Dile bu kadarını getirdi Bahar söyledi mart nisan mayıs Bahar söyledi eylül ekim kasım İlkbahar söyledi Sonbahar söyledi Cinayet şöyleydi Martındı dedikleri cinayet Aslına bakarsanız Kedilerin müfritliği Bir cinayet martınır mı? Nisanda iç bayan cinayet Temkinli şaşırtıcı ılıman Orta haliyle şaman Nisan ne yapsın martı Martı ne yapsın nisanı Kokunun envaını câmi Mayıs cinayeti. Kuşku yok, şiiri şizofrenik bir bulmaca çözmek olarak algılayanlar, İsmet Özel şiirlerine zaman ayırıp kafa yorabilirler. Çeşitli fikir cenahlarına yolculuklar yapıp, her gittiği yerde karşısındakilerle (vardığı her yerde karşıda oluyor) ,kavga eden birisidir İsmet Özel. Miadı çoktan dolmuş, ikinci yeni üslubuyla ne dediğini kimse anlamaz. Anlamadığını çok beğenen hastalıklı kitlelerin hayranlık duygularına mazhar olabilir kuşkusuz. Kendi internet sitesinden aldığımız dizeler neyi, hangi duyguyu anlatıyor. Anlatıyorsa hangi haleti ruhiyenin ürünüdür ve hangi kitleye seslenir. Konumuz açısından bakacak olursak, ne söylüyor yalnızlığa ve aşka dair? Kim bilir, belki de fazlasıyla ağır gelen duygu yoğunluğu ancak bu biçimde söze dökülebiliyor? Bizim bir cevabımız yok bu sorulara, olması da gerekmiyor.Örnek olsun diye bir başka şiirinden de almak istiyorum,buyurun: Bana bir oyun öğret ben onunla kolayca Alayım gündüzleme palazın rolünü ezberime Kanayım revnaklı ilk köhne baharın vızıltılı Karnıbaharın tuzu ekşisi bol zeytinyağlı Dilimlerden bir dilim iyi pişmişinden İmbat eseninden bir gurûb vakti Daha ne. Dilimse bir dilim gelirsem senin dillerinden Piştik diyelim pîşem sattığım kadarıyla senin pîşen Varıp olayım yasalar dışı gök toplantısı beratı Kasalar içi peynir madalyon semere sürtülmüş ceket Ebeyim hep zaten bana demezler mi ebem kuşağı Hurra! Şapkalar havaya Performanslarımda kapalı gişe ve tezgâh altı halen Yıldız değil miyim salon karardığında kim bilmez Kaldırımda tarağım. Jilet gibiliğimin Sorulur yanı vardır sokak kedilerine güneşim Tüm tezgâhın bahşiş tahsis edilişinde komşuya Şehir havaî fişeklerle sarıldığı sırada ayım Usta ölmeden bana bir oyun öğret İnsan olayım. Uzun yıllar boyu ülkemizin hapishanelerinde yatmış, sürgün edilmiş, şiirleri tüm dillere çevrilip kendi dilinde yasaklanmış, gurbette hasrette ölmüş, ölüsü hala gurbette olan, Büyük ozan, insanın o büyük tecrit edilişine karşı şöyle diyor. Tıraştan tıraşa yüzüne bak, Unut yaşını Koru kendini bitten, Bir de bahar akşamlarından; Bir de ekmeği Son lokmasına dek yemeği, Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman. Bir de kim bilir, Sevdiğin kadın sevmez olur, Ufak bir iş deme, Yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir, İçerdeki adama. İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena, Dağları, deryaları düşünmek iyi. Durup dinlenmeden yazmayı, Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana, Bir de ayna dökmeyi. Yani içerde onyıl, on beş yıl, Daha da fazla hatta Geçirilmez değil, Geçirilir, Kararmasın yeter ki Sol memenin altındaki cevahir! Belki de bu dünyada kişisel olarak çok şey isteyip de onlara ulaşamayanın müzmin yarası olur yalnızlık. Bir insanın mutluluk tanımı,yalnızlık tanımını tahmin etmemize yardımcı olur. Tecritin, on beş yıl mahpusluğun ortayerinde,”sol meme altındaki cevahirin kararmamasıdır” yalnız olmamak. Direnebilmek ve ayakta kalabilmektir. Nazım otobiyografi şiirinde: Yaşadıklarını sıralıyor. “üç yaşımda Halep'te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova'da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu” ………… “hapislerde de yattım büyük otellerde de açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir” ………. “bindim tirene uçağa otomobile çoğunluk binemiyor operaya gittim çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın” ………. “sözün kısası yoldaşlar bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da insanca yaşadım diyebilirim ve daha ne kadar yaşarım başımdan neler geçer daha kim bilir.” Yoruma gerek var mı. Hapishane avlusunda oturup, ömrümün yarısı buralarda gitti diye ağlamaklı dizeler yazmak mümkündür. Çok insan,13 yıllık bir mahkumiyetin orta yerinde, duvarların arkasında kalmışlığının o kişisel acısıyla, kendini dehşetle yalnız hissedecektir. Bunu çok iyi dizelere döküp, bu yalnızlıktan ciltler dolusu hüzün şiirleri çıkartabilir. Zordur gerçekten uzun yıllar mahpusluk. Ne bir evi damı, ne de eşi dostu kalır insanın o kadar zamanda. Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak bu kadar mavi bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldamadan durdum. Sonra saygıyla toprağa oturdum, dayadım sırtımı duvara. Bu anda ne düşmek dalgalara, bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. Toprak, güneş ve ben... Bahtiyarım... Nazım’ı anlatmak daha çok uzun zamanlar boyunca sürecek. Geleceğin yazarları da ona dair kitaplar yazacaktır. Ondan yalnızca toprak ve güneşle bahtiyar olabilmenin sırrını öğrenmeye çalışacaktır geleceğin çocukları. Necip Fazıl’ı da anmak gerekiyor. Yalnızlık bir fenerse, Ben de içindeki mum, Onu, billur bir kâse Gibi doldurur nurum. Bir yerinde “Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur.../Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...” diyen Kaldırımlar Şairi anlaşılamamaktan muzdariptir. Fakat bundan da pek yakınmaz. “Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta; Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum! Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta; Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum! ” Dizelerinden de anlaşıldığı gibi, geceler boyunca adımladığı kaldırımlarda sayısız düşüncenin içindedir. Hülyaları, düşünceleri, duyguları ve kendisi kaldırımlar boyunca birliktedir. Bu birliktelik onun en mutlu olduğu zamanlardır; ki bir türlü bitmesini istemez. Ne ölümden korkar, ne de yalnızlık onun bağrında yıkıcı bir duygudur. Belki bir çeşit uzlet durumudur bu. Şair öylesine hoşnuttur ki bundan şöyle seslenir: “Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları! Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim; Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.” Hatta daha da ileriye gidip, Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin; İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler. Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin; Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler. diyebilmektedir. Yalnızlık, adeta şairin tarlasıdır, orada duygu ürünleri büyütür. Buraya gelmek için, mutlaka yaşama dair pek çok şey yaşamış ve hevesini almış olmalıdır. Yaşama verdiği emeğin ürününü, sürekli adımladığı kaldırımlardan şiir ve düşünce olarak toplamaktadır. Yalnızlık da her duygu gibi olmadık anlarda gelir. Kişi bazen kendini yalnız hissetmez her şeye karşın bazen kalabalıklarda yalnızdır. Çağrısız bir konuktur yalnızlık. Necip Fazıl bir başka şiirinde ise yârini bulamamış bir serseri olur: Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı, Aradım bir ömür, arkadaşımı. Ölsem dikecek yok mezar taşımı; Halime ben bile hayret ederim. Özdemir Asaf bu temada fazlaca yoğunlaşmış bir küçükburjuva şairidir. Onun ünlü “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.” dizeleri, yani tanımlaması anılmadan olmaz. Kesin bir yargıdır. Paylaşılamaz yalnızlık. Kesinlikle haklı; ancak kendini anlayan, kendi sınıfına mensup okuyucu kitlesi açısından haklı. Şimdi yalnızlığın paylaşılamazlığı, tek başına yaşanırlığı, kuçukburjuva bireyini her türlü değersizliğe, değer yitimine götüren, bu nedenle de yozlaşmasına zemin oluşturan bir olgudur. Anadolu’da bir söz vardır: İnsanın acısını (ağusunu) insan alır. Bunun tam tersidir, Yalnızlığın paylaşılamaz bir nane olması. Yalnızlık eğer paylaşılamayan bir olguysa, ne aşkın bir değeri vardır, ne dostluğun, ne de dayanışmanın, kendi etinden vermek diye bir şey olamaz, yalnızlığın paylaşılamadığı diyarlarda. İnsan olmanın ve insani değerlerin okkası kaç paradır. Eğer aşk ve sevgi, dostluk ve arkadaşlık gibi kavramlar, yalnızlığı parçalayamıyorlarsa. Atom parçalanır, yalnızlık kadimdir. Yalnızlık paylaşılmaz yargısına varan insan her halde yaşamında bir kez bile “yalnız kalmak istiyorum” dememiştir. Zaten yalnızdır çünkü. Başkalarıyla yaşanan her tür birlikteliğin ne anlamı var, eğer paylaşılamayan bir şeyse yalnızlık. Paylaşılır bir olgu olmasa, kimi zaman kaçılan ve istenmeyen bir duygu olmaz kuşkusuz. Karşıtı olmayan bir olgu yoktur yeryüzünde. Yalnızlık paylaşılınca karşıtına dönüşür. Yalnızlık bizim en insani gerçekliğimizdir belki de. Her gerçeklik durağan değil, karşıtların sürekli mücadelesi içinde devingen olarak vardır. Külebi’nin “Ben yalnızlığı Gökte uçar gördüm. Ben yalnızlığı Garip naçar gördüm. Ben yalnızlığı Gelir geçer gördüm.” söyleyişi,gayet insani olarak, yalnızlığa dair var olan gerçeği bütün yalınlığıyla anlatır. Bu kısacık ve her okuyanın anlayabileceği şiirde, halkımızın o insan yalnızlığa bakışını bütün boyutlarıyla buluyoruz. Hep bir başka yerde olma isteği vardır ya insanda hani.Hep daha güzel yerlerde olmanın özlemini kurar.Sanki başka bir yerde olsa,yalnızlıkları dağılacak sanır.Neresidir senin yaşamak istediğin yer? Deniz kıyısında güzel bir evim olsa; arkasında orman,diye başlayan tümcelerle betimlenen,hayal ülkelerini,hayal kentlerini,o beldeyi ne kadar çok yazmıştır şairler.Oysa kimi zaman kıraç toprağa bir ağaç dikebilmenin mutluluğudur yalnızlığın kara bulutlarını dağıtan.Bazan da yar ile el ele olunca kuru duvar dibinin cennete dönüştüğü düş. Kuşkusuz yalnızlığa ilişkin daha binlerce şiir vardır.Belki de asıl aykırı adam olan şairin kaçtığı gizli mabedi,yaşadığı her yerde vatanı yalnızlıktır. Herkül Millas ve Özdemir İnce’nin birlikte Türkçeleştirdiği Constantino Kavafis’in o ünlü şiirini anımsamadan geçemiyorum. KENT 'Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin. Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa. Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam; ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya. Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım? Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada gördüğüm kara yıkıntılarıdır yaşamımın yalnızca yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim yaşamımın.' Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler. Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların. Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın, ne bir gemi var, ne de bir yol sana. Nasıl heder ettiysen yaşamını bu köşecikte, yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde. Kuşkusuz, bizim olmak istediğimiz güzel yerlerde de mutsuz, yalnız insanlar vardır.Hatta Nazım’ın Mahpusta bahtiyar olma nedenlerinin tam karşıtı olarak,varlıklıların,para babalarının,her şeyi satın alabileceğini sananların yaşadığı,modern kentlerde,yalnızlık kol gezer,intihar olayları çok daha fazladır,depresyon en çok da oralarda depreşir. Küçük burjuva yalnızlığı, bu sınıfla yaşıt, şifası zor bir marazdır. Çünkü Gorki’nin barsak kurduna benzettiği bu sınıfın yazıcıları, ancak kendi marazi aşklarını, yalnızlıklarını yazarak, geniş kitlelerin nefesinden uzak, kendi ağlama mabetlerinde, kaypaklık terapileriyle, yine de bir araya gelerek rahatlamaya çalışırlar. Bu dünyada eskitmedikleri ne dostluk ne aşk vardır onların. Yarım yamalak mürekkep yalamışlıklarıyla kendilerini sürekli devrimci gibi görmeye, göstermeye çalışırlar. Ancak bu ne korkaklıklarını, ne kaypaklıklarını, ne de duygu sömürülerini örtbas edemez. Gorki küçük burjuvanın tahlilini şöyle yapıyor. Bu çözümleme,onların sanatçılarının,bakış açısını bize net olarak göstermektedir. “Bir de tek başına yaşayan, parazit 'asalak' olanı vardır. …. Fransızca Solitaire (şerit) sözü yalnız tek başına demektir. “ diyor küçükburjuva için.Yani yapı olarak zaten yalnızlık onun kaderidir. ”İnsanın bağırsaklarında yaşayan bir kurttur bu. Bağırsaklardaki usareler sayesinde yaşar. Birbirlerine gevşek bir şekilde bağlı küçük halkalardan ibaret bir şerit'tir. Her birinin ayrı üreme uzuvları vardır. Üç dört metre uzunluğunda da olur. Bu halkalardan 99'unu bağırsaklardan atın, yalnız bir tane kalsın. Kısa zamanda korkunç bir şekilde ürer. Tıp biliminin bize öğrettiğine göre, şerit çelimsiz kimselerde baş dönmeleri ve vücutta genel bir çöküş şeklinde kendini belli eder. Küçük burjuva şeride son derece benzer. Küçük burjuva bir parazittir, bir asalaktır. Başkalarının usarelerini emerek geçinir. Küçük burjuvanın da tıpkı şerit gibi, şaşılacak bir yaşama yeteneği vardır. Hızlı üreme gücüne sahiptir. Her çevreye pek kolayca uyar. Her küçük burjuvanın temel özelliği kendisinin 'bir tek', 'eşsiz' olduğuna inanmasıdır. Bu yüzden o, her merasimde bulunur: 'Bütün düğünlerde nişanlı, bütün gömmelerde ölü' olan odur. Devletin ve toplumun kendisi ile birazcık ilgilenmelerini, kendisine insanca muamele edilmesini ister. Duygularını anlatmakta ve özgür komşunun usareleriyle geçinmekte yine tam bir özgürlük sahibi olmak başlıca meselesidir. İnsanseverdir, insancıldır. Bunu her yerde elinden geldiği kadar ispat etmeğe çalışır.” Başka söze hacet yok,ancak asalaklık yaradılışında var olan yapı,aç gözlü iştahıyla yalnızdır,dostsuzdur ve aşksızdır.Onun literatüründe,sevgi,dostluk vefa,dayanışma,aşk gibi duyguların sahtesi yaşanır veya sahnelenir.Sözü hep edilir.Bir türlü sahicisini yaşayamadığı duygular üzerine sürekli felsefe yapar.Yine de o karanlık yalnızlığından bir türlü kurtulamaz. Doyumsuz olmasından ve yaşadıklarının sahici olmamasından sürekli aşklar ve dostluklar değiştirir. Sonuç:kaçınılmaz olarak kocaman bir yalnızlık olacaktır. Yorgundur,suçluluk duyguları biriktirir tutarsız ilişkilerinden; taşıyamaz hale gelir bu duyguları.Sürekli olarak kirlenmişlik hissiyle yaşar.Sürekli olarak yeni insanlarla, yeni başlangıçlar deneyip fiyaskoya uğrar.İktidarsız bir yaratıcılıkla aynı çemberin etrafında döner durur.Aşka,umuda,sevince,dostluğa vefaya dair söylemleri,bu günah yüklerinden ve kişisel deneyimlerinden çıkan tuhaf sonuçlardır. Sözcükleri iyi cilaladığından,kitlesine yanlışlıklarının formülasyonunu reçete gibi yutturur. Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim Oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim Ben sende bütün aşklarımı temize çektim Murathan Mungan’ın bu dizeleri yukarısındaki açıklamanın belgesi gibi sanki. Yeniden şiirin en başına dönüp cevabını okuyana bırakacağım bir soru sormak istiyorum. Sevgilisiyle Murathan arasında öylece kıvrılmış yatan,yorgun,kirli ve umutsuz geçmiş neden ölü bir yılana benzetilmiştir.Geçmişten taşınan,geri dönülmesi imkânsız şeyler olması nedeniyle,ölü olması doğal.Geçmiş ölü bir yılan gibi ürküntü vericiliğiyle sevgiliyi kaçırmıştır. Neden bir yılandır. Sevgilisiyle Murathan arasında yatan ölü yılan size neyi çağrıştırıyor? Başka sorum yok. Murathan Mungan’ın şiirinin devamına dair bir şeyler söylemeden geçemedim.Aslında bu noktada bırakmıştım.Devam ediyorum: imrendiğin, öfkelendiğin kızdığın ya da kıskandığın diyelim yani yaşamışlık sandığın Geçmişim dile dökülmeyenin tenhalığında kaçırılan bakışlarda gündeliğin başıboş ayrıntılarında zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu. Sense kendini hala yaşamımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim. Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp, gün günden yaşamıma yayılan, büyüyüp kök salan, benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin. Ve hala bilmiyordun sevgilim Ben sende bütün aşklarımı temize çektim Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana Bütün kazananlar gibi Terk ettin Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim. Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum. Bu bölüm sıradan bir düzyazıdır. Dizeleri yan yana getirdiğinde karşında yalnızca,” Ben sende bütün aşklarımı temize çektim” dizesi dışında şiirsel olan başka bir kayıt yok. Murathan Mungan türü şairlerin beslenme alanlarından birisi de, devrimci gelenek ve devrimci edebiyat geleneğidir. Bir yanlarında mutlaka onu bulundurur ve serpiştirirler.” Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.” gibi bir dize bize büyük aşıkların ve serüvencilerin ağzından çıkmış izlenimini veriyor.Çağ sözcüğünü bir olgunun gelişme evreleri olarak düşünmedik burada,aklımıza gelmedi.Oysa “yorgun kirli ve umutsuz bir geçmişten” geldiğini ta başında söylemiştir.Bir sürü aşk bırakmıştır geride,sayısını biz bilemeyiz,şimdi bu son aşkında arınmaya çalışmaktadır..Kirlenmişlik duygularıyla biten aşkları yeni aşklarla temize çekmek, Gorki’nin şerit dediği sınıfa çok uygun düşüyor. “sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine çerçevesine sığmayan munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, yaşamıma. Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? 'Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen' notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00 diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.” Bir kaç benzetme serpiştirilmiş düzyazı.Kuşkusuz düzyazı gibi şiirler olabilir.Hatta bir düzyazı yazarsınız,insanlara duygu aktarır; şiirdir.Çünkü şiirin baş görevi duyguları anlatabilmektir.Hangi yazarın sözüydü şimdi aklımda yok:bütün edebiyat türleriyle anlatamadığını şiirle anlatırsın,anlamında bir şeyler söylüyordu; bana göre de doğrudur.Yukarıdaki bölüm duygulu bir anın düzyazıya dökülmesidir.Kendisini bırakıp gitmiş olan yariyle yapılan hazin bir konuşma; ama düzyazı. Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını Takvim tutmazlığını Aramızda bir düşman gibi duran Zaman'ı Daha o gün anlamalıydım Benim sana erken Senin bana geç kaldığını Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri. Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri yaşamımızdan, olmamıştı, eksik kalmıştı. Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk. Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık. Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize. Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir yaşam girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana. Sinema veya tiyatroda teknik ustalıkla yapılan gösteri anlamında trük sözcüğü bize yabancı geliyor ayrıca günlük dilde kullanılmayan lirik sözcüğü,tabii ki şiirin adında geçen opera; bunlar belirgin çevrelere ait söylemler.Sıradan bir okur için,hiçbir zaman yüksek zümre sanatı olmaktan kurtulamamış olan operanın bir anlamı yok.Yukardaki bölüm de bir düzyazıydı bize göre.Düzyazı derken,yalnızca biçim olarak değil,içerik olarak da düzyazıydı. Yalnız bir Opera adlı şiir bu yazının biraz dışına taşacak kadar uzun.Bu yazının çözümlemesini bir başka yazıya bırakmadan önce diyebileceğimiz şudur. Murathan Mungan’ın bu çalışması içine şiir serpiştirilmiş ortaya karışık düzyazıdır.Ortaya karışık düzyazının içinde arada bir oldukça bireysel bir söylemin dokusuna uygun düşmeyen bilinçli çağrışımlar yerleştirilmiş. “çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.” “Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.” “sonra vaat edilmiş topraklar gibi sayfalar ve günler” daha da eklenebilir. Ayrıca Cezmi Ersöz,Ahmet Altan gibi arabesk yazarların biraz entel olanı Murathan,bu denli kişisel bir şiirin içinde her terk edilenin başına gelecek olayları da naklediyor. Halil Cibran’ın kitaplarında şöyle bir söylem vardır: “Ve bir adam şöyle dedi: 'Bize zamandan bahset.'Ve o cevap verdi:” Tıpkı orada olduğu gibi açıklıyor Mungan vaaz ediyor: ” Gelip size Zamandan söz ederler Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler, öyle düşünürler. Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır. Zaman Alır sizden bunların yükünü O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar dibe çöker. Yaşamta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir. O boşluk doldu sanırsınız Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir” Felsefe yapmaktan, düzyazıya, oradan şiire dolaşan, bir uzun yazıda, yine de ortalama okur kitlesini hesaplayan bir ortaya karışık türüdür, Yalnız Bir Opera.Kendi sınıfının,kirlenmişlik kokan yalnızlığı içindedir. Bu arada anmadan geçemeyeceğim bir dize var: “mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim” dizesi.Mataramda Tuzlu Su İsmet Özel’in ünlü şiiri,Ekşi Sözlüğün rivayetine göre,’ Ayşe Şasa bir röportajda şizofreniyi en iyi anlatan yapıt olduğunu söylemiş..’ Oteller Kenti ise Edip Cansever'in 1985'te yayınladığı bir şiir kitabı. Bunları Murathan bilerek koymuş olmalı, çağrışım yapmaları için. Biz böyle düşünmek istedik; ama bu şiirde geçen: Mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim “Adım onların adının yanına yazılmasın diye” ve “Acı çekecek yerlerimi yok etmeden Acıyla baş etmeyi öğrendim. “ dizeleri de İsmet Özel’e aittir. İsmet Özel’in Erbain adlı kitabından bazı dizeler Mataramdaki suya tuz ekledim...(Mataramda Tuzlu Su şiirinden) Benim adım insanların hizasına yazılmıştır... (Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak adlı şiirinden) acılar çekebilecek yasa geldiğim zaman acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim... (Kanla Kirlenmiş Evrak şiirinden) Murathan Mungan, yalnız kaldıkça İsmet Özel okuyor olmalı. Yalnızlık kimi zaman aradığımız, içinde olmak istediğimiz bir durumdur, kimi zaman da içimizi kavuran bir duygu. İnsanidir gayet, ayıp değildir. Dünyayla kurabildiğimiz bağlarla olumsuz her tür duyguya karşı geliriz. Yaşama müdahale eden her tür olumsuzluğa karşı insanoğlunun mücadele yöntemi birliktelik olmuştur. Yalnızlığa karşı da bu örgütlülüğe başvurur, hep sevdiklerimizi ararız yanımızda. Belki de asıl sorun, çağın darmadağın ettiği insanlıkta, birliktelik oluşturacak birilerini bulamaktır. Çağ bireyleri tek tek yalnızlıklara mahkûm etmektedir. Patlayan boşanma davaları, ayrılıklar… İleri kapitalist ülkelerde artık toplumların büyük bir çoğunluğu uyuşturucu, depresyon ilaçları ve alkolle yaşayan birer makine cıvatasıdır. Kapitalizm insanı insanlığından, yalnızlığa diri diri gömerek çıkartıyor. Kişilerin kurtuluşu da ancak bunun bilincine vararak örgütlenmek olacaktır, elbette ki sağlıklı sevgilerle. Bu çağ yalnızlığına karşı her dostluk ve aşk, kuşkusuz bir kaledir. Ali Ziya Çamur, Yalnızlıklara Karşı adlı şiirinde şöyle sesleniyor. Dar kuyuların poyrazında özlem devinir, Tutuşan arzuların öncesiz yalnızlığında Taç yaprağa düşü/veren çiğler tamamlar birbirini Demler sevgiyi haykırışa dönüşmeden sesler. Buğulu çay bardağına dökülen sevgi Örgütler yalnızlıklara karşı direnci. Görürüz ayrılık şarkılarının sinsi prangalarını Daralan yüreğin düşe/yazan gölgesinde. Sırrı atmış aynasında gizli duyarlıkların Sarar hüzün dilimlerini günün makarasına, Yakamızdan düşen lavların menzilinde Çığlık çığlığa kararır gamsızlığın katarı. Turunç soluğumuz üflüyor son surunu tufanların, Mutların sarmaşık tünelinde kayıyor yalnızlıklar... Yörüngesinde turlarken, yılgınlık dokuyor acılar, Heves salıncağında destelenmiş yığın yığın sorular. Hangi tomurcukta sevdalı yıldızların mevsimi? Masal mı ansıma mı yelkensiz yokuşlarda savrulan? Söylenceler kanıyor güzün soluk sığınağında, Gecenin öksesinde hercai bulutlar küskün, Çekeklere kızaklanmış öfkelerin uçları tuzlu... Engebeli sessizlikte yutkunur heyecansız rüzgârlar. Ayağımın altındaki kıpraşma törpülerken beynimi, Asarım Van Gogh peyzajına vahaların körlüğünü... Ay, mavi dağlarca bulutlara mahpus, Bir rahvan koşu tutturur, şaşı yokuşlarda güneş, Zaman havuzunda halkalanan dalgalar Boyut atlatıyor her ivmede, esriyen suya. Fırlıyor kırık anların şeytan uçurtması, Takılıyor ebemkuşağının en mor ucuna. Ali Ziya Çamur Şair yalnızlığa karşı,ille de sistemin kitleleri tek tek parçalara ayırıp insanlıktan çıkartma silahı olarak kullandığı yalnızlığa karşı,direnişi döküyor dizelere. Kişisel olarak insanlarla kuracağımız dostluk,arkadaşlık,fikirdaşlık ve sevgi bağlarında mutluluğun yıkılmaz kaleleri boy verir. Taç yaprağa düşü/veren çiğler tamamlar birbirini …daha ne olsun… Adnan Durmaz 15.12.2009
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © adnan durmaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |