Mutlu köle çoktur. -Darwin |
|
||||||||||
|
Hanımefendi: “Siz edebiyatçılar fazla kendinizi beğenmiş oluyorsunuz. Kafanızda bir dünya kurmuş, sonra onun etrafında dolanıp duruyorsunuz. Aslı yok, astarı yok şeyleri kurgulayıp yazıyorsunuz… Aşktan, sevgiden söz açıyorsunuz ama biz sizin anlattığınız gibi, özlediğiniz, sevdiğiniz ve değer verdiğiniz gibi insanları neden çevremizde hiç göremiyoruz, anlattıklarınızın hepsi hayal ürünü işte” diye dert yanmış. Mektubunun sonunda: “Siz de bir zaman sonra bir tarafı kalkan yazarlara benzeyeceksiniz” diye sopa ile sırtımızdaki tozu silkelemeye çalışmış. Bu okurum beni “kendini beğenmiş” edebiyatçı takımına herhalde dahil etmiyor sadece kaygı taşıyor olmalı; ama edebiyatçılara, yazarlara yönelik bu eleştiriden ben de payıma düşeni alıyorum kuşkusuz. Ve doğrusu kendi adıma bu duruma çok fazla da sevinemiyorum… Okurun gözünde, “aslı astarı olmayan” bir dünyanın etrafında dönüp duran ve üstelik “kendini beğenmiş” biri olarak biliniyor, tanınıyor ve görülüyorsam vay halime! Demek ki hanımefendi yazdığımız şeylerde bir içtenlik ya da samimiyet bulamıyor! Onların indinde biz: güvenilir, sözüne sadık, yaşamadıklarını anlatan, hayali ile yaşayan ve dediğim dedikçi insanlarız… Aslında istesem, “Bu bir tek okurun görüşü, o kendine göre böyle bir yargıya varmış bu kelamı beni niye bağlasın canım” deyip geçebilirim. Kolaydır bu. Ama yabana atılacak bir şey değil benim için okurun görüşü, yorumu… Hatta rastgele söylenmiş, uydurulmuş sözler de değildir bu eleştiri, mutlaka bir temele dayandırılmıştır diye düşünürüm. Belki de artık tahammül sınırını aşmış bir rahatsızlığın eseridir bu sözleri… Yine şöyle diyor o hanımefendi: “(Edebiyatçı) Kendi içindeki sıkıntıları dile getirip sorgulamaktan başka bir şey yapmıyor. Sonra da belli bir yere gelince, insanlar beni anlamıyor, anlatamıyorum, anlamadılar deyip birçoğunun düştüğü fikre kapılıyor.” Ve ağzındaki baklayı nihayet çıkarıyor: “Artık bende güven kalmadı edebiyatçılara karşı. Gerçek dünya ve gerçeklerden çok uzaklar. Vay onların hallerine!” *** İnanın benim gözümde ha bir kişi, ha bin kişi olmuş fark etmez. İşte bu okurun gözünde resmen kaybetmişiz değerimizi.. “Güven”i zedelenmiş. Okur; ey yazarlar, edebiyat adamları, fildişi kulenize çekilmiş, orada kendi beğenilerinizin, kendi bencil tutkularınızın esiri olmuşsunuz diyor açık açık. Peki yazar kendi beğenilerini ortaya sermeyecek mi ablam, tutkularının peşine düşmeyecek mi güzel kardeşim? E düşecek yani. Düşmeli ve beğenilerini de dertlerini de, sıkıntılarını da dile getirmeli. Zaten yazı serüveni bir tutkunun peşinden koşmak değil miydi? Tutkuları da beğenileri de kendi doğruları da olmayacak mı bir yazarın? Bunlardan vazgeçerse kendini inkâr etmiş olmaz mı!? Yani istiyorsunuz ki okura da bir alan bırakıp onu da yok saymayalım… Hele kalkıp “Beni anlamıyorlar!” diye hiç mi hiç şikâyet etmemeli.. Ortada bir “anlaşılmama” varsa, yazar kendine de pay vermeyi bilmeli. Şimdi bizim bu alanda sınavdan geçeli çok zaman oldu desem ayıp olacak… “Edebiyat adamının işi adım başı sınavdan geçmek olsun, siz kırılmayın yeter ki” desem yanlış anlaşılacak. Peki ne diyebilirim? Ben, bir gazete köşesinde ya da bir dergide, yazılar yazıp, binlerce, on binlerce okura ulaşmıyorum ki. Kendi bloğumda duygularımla yaşadığım şarkıları, kalben kabullendiğim fikirleri paylaşıyorum. Sizlere de bu duyguları okuma fırsatı sunuyorum hepsi bu. Belki bazı bloglar gibi bir makale de milyonlarca okura ulaşan biri olsam söylediğiniz sözde haklısınız derdim. Daha dikkatli olmam gerektiğine ikna olurdum. Çünkü ben örnek bir insanım milyonlarca insan burayı takip edip okuyor, kelimeleri de özenle seçmeli, hayali de gerçekçi kurmalı, insanları doğruya kanalize etmeliyim diyebilirdim. Ama öyle bir durumum yok ki! 12 sene olmuş bu blogu açalı ve yüzlerce yazının olduğu bloğu 12 yılda ancak 1 milyon insan gelip okuma zahmetine girmiş. 12 sene de! Ayrıca siz okursunuz. Ne olursa olsun hiçbir zaman hiçbir konu hakkında “homojen” olamazsınız ki. Ben de sırf sizleri mutlu etmek için sipariş üzerine nasıl yazı yazabilirim acaba? Her düzeyde okur, kendi algılama penceresinden bakıyor işte yazıya. Buna bizim bir itirazımız olabilir mi? Yani kalkıp kendi değer ölçütlerinize göre “iyi” ya da “beş para etmez” diye hükümleri bir çırpıda verebiliyorsunuz… Ve bunu ne kadar da kolay yapıyorsunuz. Acaba o yazı ortaya çıkana kadar ne acılar çekiyoruz, neler hissediyoruz hiç soruyor musunuz? Sonuç itibariyle, bir yazının dünyaya gelmesi için yüzlerce notu, bulaşık teline dönmüş duygu dünyamızın süzgecinden geçirip ortaya çıkartıyoruz. Buna çıkıp birileri aferin sana diyor mu? Demiyor! Ama olmadı, olmuyor deyip bizi hemen sınıfta bırakıyor. Buna bile bir itirazımız yok ki bizim. Fakat bilmenizi isterim ki hiçbir okuyucudan “geçer not” almak için yazmıyoruz… Üstelik böyle bir derdimiz de yok bizim. Kendime, kendim için notlar alıp blogumda, sosyal medya hesaplarımda paylaşıyorum. Yine de genel ortalama okuyucudan “geçer” not almak adına azami ölçüde okunabilir şeyleri ortaya çıkartmaya çalışıyoruz. Hiçbir okura bugüne kadar bizi eleştirmeyin diyemeyiz, demiyoruz. Bizim için okurun eleştirisi, yazara kendini dinleme fırsatı verdiği için yararlı da buluyoruz. Hatta bu eleştiriler olmazsa, kendi kendine sorular sorma imkânı bile bulamayabilir bir yazar diye düşünüyoruz. Sizler karşımıza bu tür yorumlarla dikildiğiniz de bizler de ister istemez “Ben neredeyim?” sorusunu daha farklı soruyoruz. Sonra acaba okurun önünde mi gidiyoruz, arkasında mı kalıyoruz; yoksa ondan tamamen uzaklaştık mı diye dertleniyoruz. Sanıyorum bir yazarın ateşten gömleği de kendi tutkuları ve beğenileriyle okurun özlemlerini buluşturmak olmalı. Ama benim buradaki dünyamda, yazılarım da sadece bir kişinin beğenisini kazanma var. Ben onunla aynı zaman tünelinde yürüyebilmek için buraya kan, ter, gözyaşı ile yazılar asıyorum. Sizin için değil yani. Elinize aldığınız teraziyle her yazıyı alıp ölçmeyi hakkınız olarak görebilir, bunlardan anlamlar çıkartıp hakkımızda kötü şeyler düşünmenize de bir sözümüz olamaz bizim. Sadece biri hakkında verdiğiniz hükmün çok aceleye getirmemelisiniz diye düşünüyorum. Çünkü beni tanımıyorsunuz bile. Bir kere benle oturup konuşmamışsınız, bir kere benimle yüz yüze gelmemişsiniz, bir kere benimle soframda oturup tuz ekmek yememişsiniz, yolculuk yapmamışız! Ama sizin o en hafif eleştiriniz var ya hani; “Sevmiyorum, beğenmiyorum” bu bile bizim içimizde ne yangınlara sebep oluyor bunu da asla bilemeyecekseniz. Ama bir saniye! Başka bir konudan içinizi birileri yakmış ve siz buraya onun acısını çıkartmaya gelmişseniz o konu başka! Evet o zaman beğenmeme, acı konuşmaya hakkınız olduğunu düşünüyorum. Ama o kişinin ben olmadığımı da bilmenizi istiyorum. Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |