"Usun ve deneyimin aksaçlılarınki gibi, ama yüreğin masum çocuklarınki gibi olsun." -Schiller |
|
||||||||||
|
Her şeyin yeni yaratılıyormuş gibi kalpleri fethettiği çocukluk çağlarından başlayacak kadar fotografik bir hafızaya sahibim maalesef… Bu durumun benim için bir lütuf mu, iyilik mi yoksa bir lanet mi olduğunu henüz kestiremesem de benim çocukluk dönemlerimde evimizde her zaman bir misafiri başköşede otururken görürdüm. Yemeklerin yendiği, çayların yudumlandığı bir ev olarak hatırlarım. Ancak bu evin gün doğumuna bakan tarafı değil de gün batımına bakan bir damı olmasaydı bugün sizlere kitaplar hakkında herhangi bir söz söyleyemeyebilirdim. Evin damındaki o ahşap masada günbatımına her baktığımda hüzünlenmem ve kitaplarımı masaya yaymam için konulmuştu sanki… Evde yedi kardeşin varlığı, gelen giden misafirlerden müteşekkil hummalı çalışmaları ve evin gün batımına ters yöndeki mutfağından burnuma yemek kokularının geldiği anlarda, ben asma altına özenle yerleştirilmiş masada en küçük erkek çocuk olmanın keyfini ödünç aldığım kitapları okuyarak geçirirdim. Ara sıra içerden annemin “Oğlum yemeğe gel.” diyen sesini duyardım. Benim yanıt vermeme çoğu kez gerek kalmazdı. Çünkü annemlerle ve ablamlarla aramda duran babamın, anneme seslenerek; “Yuşa’ya karışmayın, kitap okuyor, sonra gelsin yesin.” diyeceğini bilirdim. Annemin, kitapları bahane ederek yumuş buyurmamdan ve iki kere sofra kurmasından bunaldığını bilirdim. Bu yüzden anneme değil en çok nazımın geçtiği en büyük ablamdan yemeği ısıtmasını ve hazırlamasını isterdim. O da kıramazdı zaten… Kitap okumak, benim için çocukluk dekorunu oluşturan kentin, komşu ve misafirlerimizden ibaret sandığım bu dünyanın dışına çıkmamın tek aracı olduğu bilinciydi. Bu yüzden kitap okumamın bir ritüeli vardı her zaman… Bu ritüel Adana’ya taşındığımızda da sürdü. Çünkü yeni evimizin inşaatında tüm kardeşlerimle birlikte çalışıp yapmıştık. Bu seferki mekân bir köydü. Dağın eteklerinde, ırmağın dibinde ve portakal, limon, greyfurt bahçelerinin dibinde… Bu evin damına da aynı tertibatı kurmuştum. Gün batımında ahşap masam hazırlanacak yahut yaşıtlarımla sokakta vurdulu kırdılı oyunlar oynayacaktım… Çocukluk yıllarımda okuduğum kitapların çoğu bu yüzden hep yırtık pırtık olurdu. Adana’nın yaz aylarında işlerin çokluğu nedeniyle çevre illerden gelen işçilerin, şoförlerin ve toprağı işlemekle görevli ırgatların telaşının eklendiği yaz günlerinde, bir roman kapıp köyün dışındaki dut ya da incir ağaçlarının gölgesine sığınmak ve orada saatlerce oturup kitap okuması yapmışlığım çoktur. Bir gübre çuvalı, bir çaydanlık-demlik ve ateş yakmak için bir kibrit ve bir kitap beni bu insanların dünyasından çıkarmakla kalmaz, doğadaki seslere, sıkıntıdan patlayıncaya kadar karıncaları izlemeye, başımı kaldırınca gördüğüm incir ağacının katılığına, dut ağacına ve en fazla dünyanın dışında olmak duygusuna götürürdü. Ne kadar da uzaktım herkesten, ne kadar da yabancı. O yalnızlıkta Gazap Üzümleri’nin Tom’u annesiyle fısıldaşır, Emile Zola’nın Nana’sı çamaşır yıkar, Sefiller’in Jean Valjean; Paris’in gizli geçitlerinde intikam için gün sayıyor olurdu. “Çanlar kimin için çalıyor”, o günlerin sorusuydu. Aslında yalnız değildim. Dostlarım, arkadaşlarım ve yoldaşlarım hep vardı. Çukurovanın kızıl toprağından kabaran, ıslanan sayfalar kurur kalınlaşırdı, rüzgârdan ve tozdan biçim değiştiren, bozulan kitaplarımı gören köylüler o kadar kalın kitabı ne için sürekli yanımda taşıdığımı merak ederlerdi… “Rüzgâr Gibi Geçti”, o ağaçların gölgesinde odun ateşinde içtiğim çayın kitabıdır, “Cennetin Doğusu” da oranın. “Yasımı Tutacaksın”, oranın. “Ağlama Anjelika ya bu gece sana bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın.” diyen El Cordobes’in sesi esen ılık rüzgârda uğuldayıp dururdu. Harper Lee’nin “Bülbülü Öldürmek” kitabı, Amerikan taşrasının daha sonra Foulkner’dan ve Steinbeck’ten okuyacağım dünyasında çaldığım ilk kapıydı. Dışarıdan korkulu görünen, ama odalarına girildikçe korkunun yerini hüznün aldığı bir evdi onlarınki. Gazap Üzümleri’nde Tom abiye duyduğum hayranlık… Yoksulların haklarını savunduğu için kaçak olan Tom’un çalıların arasında gizlice buluştuğu annesiyle fısıldayarak konuştuğu o sahne, benim anne-evlat ilişkisinde bildiğim en etkileyici sahnelerden biriydi. Bir anne oğuldan çok, iki âşığın buluşması gibi olan o buluşma. Cennetin Doğusu’nda efendi uşak ilişkisindeki tersyüz edilmişlik, baba ve oğullar… Velhasıl Steinbeck’in tüm yazdıkları… Antep’teki Atlas Kitapevi’ni unutmamam lazım. Evet, okul harçlığım ve aldığım burslarla kapısına ayda bir dikildiğim ve raflarında dizili duran kitapların kokusunu içime çekerken seçtiğim kitapların yurdu olan Atlas Kitapevi… 3 basamaklı bir merdiven vardı Atlas Kitapevi’nde. Yaşım ilerledikçe üst raflara tırmanma ihtiyacı duyduğumdan 3 basamak yetmemeye başlamıştı. Çünkü Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Beyaz Geceler’i, Tolstoy’un Anna Karanina’sı üst raflarda diziliydi. Emily Bronte’nin her daim benim kitabım olan Rüzgârlı Bayır’ı, İnce Memed’ler, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu hepsi üst raflara tünemişti. Yine Atlas Kitapevi’nde bulduğum Marco Polo, Büyük İskender biyografileri, Genç Wherther’in Acıları… Lise yıllarının keşfi Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’suydu. Proust’un, Geçmiş Zamanın İzinde’si ve Rilke’nin, Malte Laurids Brigge’i kalp ve aklımı zenginleştiren kitaplardandı. Artık üniversite okumak için Beşiktaş, İstanbul’a ilk yerleştiğim aylarda okuma işinin dozunu adamakıllı arttırmaya başlamıştım. Sartre’ın Uyanış-Bekleyiş-Tükeniş üçlemesi. Anlamakta zorlansam da okumaktan vazgeçmediğim Joyse’un Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi. Sonra Beckett’in oyunları, Camus’nun Yabancı’sı, Kafka’nın Dönüşüm’ü, Ölü Canlar, Oblomow… Üniversite’de talihsiz bir olaya karışıp okuldan atıldıktan sonra taşındığım Küçükçekmece’li yıllarımda Ortadoğu Gazetesi’nde işe başlamıştım. Burada yürüyen kütüphane dediğim bir ablamızın yönlendirmeleriyle etkilendiğim diğer kitaplar, gerçeği Doğu’da arayan Batılıların romanlarıydı. Durell’ın İskenderiye Dörtlüsü, Poul Bowles’un Esirgeyen Gökyüzü. Sonra bir dönem nerdeyse sadece biyografi okuma hevesim iyice artmıştı… Henri Troyat biyografileri, özellikle Dostoyevski, sonra fazlasıyla sarsıcı olan Kazancakis’in El Greco’ya Mektuplar’ı. Ama sanırım benim açımdan dönüm noktası Jung’u okumam oldu. Jung’tan sonra okumalarımın yönünü biraz daha değiştirmiştim. Bu sefer daha çok şiir ve teorik kitapları okumaya başladım. Burada adlarını sıralamaya imkan olmayan kitaplar… Ama Yaralı Bilinç’i saymak zorundayım. Daryus Shayegan’ın bu kitabı benim bakış açımı çok değiştirmişti. Tabii Borges’i unutmak mümkün değil. Marquez’i, Calvino’nun Görünmez Kentleri’ni… Conrad’ın sömürgecilik eleştirisini, Arthur Miller’in Satıcının Ölümü. Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’u. Ve elbette şiir: T.S. Eliot’ın Çorak Ülke’sinden çok Dört Kuartet’i, Pound’un Cathay’ı, Poul Celan, Seferis, ‘O Çılgın Nar Ağacı’ diyen Elitis sonra, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Haşim, Cahit Sıtkı, Necati Cumalı, Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Cemal Süreya, İsmet Özel, Sezai Karakoç, Erdem Beyazıd, Edip Cansever… ilaahir… Ve sonra kadın yazarların sesinin peşine düştüm. Edebiyatta çok derinden, tenin içinden gelen o sesin peşine. Bir tür akrabalığın yarattığı soy gibi kök duygusuyla yaptığım okumalar Bachman’ı, Duras’ı, Yourcenar’ı, W.Wolf’u getirdi önce. Sonra Frieda Kahlo’nun mektuplarından sızan acılı sesin, Ahmatova’nın kuzeyli yaslı sesinde karşılık bulduğunu gördüm. Evinden hiç çıkmadığı söylenen Emily Dickinson’un sadece isim değil, ruh kardeşi de olan Emily Bronte ile yakınlığı. Kuzeyin hüzünlü Edith Sodergran’ı sonra. ‘Kasaba kasvetlidir’ cümlesiyle romanını başlatan Carson Maccullers. Ve elbette şiirin bir adanma olduğuna beni ikna eden Furuğ Ferruhzad… Furuğ’un ve tüm bu ablaların oluşturduğu hüzünlü aileye Portekiz’den ‘buğdaylar kesildi’ diyen Sofia de Mello’yu, Amerikan şiirinin rahibesi Elsabeth Bishop’u da katmalı. O büyük yalnızlıklardan, o acılı kalplerden süzülen satırlar, dizeler birleşip büyük bir kalp olmuştu sanki. Eleni Vakalo’nun babasının cam gözlerini çıkarıp parlatması gibi mesafeler aşılmıştı işte… Tüm o kadınların ve erkeklerin yazdıkları ve dahi eskilerin Hafız’ın, Mevlana’nın satırlarıyla birleştiği noktada bir tekâmül olmalı. Yazının açtığı yarayı yazı kapatır. Yazının yarattığı tutkuyu ancak yazı dindirir. Erken başlayan okuma maceramın yarattığı hüzünlü yalnızlık duygusu üzerine çok düşündüm. Hüzünlü olduğum için mi okuduğum her şey iyileştiriciydi. Yoksa gerçekten hüzünlü müydü okuduklarım? Yalnız olmadığımızı bilmek için yazarız, derler. Hüzün hep var, ama hüznü gideren de yine kitaplar oldu. Yazmak oldu. Torosların bitim noktasındaki adı Gavurdağı olan son dağdan, benim olan olmayan tüm kitaplara sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum tekraren… Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |