Her gün yeniden doğmalı. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
41 yaşındaki Azmi, hayvan tüccarıydı mutlu hayatında, sığır üretip satardı, bu işlerin içinde büyümüştü, babasının işi buydu, kurbanlık için da et ve et ürünleri üreten şirketler için. Köyde bir çiftliği vardı, tarlaları vardı. Ondan sığır satın almak için gelen bir baba ve iki oğlu vardı, kamyonla, dört sığır satın almışlardı, asmanın altında çay kahve içmişlerdi, Azmi müşterisi şişman adamı ve iki genç oğlunu çok sevinmişti, kalacak yeri olmayan ve otele gidecekti, kıt kanaat geçinen ve borç parayla hayvancılık işine gidip hayatlarında devrim yapıp parayı bulmak isteyen bu her türlü zorlu mücadeleyi göze alan adamı ve oğullarını çok sevmişti, onlarla güzel bir bağlantı kurduklarını, kardeşlik gibi bir bağ oluştuğunu hissetmişti Azmi, şişman adam ve oğlu birkaç ay sonra yine geleceklerdi sığır almaya, Azmi’nin gönlü elvermedi onların otelde kalmasına, bu kimseleri evinde ağırlamak istedi. Adamları eve aldı. Karısı ahırdan gelmiş, üstünü çıkardı banyoda, banyo yapacaktı; ama fikir değiştirdi, salondan gelen adam seslerine kulak kabarttı, gürültülü sohbete, Azmi geldi yanına, durumu anlattı, kadın isyanlara girdi: “Bana neden danışmadın, elin adamlarını neden koydun içeri. Onları tanımıyoruz ki.” Verdi veriştirdi, küfür etti, saydı, haşladı kocasını. Azmi, sessizce güldü, kur yaparak tatlı sözler söyledi; ama kadın daha da kızdı; “defol git başımdan pislik herif, dinden imandan çıkarma beni!” “Güzel insanlar, ya bırak, sabah gidecekler!” “Hizmet etmem, köpekliği sen edersin artık!” “Ederim.” Dedi, içinden gülerek, karısının öfkeli hali ona komik gelmişti, kaprisi. Sabahın alaca karanlığı vardı, muazzam ferahlatıcı ve yaşam sevinci veren bir yaz sabahıydı, tek katlı evin açık penceresinden az ilerdeki ot yığınından içeri ot kokusu geliyordu, Azmi kamyon sesini duydu, motor çalışıyordu, ses git git uzaklaşırken Azmi uykunun ağırlığıyla ezilip kayboldu, daldı. Uykuya dalmadan önce şu sözleri duydu: Şişman adam: “çabuk olun, çabuk olun” diyordu. 25 yaşındaki büyük oğul gülüyordu, 22 yaşındaki oğul ise; “çok tatlıydı” diyordu, oğullar kendi aralarında sohbet ederek ilerliyordu, ayak sesleri, hızla gitti, eridi, kamyon sesi hızla gitti ve eriyip yok oldu. Saat altıya geliyordu, Azmi sevinçle uyandı. Yeryüzünde kim uyanır sevinçle, işkolikler, Azmi gibiler. Pencereden baktı, kamyon ve şişman adam, oğulları görünmüyordu, gitmişlerdi. Azmi buna bir anlam veremedi, onlara çok güzel kahvaltı hazırlayacaktı, tavuk kesip pişirecekti. Üzüldü, işinin peşinde erkenci adamlar diye düşündü, kimseye yük olmadan hazırlanıp çıkmışlardı, kahvaltıyı da bir yerde yapacaklardı demek, Azmi üzüldü, yapmasaydın be dayı, adam ondan on yaş büyüktü. Çiftlik işçilerinden biri ağlayarak kapıyı çaldı, Azmi, hızla kapıya gidip baktı. “Azmi abi çok kötü bir şey oldu, çok kötü. Korkuluk kanlı gözyaşlarıyla bir süre Azmi’ye bakakaldı. Ağlıyor ama konuşmuyor, konuşamıyordu. Şok içindeydi, sonunda kendini konuşmak için toparlamaya başladı, kendini bıraktı: “Çok kötü bir şey oldu.” Önüne baktı suskunlukla. “Ne oldu?” diye sordu Azmi, konuşsana oğlum?” Ona yaklaştı, bir omzunu tuttu. “Ahırda” dedi, konuşamadı, diz çöktü, ağlıyordu. Konuşmak istemiyordu, anlatmaya korkuyordu. Azmi, koşarak ahıra girdi, ahırın girişinde oda gibi yer vardı, ocak, burada üçayak üstünde malların yiyeceği içeceği ısıtılırdı, isten simsiyah olmuş kazanda , yal verilirdi sıcak sıcak. Azmi, 12 yaşındaki kızını yerde yüz üstü çırılçıplak yatarken gördü, yanına geldi, diz çöktü, yer kan gölüydü, kızı çevirince boğazının kesildiğini fark etti. Bir süre ağladı çakıldı kaldı, hiçbir şeye dokunmadı, bu acıyı taşıyabilir gibi hissettiği an, bu fena görüntüyü, koşarak eve gitti, karısını evde bulamadı, ona seslenip duruyordu, ahır ve çevresine bakacaktı, kapıda aynı noktada oturmuş donmuş ya da hayalet görmüş gibi duran, sigara içen 15 yaşındaki çalışana baktı, çalışan elini kaldırdı ve samanlığı işaret etti. Samanlığın arka tarafına geldi, karısı saman yığınına yaslanmış oturur vaziyetteydi, çırılçıplaktı, elleri arkadan bağ teliyle bağlanmıştı, ağzı çuval parçasıyla arkadan bağlanmıştı, morarmaya başlamıştı, boğularak öldürüldüğü açıktı, boynunda kızarıklık vardı, fena dövülmüştü, yüzü gözü vücudu dayak izleriyle doluydu, direnmiş olmalıydı. Memelerinde diş izleri vardı. Cinsel organ bölgesi bu izlerle doluydu. Sonra olay yerine jandarma, savcı, adli doktor geldi, uzmanlar delil toplamaya başladılar. 3 yıl… geçti ve jandarma hiçbir ilerleme kaydedemedi, davada hiçbir ilerleme yoktu, Azmi bu olayı unutmaya başlamıştı, işine gücüne çok ara vermemişti, 12 yaşındaki kızı ve 35 yaşındaki karısı içinde çok özel bir köşede, anıt gibi, düşsel bir dünya gibi duruyordu, yüzlerce binlerce anıyla; ama Azmi o sihirli kapıyı aralayıp içeri bakmıyor ya da o dünyaya adım atmıyordu, o büyülü köşedeki eşsiz varlıkları ruhunda hissediyor; ama onları irdeleyip araştırmıyordu, çünkü hayata devam etmesi için onları içindeki o sır köşede hapsetmesi gerekiyordu ve asla o kapıdaki kiliti açmaması lazımdı, bir şeyleri içime gömdüm der insanlar, işte azmi tam da bu deyimin gerektiğini yapmıştı. Güzeller güzeli karısı, ve neşeli kız çocuğu olmadan da yaşamak mümkündü; çünkü sabahın köründe kalkmak gerekir hayvanları doyurmak için, ve çiftliğin diğer bir sürü işi… Kendi yetiştirdiği sığırlar hariç uzak yerlerden aldıkları vardı, sığır satın almak için gittiği köyün birinde 25 yaşında çelik gibi sert ve saf bakan, çok farklı bir kızla, enerjisi farklı bir kızla muhatap olmuştu, yıldızlar arası yolculuk yapmış gibi ya da düşsel bir varlıkmış gibi bakışları vardı bu çekici varlığın. Genç kız konuşurken Azmi onu izliyordu ve ilk anların etkisi kırıldıkça, o gözlerin, o sert bakan gözlerin ardında başka şeyler görmeye başladı Azmi, kızın içinde, derinlerinde çok hoş ve parlak bir şey taşıdığı belliydi. Ara ara bakışlarındaydı bu ışık, (ısrarla ve titiz biçimde sakladığı hazinesi) o inanılmaz galaksi, evet, bu kız evrenin merkezi gibiydi. Alıp götürmüştü Azmi’yi, çocukluğunun ekin tarlalarına, sırtında ot yükü çeken annesinin yanında olduğu en mutlu zamanlar… lacivert iş tulumu vardı üstünde, genç kızın, ayaklarında sarı uzun çizmeler, (sarı çizmeli Mehmet ağa şarkıdaki gibi) sarı saçları tek örgülüydü başının arkasında yürekli bir Rus havası gibi uzanıyordu yılan gibi, Azmi kızı görünce çok şaşırmıştı, hemen ardından sarsılmıştı. Ahır giysili genç kadın sanki buraya ait değildi, Onda çok yüksek dereceli bir ışıltı vardı, o cinsten bir kalite… bu kızın bu aptal ve pis kokusu ve karanlık ahırda işi ne, o vücutlarının bir kısmı boklu hayvanların arasında işi ne? Ayna önünde otur, güzel saçlarını saç, tara usul usul, şiir oku, şarkı söyle, dans et, kitap oku, pasta yap kek yap, lanetlik gündüz kuşağı programlarını izle kitaplar bayınca, çay iç, gece yıldızları seyret, kahve iç, kırlara uzan, kelebekleri seyret… olmuyor tabi ki, geçim sıkıntısı her karanlığa ve acıya bulaştırır insanı pisliğe. Ahırın kapısı açık, kız kapı önünde, eşiğin biraz gerisinde duruyor, sohbet akıp gidiyor: Kızın babası bastonla zor yürüyor, küçük adımlarla, gidici gibi görünüyordu ama 10 senedir böyleydi, bir türlü gitmiyordu, gözleri iyi görmüyordu, kulakları ağır işitiyordu. Birçok hastalığı vardı, birçok hap kullanıyordu. Bazen günlerce yataktan çıkamıyordu, çok zorlu mücadeleye sahip bu kız sekiz sığırını satacaktı Azmi’ye. “Ahıra gir” dedi kız, “sığırları incele.” Azmi şöyle dedi; “dayıyı bir göreyim.” “Maalesef o uyuyor şimdi.” “Uyandır lütfen.” Öyle ya, belki de bu genç kadın bir hırsızdı, yaşlı adamı öldürmüş ve sığırlarını satmak istiyordu, sevgilisiyle ortak. Bu numarayı bir vestern filminde izlemişti Azmi, her nedense ahıra girmek istemiyordu, belki de iki adam ona keser sapıyla pis şeyler yapacaktı, onu bir şey satma bahanesiyle buraya getirip öldüreceklerdi, Samsunlu seri katil Orhan hikayesindeki gibi. “Sen mallara bak önce, çay yaparım, kahvaltı yaparız, babamı da kaldırırım.” “Şeyyy.” “Durma orada korkuluk gibi, işimize bakalım, almayacaksan başkasına satarım!” Son cümle Azmi’yi biraz ikna etti; ama içinde bir terslik vardı, bu kızın yalancının teki olduğunu seziyordu, ayrıca ahırda onu ne bekliyordu bunu bilmiyordu. Ve kız elindeki satırı bırakmamıştı, ahıra girince kaynayan kazana birkaç dilim kabak kesip atmıştı ve satırı yerine koymamıştı, unutmuş olmalı lafa dalmaktan. Belki de unutmadı, evine mal satmak için adamları çağırıp onları kesip öldürüyordu sapık kocası ya da babasıyla ya da dediği her şey doğru ve bir güzel kız olarak ahırda tecavüze uğrama korkusuyla satırı elinden bırakmıyordu. Azmi kızın emrivakisine direnemedi. Azmi ahıra girip sığırları incelerken arada kıza da göz atmıştı. Bir kez, çaktırmadan. “Bana ne bakıyorsun inceliyorsun?!” “Yok ya!” Bu Azmi’yi çok rahatsız etti, anında orada çekip gitmeyi düşündü ama kızın gözlerindeki enerji sanki buna izin vermiyordu. “Sığırları alacaksın, beni değil; işine bakar mısın?” Azmi güldü, enselendiği için çok kötü hissetmişti, ve biraz utandı, kız uyanığın tekiymiş. Cahil saftriğin teki sanırım diye düşündü, paranoyak. Alıcı gözle baktığını ne çabuk anladı, nasıl anladı? Kızın belindeki kılıfındaki bıçağa baktı, tulumun kenarından aniden göründü: “O bıçağı neden taşıyorsun?” “Benim yerimde olsan neler taşımazdın?” Azmi gülümsedi kendini salatalık gibi hissetti. Kız sığırlardan söz ediyordu, onlardan adlarıyla söz ediyordu; “nasıl satacağım bunları?” Aniden yıkıldı, ağlıyordu, Bir eliyle alnını sıvazladı. “Bunlardan nasıl ayrılacağım, yıllarca evladım gibi baktım.” Azmi, sığırları inceliyordu, aslında sığırlar umurunda değildi; çünkü kızın mücadeleci sitilinden, gözyaşlarından çok hoşlanmıştı, samimiyetinden, kendini koruma içgüdüsünden. “Bunlara tek başıma bakmak zor tabi, eşin birileri olsa iyi olurdu.” “Yok.” Azmi, kızın evli olup olmadığını sinsice araştırıyordu. Ve kız yine kaçırmadı; “açıkça evli olup olmadığımı sorabilirdin, kurnaz tiplerden hiç haz etmem.” Azmi güldü yine. Bu kez daha havalı biçimde, bu diyalog bir paslaşmaydı sanki, insanları birbirine çekip bağlayan, birbirini öpmesini sağlayan ruhun ya da iyiliğin, vicdanın. Azmi sığırları inceliyordu, birkaçı yerli ırk, birkaçı ithal ırk, sarı, siyah, kahverengi, ala.. Simsiyah olan dişi, yerli ırk, ne güzel bir inekti, ne kadar büyüktü, memeleri de. Aslında sığırlar umurunda değildi; çünkü genç kız Azmi’nin standart bakış açısını askıya almıştı; “duygularını karıştırma, işini yap, bas git, kar et.” En çok istediği kızdan, kızın elinden çay içmek, sunduğu bardaktan ve onunla sıradan bir sohbet…onun tatlı ışıltılar saçan gözlerine bakarak. “Tekrar olacak ama.. Bunlara tek başına bakmak zordur iyi bilirim, bir anne, abi, kardeş olur genelde, kimse yardım etmiyor mu? Evli olsan kocan yardım ederdi.” Bir çırpıda söyledi patlama yaparcasına: “Aman iyi ki evli değilim, kocam olsa kesin kaçardı arkasına bakmadan… bunlar sebebine evlenemiyordum da, beni çok isteyen oldu, hem onlara bağlandım hem babama, onlar sığırları istemediler, babamı da. Beni alıp götürmek istediler buradan, tüccar misali, ben gidersem babama kim bakacak?” Azmi, kıza çok acımıştı, her neyse, sığırlar onda kalsın, üstüne para verip buradan ayrılabilirdi, aslında kız güzel diye bu bonkörlük. Kız çirkin olsa böyle düşünmezdi. Her neyse, güzel yüzlü ve yürekli kız için buna değerdi, arada zordaki insanlara destek olmak kazancı bollaştırır ve onu iyice kutsallaştırır. Şeytan karışmaz o işe derler, ekmeğe. Durup uzun uzun kızın yüzünü seyretmek, çaktırmadan incelemek, düşünmek ve böylece tat almak istiyordu. Ona bakarak düşüncelere dalmak. Gözüne kaşına, dudağına, çenesine…sezgisel olarak ateşten demir gülle gibiydi o dürtü içinde. Bu olay için ona birkaç dakika, bir dakika bile yeterdi, tatmin olur, mutlu olurdu. Mümkün olsa Azmi kızı orada bok içindeki ahırda ele geçirirdi, zarif görünen kız da hayvani zevk çığlıkları atardı belki de ve bastonla babası gelirdi ve… Azmi liseliler gibi zırva şeyler düşündüğünün farkındaydı. O salak dürtüyü yatıştırmak yok etmek için dostça bir çaya çok ihtiyacı vardı. Hiç olmayan bir şey hissetti ailesini kaybedeli, ilk defa. Bir genç kızı beğenmişti, heyecan hissetmişti. “Aptallık etme, acındırıyor kendini, para kaptırma buna” dedi kafasındaki diğer ses, yalancı belki de.” Azmi, her zamanki gibi işi ucuza kapatmaya çalışacaktı; ama bu kez iş başkaydı, şiirsel, yumuşak ve tatlı mavi bakışlarıyla farklı bir varlık vardı karşısında. Yer yer çocukça bir ruha bürünüyordu bu varlık ve bu işi eğlenceli kılıyordu, iletişimi. Bu da çok mutlu etmişti Azmi’yi, işte çekicilik denen şey buydu, bu heyecan vericiydi. Genç kız trajik söylemine devam ediyordu, sığırlara bakmakta çok zorlandığını, üstelik babasının da yardıma ihtiyacı olduğunu anlatırken “ağlamayacağım” diye belirtip ne kadar zorlasa da kendini yine ağladı, annesi kısa bir süre bakmıştı ara ara yatalak adama ve kaçıp gitmişti bir adama. Evin tek oğlu da yıllardır şehirde ne haltlar yiyorsa… “Takma kafana” dedi, sigara yaktı azmi, kız da sigara istedi ve azmi onun sigarasına çakmağı tuttu, bu iş hoşuna gitmişti ama; “sen içmesen” Gözleri gibi akciğerleri de tertemiz olsa gerek. Güldü: “Arada biri ki yakarım. Ne fiyat vereceksin sığırlara dayı?” “Dayı mı, ne dayısı!” diye düşüncü, öfkelendi ve içi acıdı, moruk tayfasından sayılmaktan. Nerdeyse kıza parlayacaktı. “Eh, senin gibileri değil, gencecik ve yakışıklı tipleri sevecektir herhalde” diye eleştirdi kendini. Sığırlara fiyat ne dese? “Ona geliriz, acele etme, babana olan bağlılık doğru; ama sığırlara olan bağlılık pek doğru gelmedi bana, endişe etme, Kız güldü, Bu gülme cesaret verdi Azmi’ye: “Düzgün biriyle evlenirsin, mutlu olursun.” Kız alaycı baktı: “Pis ve zahmetli moruk baban geberip gider, rahat edersin diye düşündün değil mi?!” dedi kaşlarını çatarak, sanki mahalle kavgasında on yaşındaki çocuk emsaline çatıyor maç esnasında. O bakışları saçıyordu çocukluğundan “Asla; neden böyle düşündün?” “Üç kişi böyle düşündüğünü söyledi, aynı senin gibi.” Azmi berbat hissetti, salak gibi. Azmi, gülümsedi görkemli bir felsefeci, psikolog ya da gönül dostu bir arif kimse gibi görünmeye çalışarak dedi ki; “çok tuhaf, iyi birine benziyorsun, birini kandıramadın mı, babana da bakardı. Aklını kullanan her istediğini elde eder.” Kız güldü şiddetli biçimde makara yapar gibi: “Tüccar zihniyet bu. İşin içince gönül ve ruh yoksa o iş cehenneme döner.” Azmi, başını salladı, çok tuttu bu sözleri: “Şu ara seninle evlenmek isteyen yok mu?” “Nasıl olsun ki, sorun ağıyım, bilişim ağı gibi, dertli kızı kim alır ki, kızı almak demek sorun ağını, dertlerini almak demektir, o kadar sağlam kıçı olan yoktur hayatta. Varsa da bana denk gelmedi, gelmez. Hadi gel var bana hep hoş günler geçirelim, birbirimizin gözünün içine bakalım türünde adamlardan bıktım. Yiyelim içelim, günümüzü gün edelim, ederiz sanıyorlar, bunlar yaşayan ölülerdir. Çok çabuk sıkılırım o işlerden.” Vıcık vıcık aşk ilişkisini kast ediyor herhalde. Kız gülüyordu çocuk gibi. Azmi gülmedi, sözüyle havalı görünmek de umurunda değildi, ve kendini bıraktı ona, kıza öyle bir baktı ki, ona ruhsal bir hayranlıkla bakıyordu, farkında değildi, kız da bunu fark etti. Bu bakış farklıydı, kız anlar. “babam varken kim alır beni ?”dedi gülerek; ama vicdanlı bir tonda söyledi. “ben alırım dedi içinden Azmi, öyle baktı ki. Kız bunu fark etti, gözlerdeki o sevecen parıltıda. Azmi, gülümsedi kibarca, “Sen beni alır mısın?” diye sordu bakışlarıyla. “Ne bakıyorsun be!?” dedi kız aniden. Azmi korktu. Kız şaka yapmıştı. Azmi, şöyle dedi dayanamayıp, aşka gelip; yaşlı bir arkadaşım var, yaşlı dedim moruk sanma, ben gibidir, çok genç bir kızla tanıştı, kız onunla evlenmek istiyor, arkadaşım yaşlıyım diyor, yaş farkı çok. Arkadaşıma ne tavsiye edeceğimi bilemedim, cevap bekliyor. Bir düşüneyim dedim ona, merakla, delice merakla cevap bekliyor. Kızın gözleri parladı: “Kızın yaşlı babası da var mı?” “Evet, nasıl bildin?” “Arkadaşın kızın babasını da bakacağını söyledi mi?” “Söyledi tabi; ama kıza güvenemiyor, genç ya, sonra yaşlı adamı bırakıp giderse, hor görürse, çirkin bulursa, arkadaşım bundan korkuyor. Hapşırdın aksırdın filan diye. “Bence arkadaşın sorun etmesin yaş farkını, kızlar bebek doğurdu mu çok değişir, bence kızı alsın.” “Söylerim arkadaşıma” dedi Azmi, ikisi bir anda kahkahayı patlattı. “Şu babanı bir görsem, çay da içsek iyi olur.” Ahırdan çıkıyorlardı. Kızın gözleri parlamıştı, satırı yerine bıraktı. Kuvvetli, yaşam gücü dolu Azmi’ye alıcı gözle baktı arkadan, sert bir erkeğe benziyordu, vurduğunu deviren, tuttuğunun canını çıkaran türde. Demek istediğimi anladınız. Kız dedi ki eğlenceli biçimde: “Beni alan düzülmüşten beter gibi olacak, beni alan mahvolacak, buna kim razı gelir ki?” Azmi başını çevirip şakacı ama kutsal çocuğa bakar gibi baktı, gülümsedi şefkatle. Kaybettiği karısında olan şeyden vardı bu kızda da. Yaşama azmi, mücadele aşkı. “Hayatta bu da var?” dedi Azmi Kız gülümsedi. Dobermana benzeten Azmi’den hoşlanmıştı, onu tanımıyordu, yalancı olmamasını umuyordu. Aynı şeyi Azmi de umuyordu çok daha görkemli ve sağlam biçimde. Eve girdiler, divana kurulmuş yaşlı adam televizyon izliyordu, yatalak demiştin ya, e değil dedi azmi içinden, düşüncesiyle baktı genç kıza, Çivi gibi bir adam, yaşlı ama çok iyi görünüyordu. Hemen toparlandı, sigara yaktı. Yaşlı adam tek başına kalsa bile sığırlara bakardı, sağlığı yerindeydi, güçlü bakışlar ve enerji saçıyordu. Azmi’ye telefon açan kişi bilerek ona başka bir adres vermişti, onu denemek için, sığırlara ne fiyat verdiğini, düşük mü yüksek mi fiyat verdiğini öğrenmek için, genç kızın babasının bir arkadaşı. Yani aslında sığır satmak isteyen başka bir kişiydi. Genç kız buraya kısa süreliğine gelmişti, ziraat fakültesini yeni bitirmişti, organik bir çiftlikte çalışıyordu. Kendi hakkında da yalanlar atmıştı, Azmi’yi ters yüz etmek için, Azmi’den hoşlandığı için. Sonra. Azmi kızla evlendi. Azmi, o coşkulu mutlulukla ölen kızını ve karısını tamamen unutmuştu, Azmi kuruyan bir ulu çınardı ailesini cinayete kurban gittiğinden beri ve genç kız ona, hayatına can suyu olmuştu, gencecik ve hoş karısı hamileydi. İşinde gücündeydi, mal satmak için doğuda bir ile gitmişti kamyonuyla, on sığır götürmüştü, iyi para kazanmıştı ve beş dana satın almıştı çok ucuza, bunları büyütüp satacaktı. Kamyonun kasasını kapatmıştı, ayazda soluğunun buharı seçiliyordu, karanlıkta, sokak lambasına yakın yerde durdu ve sigara yaktı mutlulukla, bir zamanlar uçurumdan aşağı düşüp karanlıkta kaybolup giden zevkli bir hayatı vardı, şimdi ise kaybolan her şey yerli yerindeydi, bir kez kayba uğradığından ve onların yokluklarının neye benzediğini keşfetmesinden olsa gerek şimdi çok mutluydu, mükemmel hissettiği anlardan biriydi hayatında. Sigaran bir nefes çekti, havaya püskürttü zevkle, gökte yıldızlar vardı, bir elini cebine soktu, karısını düşünerek ilerliyordu, doğacak bebeğini, neye, kime benzeyecekti kızı acaba? Başını çevirdi yolun bir tarafına, içerde birkaç müşterisi olan çay ocağına baktı, buhardan içerisi görünmüyordu doğru düzgün. “Bir çay içip öyle gideyim” dedi, sıcak çay iyi gelirdi, bir tost yemeyi kafaya koydu, bütün tost, sucuklu ve kaşarlı ve acılı, su bardağıyla üç çay. Pasaklı ve pis havalı çay ocağına geldiğinde başını çevirip içeri baktı, gece 11’di, dışarda keskin bir acı soğuk vardı, içerde dört genç vardı, bir şey hakkında tartışıyorlardı, diğer tarafta gülerek konuşan iki oğlan ve babalarını gördü. Akıl almaz bir öfke kapladı içini, o öfke yüreğini oyuyordu güçlü biçimde, keskin iri bir bıçak gibi. Hemen başını öne eğip bir masaya kuruldu, yan oturdu onlara, “öfkeni yok et” dedi kendine, “sakin ol, onları hiç görmedin say, aksi halde her şeyini kaybedersin.” Polisi aramayı düşündü, onların fotoğrafını çekmeyi. Ama önce kişisel olarak yapması gerekeni yapmalıydı ve o öfke onu aldı, bir gözünün ucuyla onları izliyordu, öfkeli bir aslan gibi. Karısını kızını katleden şerefsizler birbiriyle gülerek sohbet ediyordu, bir film seyreder gibi kafasının içindeki görüntülere soğukkanlı biçimde bakıyordu. karısının kızını hali gözünün önüne geldi. Yeni karısı geldi gözünün önüne, onun son sözlerini hatırladı: “Dikkatli sür, beni ara, seni bekliyor olacağız dört gözle. Sağ salim gelmeye bak.” Bir anda dönüşüme uğradı sanki, içi şeker gibi oldu, huzur buldu, sakin ve bilinçli biçimde düşünüyordu, o sırada tost ve çay gelmişti, ne vakit tost ve çay söylemişti, hatırlayamadı, aklı karışmıştı, o ara içinde dönüp duran şey, kafasından attığı şey yine ısrar etmeye başladı: Aracı yani kamyonu uzak mesafede değildi, gidip bıçağı alabilirdi, küçük balta, ya da odunu. Tostunu yerken üç öldürücü aletle denemeler yapıyordu, önce odunla, sonra baltayla, sonra bıçakla, önce odunla sersemletip yere düşürecek, sonra baltayla birkaç darbe, sonra bıçakla asıl işi bitirecekti, tabi çay ocağı sahibi canını kurtarmak için fırlayıp kaçardı, dört genç de, ve üç pislik de kaçmaya davranırdı, kapı ağzında onlara engel olurdu; ama camı sandalyeyle aşağı indirip kaçma girişiminde bulunabilirlerdi, her biri eline bir sandalye alsa, oyun (okey) tahtasıyla savunma yapsa, onlara karşı kaybetme oranı da yüksekti. Kafasında onları öldürmeye dair film dönüp duruyor, senaryo sürekli değişiyordu filmde, kahraman değildi, katil değildi; ama bir şey yapsa, yapmalı mıydı, polisi aramadan? Ne olacaktı? Üçü de geberdi, ve üstü başı kan revan içinde, oturdu, bir sigara yaktı, ne hissederdi? Delice uçuruma koşan ve bin pişman bir at gibi hissederdi. Allah’ın, evrenin ona verdiği şansı yitirmiş olurdu, bu büyük ahmaklık olurdu, kendini o cesetlerin yanında iyice izledi, yan masadan, sigara içen ve pişmanlık duyan adamı seyrediyordu ve birden onun içinde buldu kendini, ve ağlamaya başladı, ve çıktı o bedenden, evet, onları öldürse pişmanlıktan çocuk gibi ağlardı, onları öldürdüğü için değil; karısını ve doğmamış çocuğundan ayrı düşeceği için. Bebeği görmeden, onu kucağına almadan şu yaratıkları öldür ve hapse gir. Enayiliğin büyüğü olurdu bu. Ara, polisi ide, devlet uğraşsın bunlarla, yargı. Ama bir şey yapsa biraz, onları dövmek, hurda haşat etmek biraz, ona iyi hissettirirdi belki. Karısıyla geçirdiği geçen mutlu sabah gözlerinin önünde canlandı ve o anda eriyip gitti, ve yaşlı adam ve iki oğlunun sesiyle çıktı o sabah atmosferinden. Sinirlendi. “Bu üç leşi öldürürse? Gece vakti kim bilecek” dedi içindeki ses, “Azmi korkma, Dışarda, karanlık bir noktada onları öldürsen kim bilecek ki. Öldürmesen bile bunları dayaktan geçir, ara polisi.” İyi de bu hiç mantıklı gelmiyordu Azmi’ye. Onlara sırtını döndü, tostunu yiyor, çayını içiyordu. Ama kafasında bir görüntü dönüyordu: Kamyondan ekmek bıçağını alıp beline sakladı. Yarım saat bekledi ayazda. Yaşlı adam gerideydi, oğlanları yan yana geliyordu. Birden ayağa kalktı, canı çok sıkılmıştı kafasında dönen şeyden, dışarı kaçar gibi gitmek istedi, tostu bitmemişti, tostu yarım bırakamazdı, annesi ona hep; “yemeğini tabakta bırakma” derdi, “ekmeğini.” Onları öldürürse hapse düşerdi, karısı ne olurdu ? Onlarca yıl hapis yatardı, “karını da başkası…” Bunu bir adamdan duymuştu, o ara hastanede yatıyordu ve hastabakıcıyla sohbet ediyordu gecenin üçü gibiydi, hastabakıcı iş için odaya girmişti, çöpü alıyordu, aralarında bir muhabbet gelişti, güzel yürekli biriydi, bir olaya nerdeyse bulacaktı, bir meseleden birine kötü bir şey yapacaktı, öldürecek mi neydi, bir şey yapacaktı ona. yaşlı bir akrabası adam vardı, ona açmıştı içini, yaşlı adam hapis yüzü görmüştü, orada kalmanın acısını iyi bilirdi. ona en açık seçik bir öğüt vermişti. “Eğer o düşündüğünü yaparsan karını başkası si….ker” demişti, hapiste kalmanın dehşet sıkıntılı günlerini anlatmıştı. Hastabakıcının bir oğlu vardı, yaşı 37 gibiydi, çok sevmişti o hastabakıcının enerjisini, sonra ona şehrin bir noktasında rastlamıştı, hafta sonları ek gelir elde etmek için pantolon kayışı satıyordu dört tekerli itmeli arabada. Ondan kayış satın almış, sohbet etmişlerdi. Ve şimdi tekrar etti kendine; “karını da başkası si…..r… Kızın da büyür onu da bağımlı yaparlar onu da s…..ler.. Sakın bulaşma o leşlere.” Adam ve iki oğlu şakalaşarak çay ocağında çıkacaktı, pek neşeliydiler, hesabı ödeyen baba, “şu arkadaşın da hesabını ödeyeyim.” dedi, Azmi telaşla başını önüne eğdi tanınmamak için, eski hali sakalsız ve bıyıksızdı, bu yüzden olsa gerek tanınmadı herhalde. Ayrıca başında siyah bere vardı. Bir elini kaldırdı, “teşekkür ettim” anlamında, Yaşlı adam ve oğulları dışarı çıkıp gözden kayboldu. Azmi, derini bir soluk alıp verdi, içi çok rahat etti, belaya nerdeyse bulaşacaktı. Hiç istemezsin ama bela dibine kadar gelir ve seni, ruhunu almak ister sonsuz karanlığa, büyük bir sıkıntı atlatmanın (tuzaktan kurtulmanın mutluluğu) ferahlığıyla, “hemen yola çıkmalıyım” diye düşündü, karısına kavuşmak istiyordu, hesabın ödendiğini unutmuştu, çay ocağı sahibine uzattığı parayı cebine koydu, Çay ocağından çıktı, birkaç adım ilerledi ve karanlıkta sigara yaktı. Cep telefonunu çıkardı, sigarayı ağzına aldı, dudaklarının arasında kıstırdı, polisi arayıp ihbarda bulunacaktı, tam numarayı basarken arkasından gelen genç adam dedi ki: “Ateşini verir misin dayı?” Başını çevirip ona baktı, ailesini öldüren gençlerden biri, küçük olan. Ona çakmağını uzatacaktı, bulamadı çakmağı, sigarayı uzattı. Tanınma korkusundan çakmağı nereye koyduğunu unutmuştu. “Teşekkür ederim dayı” dedi, “bol şans sana, şeytana uymazsan şans seninle olur, babam böyle der.” Uzaklaştı, bir elinde poşet vardı, birkaç bira vardı poşette. “Halısın bilmem ne çocuğu” diye düşündü, haklısın.” Ne polis araması, asla aramazdı, bu işin üstüne gitmeyecekti, devletin, yargının işini üstlenmeyecekti. Azmi onun ardından acıyarak baktı, sonra sigaraya baktı, sigarayı yere attı ve ayakkabısıyla ezdi. Küfür etti. Bela okudu. Yeni bir sigara yaktı. Aynı yönde ilerleyecekti, bir adam atmıştı ki, şakır şakır eden kanat sesiyle bir taklacı güvercin indi, beyaz gelinlik içinde bir kız gibi, ne kadar düşsel bir andı, iki adım ötesine, bembeyaz güvercin çok zarifti, gece vakti işi neydi burada? Taklacı güvercinleri iyi bilirdi, bir dostuyla bakmıştı çocukluğunda, onun nasıl yakalanacağını bilirdi, aniden üstüne kapaklandı kollarını açıp. Ve sırtından yakaladı ürküp sinen güvercini. İleri gitmek istemedi canı, giderse kötü bir şey olacağını söyledi ruhu. Geri döndü, çay ocağına girecekti, adamın dükkanın kapısını kilitlediğini gördü. Yolunu değiştirmeye karar verdi, bir süre yürüdü; ama üşümüştü. Çekilir değildi. Ayrıca danalar aç ve susuzdu, onları bir an önce götürmeliydi buradan. Aç ve susuz olmaya dayanabilirlerdi ama. Burası kasabadan uzak bir yerdi, kırsal bir alandı, kısa bir süre dolanmasının iyi olacağına karar vermişti, kuş elinde sıcacık duruyordu; sahip olduğu ısıyı veriyordu Azmi’ye, kalbi pıt pıt atıyordu korkuyla. Bu yumuşak, tatlı varlığı tutmak ne güzel histi, çocukluğunun harika hislerine geri dönmüştü. Birkaç. Sokağı vardı, tek sıra halinde tek katlı sanayi dükkanları. Bir mini market buldu, kapalıydı, sahibi içerde bira içip seks filmi izliyordu cep telefonunda, Azmi aniden cama tıklatınca korkuyla hopladı yerinden, kapattım diyecekti; ama Azmi’yi kırmak gelmedi içinden. Azmi, birkaç çikolata, sigara, kahve satın aldı, meyve suyu. Yola koyuldu, Onları gördüğünü unutmuştu. Kamyonuna çok yaklaşmıştı. Şehirler arası kara yolunun kenarındaydı kamyonu. Mıcırlı boş alanda alanda birkaç tır daha park etmişti. Çok karanlıktı burası. Yüz metre ilerdeki kamyonun kasası açıktı, iki kişi aşağıda, bir kişi yukarıdaydı, danaları çalmaya çalışıyorlardı. Az koştu ve durdu. “Çakallar! Ne yapıyorsunuz orda lan!” diye bağırdı kaçsınlar diye. Ama hırsızlar oralı olmadı ya da duymadılar herhalde, danalar bağırıyor, zorluk çıkarıyorlardı, onları kasadan aşağı indirmek zordu, rampa yoktu çünkü. Kamyon kasasına rampa görevi gören tahta plaka sayesinde çıkarılmışlardı, biri önden iple çekmiş, diğer iki adam arkadan itmişti danaları. Azmi hızlı adımlarla olay yerine yaklaşırken başına gelebilecek tehlikeli şeyleri düşünüyordu, çevreye bakındı birileri var mı diye, burası ıssız bir yerdi. Kamyondan bıçağı ya da baltayı ya da odunu almak için davranacaktı, durdu, Elindeki güvercini unutmuştu, bunu bir yere koymalıydı, kaçmasın diye, çocukken, lise sıralarında dört Arap verip bir oyunlu kuş almıştı, lise dostu Aşkın’ın evinin oradaki bir adamdan, ertesi gün Küllü denilen kuşu kümesten çıkarmıştı, çıkarmamalıydı ve kuş kaçıp gitmişti, çok üzülmüştü, bu beyaz da kaçıp giderse üzülürdü, geride bir kaporta dükkanın önünde çöpün yanında karton kutular gördüğünü fark etmişti, geri dönemezdi, Siyah gocuğunun içine koydu güvercini. Kuşu kaçırdı elinden, kuş taklalar atarak az ileri, yere kondu. Bir acı böğürtü duydu, kamyon kasasından aşağı atlamaya direnen dananın karnına bıçağı saplamıştı hırsızlardan biri. Azmi, ne olduğunu bilemiyordu, karanlıkta siluet görüyordu sadece. Telaşla cep telefonunu çıkardı polisi arayacaktı, o sırada güvercin yerden havalandı ve beş altı metre yükselti taklalar atarak ve yere kondu taklalar atarak, Azmi’nin sol tarafına, Azmi ona bakarken düşürdü cep telefonunu yere, “beni bırakma” der gibi ona bakıyordu. Zifiri karanlıkta güvercin ışık gibi parlıyordu. Azmi, onun kaçıp gitmediği için delice sevinmişti. Telefonu kapanmıştı, açmayı denedi, olmadı, bir şey mi gevşemişti, bir şey oynadı yerinden demek ki. Zaten bu kendiliğinden kapanma arızasını yapıyordu birkaç gündür. Telefonu açmayı başardı, telefona bakan yoktu, neredeydi acil yardım görevlisi! Yine bastı numarayı, bu kez meşgul sesi gelmeye başladı. Azmi sessizce kamyonun kupasına (kafa kısmı) yanaştı, kapıyı açıp koltuğun arkasından tam da adam dövmek için ayarlanmış güzelim sopayı eline aldığı sırada; “onu bırak’” dedi arkasındaki sert ses. Azmi, usulca başını çevirip baktı, yaşlı adamın küçük oğlu, mavi gözlü, Azmi, odunu bıraktı yerine. Üzerine doğrultulmuş tabanca vardı. O ara döndüğü sırada koltuğun kenarına sıkıştırılmış kırmızı saplı tornavidayı bir eliyle kapıp arka cebine sıkıştırdı, tabancayı tutana kör noktadaydı, göremedi. “Yavaşça aşağı in, yanlış bir hareket yapma; sıkarım!” Bir elinde tabanca, diğer elinde ip vardı. Azmi, kamyondan indi. “Dön arkanı.” Azmi, hamle yapıp yapmamayı, ne yapması gerektiğini düşünüyordu, karısını ve kızını öldürmüşlerdi, sıra ona mı gelmişti?! Buna izin veremezdi, onun gözlerini içine bakıyordu. “Ellerimi bağlayacak mısın?” “Evet.” “Olmaz.” “Nedenmiş” “Şurada güvercinim var; arkanda, ilerde.” “Ne güvercini?!” “Taklacı, bilir misin?” Genç adam taklacı güvercin hastasıydı. “Yalan atma!” Eliyle işaret etti. “Oraya bak.” Güvercinin olmadığı yeri, yani ters yönü gösteriyordu. Azmi, onun üstüne atılacaktı. “Yaklaşma; sıkarım!” “Yalancı orospu çocuğu!” “Az önce oradaydı. O tarafa gitmiş, bak bak tam orada! Orada değilse hiç düşünme sık kafama!” Genç adam az geri gitti ve kısa bir bakış attı bir gözüyle o tarafa, Azmi’yi gözden kaçırmamak için tetikteydi. Beyaz güvercini görmüştü, Azmi: “Tam 150 milyar verdim ona. Çok eski bir model araç. Onu yakalayayım kuruya koyayım, beni bağlarsın, motor gibi kuş, tam sekiz saat uçuyor, gece bile uçuyor.” “Hadi ya!” dedi genç adam, kuş hastasıydı. “Onu sana vereyim; beni bağlama.” Genç adam sevinçle delice gülmüştü, dikkati dağılmıştı, gevşemişti. Azmi, kedi gibi ya da azılı kurt gibi iki ayağını hareket ettirdi, ileri atılma hazırlığı yapıyordu onu lafa tutarak. Ne şans, o da kuş hastasıydı! Ama Azmi’yi fark etti, Azmi tekrar deneyecekti, ne söylesem diye düşünüyordu, kuştan söz ediyordu: “Bu kuşu Mike Tyson istemiş. Yaşlı amca ona vermemiş. Ama bana verdi.” “Şu meşhur ağır sİklet boksör mü? Yani Muhammed Ali’nin intikamını alan yüce adam mı?” “Evet.” “Onun kuş baktığını duymuştum; ama inanmamıştım. Bana palavra geldi.” “Ya sen ne diyorsun! Mike Tyson eski kuşçulardan, hatta Amerika’nın ilk başkanı George Washington da kuşçuydu, öyle güzel taklacı kuşları varmış ki.” “Anlamadığım şu, koskoca şampiyon Mike Tyson’a kuşu vermedi de senin kıçı kırık eski model aracın karşılığında mı sana verdi? Yalan atma!” “Bak arkadaşım, ona vermedi çünkü yaşlı adamın bahçesinde kuşları seyrederlerken yaşlı adamın 18 yaşındaki güzeller güzeli torunu kahve ve Türk lokumu ikram ederken Tyson arkasını dönüp giden kızın kalçasına şaplak atmış. Yarım yamalak Türkçe şöyle demiş: Fantastik piliç. Yaşlı dindar amcanın çok zoruna gitmiş; şu gavur orospu çocuğunu alın gidin kapımdan elimden bir kaza çıkacak! Kulağına fısıldamışlar: Aman dayı sen ne diyon şampiyon o demiş, ilçenin belediye başkanı, emniyet müdürü, ilçe spor müdürü, ses etme, bu şampiyon her yere gitmez, kapına gelen böyle kovulur mu bizi misafirperver bilirler. Cumhurbaşkanı dünya şampiyonunu buradan kovduğunu bilse senin halin harap olur. Yaşlı amca oğlunun da araya girmesiyle, (kızın babası) tavsiyesiyle durumu sineye çekmiş ama Tyson’a aklından çıkaramayacağı bir iş etmeye karar vermiş, Tyson ona kuş almaya gitmiş, yaşlı amca kuşu dışarda göstermiş, ve kuşları içeri sokup kümesteki en karga, en takla atmaz, en şakşak kuşu alıp getirmiş, o da beyaz, aynısı, Tyson nasıl bilecek? Dayı, üstüne üstlük beş bin dolar almış. Dayı para istememiş ama Tyson ısrarla vermiş. Yem parası olsun demiş. “Dayı iyi kazık atmış, bravo dayıya.” Abisi bağırdı; “amk koyduğumun uşağı, muhabbeti kes de adamı bağla, işimiz çok!” “Az dur be, geleceğim, patlama! İşine başlatma! Mühim bir mesele konuşuyorum şurada!” Büyük oğlan kamyon kasasındaki en inatçı ve öfkeli danayı aşağı indirmek için kıçına bir tekme attı, hayvan çifte vurdu ve kamyon kasasından sıçrayıp at gibi atladı, dana aşağıdaki yaşlı adamın üstüne düştü. Yaşlı adam savruldu bir yana, başını asfalta çarptı ve acıyla bağırdı. “Baba, iyi misin?” diye bağırdı küçük oğlan, o tarafa bakarak, babasının baş kısmını görebiliyordu. Azmi, aradığı fırsatı elde ettiğini sezmiş, hamle yapmıştı ve bir eliyle tabanca tutan kolu kavramaya çalışmıştı, genç adamı tabancayı sıktı, tabanca ateş almadı, bir daha sıksa ateş alacaktı; ama silah bozuldu sanıp ateşlemedi, geri düştü zaten, silah öteye savruldu. Azmi tabancayı kaptı, yerdeki genç adama çevirdi tabancayı, bu sırada kamyon kasasındaki büyük oğlan küreği savurdu, Azmi, uyuşmuş başıyla yere savruldu, küreğin demirden kafa kısmını kafasının bir yanına yemişti, gözleri karardı; ama tabancayı bırakmamıştı, büyük oğlan kamyon kasasından üstüne atlayıp onu yere yıkmıştı. Azmi, tabancayı ateşledi, hiç göremiyordu, patlama oldu, büyük oğlan sol omzundan vurulmuştu, arkadan başına tekme yiyen Azmi’nin bayılacak gibiydi, ufak oğlandı bu, büyük oğlan yere düşen tabancayı aldı ve Azmi’nin başına doğrultu, kardeşini bir eliyle itti, Azmi acıyla gözlerini açtı, tabancayı gördü, Son anları olduğunu düşünüyordu, kanat sesi duydu, otuz metre kadar ilerde havalanıp yere konarken taklalar atan beyaz güvercine bakıyordu, hayattaki son anıydı, o beyaz güvercini alıp gitmeliydi, kamyona yaklaşmak büyük hataydı, çocukluğunda baktığı beyaz güvercini düşündü, onu eline almak harika bir histi ve o hissi yeniden duydu, bu sırada büyük oğlan tabancayı ateşledi ama tabanca ateş almadı, büyük oğlan tabancadaki sorunu çözmeye çalışırken Azmi ayağa fırladı, fırladı çünkü aklına o beyaz güvercini 15 katlı binanın tepesinde yakaladığı anı hatırlamıştı, ürkek hayvanın üstüne ani bir atakla kapanmıştı kollarını açarak ve onu kuyruğundan son andan yakalamıştı havalandığında. Nasıl bir ilham ve azimdi o, benzersizdi heyecanı ve öyle atılmıştı, aklına arka cebindeki tornavida geldi ve onu alıp savurdu, tornavida sapladı saplandı boyna. Büyük oğlan acılar içinde yere yıkıldı, şah damarına denk gelmişti tornavida, kan akıyordu şiddetli biçimde, hırıltı duyuldu, Küçük oğlan yumruk indirdi, ardı ardına, Azmi kamyona yöneldi, bıçağı kaptı, Ardından gelen küçük oğlana savurdu bıçağı. Yüze geldi, yüzü çizildi derinden ve yine savurdu bıçağı, bıçak karın boşluğuna saplanmıştı, Azmi öfkeyle ittirdi bıçağı, yine ittirdi, inleme duyuldu, derinden gelen bir “ahhhh,” ve Azmi geri çekti bıçağı, ufak oğlan yere yıkıldı yavaşça, karnını tutarak, gözü birkaç metre ötesindeki beyaz güvencindeydi, Danaları yakındaki dereye indirip ağaçlık alanda keseceklerdi, sonra kamyonete yükleyip gidecekler ve etleri piyasaya süreceklerdi, babası hırsızdı, abisi hırsızdı, çünkü baba hırsızdı ve küçük oğlan da onlara uymak zorundaydı ve o da hırsız olmuştu, oysa dün güneş vardı ve kuşlarını uçurmuştu, yavrular güzel uçup oynamıştı ve abisi, gelip; “bırak lan şunları!” demişti, yarın işe çıkıyoruz, hazırlık yapmamış lazım, yarım saate hazır ol. Şehre gidip malzeme alacağız.” Küfür etmişti içinden, işe de abisine de. Azmi, arkadan gelen yaşlı adamın başı kanlıydı, bir gözü kapanmıştı, patlamıştı bir elinde bıçak vardı, topallayarak geliyordu sersem gibi. Azmi onu gördü ama umursamazca baktı, Azmi kanlı elleriyle sigara yakmıştı, yaşlı adam öfkeyle atıldı, küfür ediyordu, bıçağı savurdu, Azmi geri kaçtı, yaşlı adam yere kapaklandı, çuval gibi kaldı öylece. Azmi yüz üstü yatan adama yanaştı, ayağıyla dürttü, tepki alamadı. Ses duydu, beyaz güvercin havalanmıştı, ona döndü, kuş havalanıp takla atıp yere kondu, bu sırada yaşlı adam yerden kalmıştı, arkadan bıçağı saplayacaktı, Azmi, hiçbir ses duymamıştı, ama bir şey onu uyardı sanki, döndü ve elindeki bıçağı savurdu, yaşlı adam yere savruldu. Bu kez kalkamazdı herhalde, uzaklaştı oradan ve güvercinin yakınına gitti, yere çöküp oturdu, sigara yaktı, üç kişiyi öldürmüştü, Berbat bir şey hissediyordu, başı beladaydı, suçsuzluğunu kanıtlamak mümkün olacak mıydı? Epey zaman alırdı ve yılları hapiste geçecekti. Ağlamaya başladı, Azmi hiç ağlamazdı oysa. Şok içindeydi ve yarım saat ya da 45 dakika geçmişti. Gidip oğlanları kontrol etti, ölmüşlerdi. İnsan öldürmenin verdiği acı his, kalbi his, pişmanlık. İki genç de ölmemişti oysa, sadece bayılmışlardı kan kaybı yüzünden, biri öksürdü, inledi, bu küçük oğlandı, Azmi cep telefonunu çıkardı, ambulans çağırdı, Azmi, vakit kaybetmeden ambulans çağırsa ikisi de kurtulurdu ve ambulans geldiğinde onları alıp giderken gençler yolda hayatlarını kaybedeceklerdi. Azmi yaya olarak oradan kaçacağı sırada durdu, beyaz güvercini almadan gitmek istemiyordu, gidip onu yakaladı. Kamyondan bütün gerekli eşyaları aldı, sırt çantasına koydu, yiyecek de aldı ve tarlalara vurdu kendini, zifiri karanlığa. Orada bir orman vardı, kamyonla oradan geçmişti, ormanda eski bir kulübe vardı, orada mola verip piknik yapmıştı dere kenarında. Polis onu yakalayana kadar kaçmayı düşündü; ama bu onu hiç sarmadı, bu iş çabuk nereye varırsa varsındı, genç olsa kaçardı, maceralı olurdu ama yaşını başını almış biri için kaçak hayatı sürmek olmazdı. Ama polis onu hapse atmadan önce doğup büyüdüğü çevreyi görmek, orayla vedalaşmak için memleketine gitti, ot biçtiği tarlalara çocukluğundaki gibi baktı, inek çobanlığı yaptığı vadide otların arasında dolanıp uzandı, sigara yaktı, balık tuttuğu dere ufalmış ve çaya dönmüştü, yakında incir ağaçları vardı, orada incir koparıp yedi, dere kenarında şeftali bahçesi vardı, ufak bir yerdi, oradan şeftali çalardı arkadaşlarıyla, dere boyunca bahçeler vardı. Derken evine yanaştı, evin arka tarafında sekiz dönüm sera vardı, karısı burada domates, biber yetiştiriyordu, işi buydu, birçok köylü kadın burada çalışıyordu, mutfaktan yemek kokuları geliyordu, ne güzel! İçi gitti. Birkaç gün sonra jandarma eve geldi ve Azmi’yi yakalayıp götürdü. Azmi son günlerini iyi geçirmişti, karın üzerinden okşayarak kızını sevmiş, karısıyla mutlu vakit geçirmişti. Hapiste bir haftası dolmadan çok kötü bir haber aldı ve dünyası yerle bir oldu, adeta zehir oldu dünyası, birileri evi kundaklamış, karısı yanarak ölmüştü, sonra jandarmanın bunu çözmesi çok sürmedi, karısının serasında çalışan uyuşturucuya tövbeli bir genç varmış, işsizmiş, biri ısrar etmiş ve genç kadın onu işe almış, bu 18 yaşındaki genç serada çalışan kızlardan birine arkadaşlık teklif etmiş, teklifi kabul edilmeyince de kızı rahatsız etmeye başlamış, sonunda işi epey ileri götürüp kızı ıssız yerde memelerini okşayıp onu öpmeye çalışmış, kız çığlık atınca yetişmişler. Genç adam işten atılmış. Patronun kapısına dayanmış, kızın iftira attığını anlatmış; ama patron inanmamış; “git demiş, bir daha gelirsen seni yakalatırım.” Genç adam oradan ayrılıyor ve ertesi gece ev kundaklanıyor, genç adam; “ben yapmadım” diyor. O genç kızın yapmış olabileceğini söylüyor, “cinsel ilişkiye girdik, en son hamileyim” dedi, “yalan atıyordu, ben onu sevmiyordum, sadece cinsel ilişki yaşıyorduk, evleneceksin diye tutturdu, o gün de son kez yapalım dedi, iş bitti, bağırmaya başladı, kaçtım. Ama şöyle demişti, sana öyle bir iş edeceğim ki yakanı kurtaramayacaksın. Evi yakmışsa o orospu yakmıştır.” Azmi hapiste ölecekti ve çıkmak için hiçbir umudu, gayesi kalmamıştı, çıksa bile hayatta yapacak bir şeyi kalmamıştı, ne bir görev, sorumluluk, bir gaye, var olmaya dair hiçbir anlamı kalmamıştı, yaşamak boştu hınç doluydu dünyaya ve insanlara karşı, Ve burada geberip gidecekse de bir şey yaparak gebermeliydi, sessiz sedasız ve uslu biçimde ve tövbe ederek ölmeye niyeti yoktu, her yeri yakmalıydı mesela, bir bomba patlatmalıydı mesela, dünyaya, hayata olan hıncı. Tek elimde bu gerçek, bu his kalmıştı, serin ve çılgın bir nefret. Bu hayattan bir şekilde intikamını alıp ölmeliydi, yaşlanarak, hastalanarak ölmek ona göre değildi, çokça zaman hapishane arkadaşlarına bakıp sakladığı bıçak cebinde, kaçını öldürebilirim diye düşünürdü, bu bana sigara verdi, bu meşrubatını paylaştı, öteki kazak verdi, öteki öğüt ve moral, düşündü, ona bakarsa kimseyi öldüremeyecekti, oradaki en sefil ve adileri gözüne kestirdi, en kalpsiz olanları, kavga çıkaranları… seri davranırsam 10 kişiyi öldürürüm diye düşünürdü, ama üstüne çullanırlarsa…bunu başaramazdı, en iyisi gece herkes uykusundayken saldırmalıydı, koğuşta dövmediği adam kalmamıştı, en sevdiği adamları bile dövmüştü, artık buna son ver, böyle devam edersen hayatının geri kalanın tek kişilik hücrede geçirirsin, ya da seni ülkenin en berbat hapishanesine yollarız, kadın giysileriyle, makyaj da yaparız güzelce, tayt giyersin kırmızı, oradakiler kadına aç, delice aç, gerisini sen hayal et” dedi gardiyanlardan şefi ve o günden sonra adam dövmeyi bıraktı. Yani öldüresiye dövmeyi bıraktı, ama yine set bir tokat, bir yumruk, bir tekme, kafasına eserse sallıyordu, mağdurlar da ses çıkaramıyorlar, şikayet ederlerse öleceklerini ya da daha beteri sürekli taciz edileceklerini, azminin onlara kafayı takacağını biliyorlardı. Öldürmese bile… İdareciler Azmi’ye göz yummuşlardı yumarlardı çünkü, hapse düşen yola gelmez, iflah olmaz, Allah tanımaz ne kadar pislik varsa Azmi onlara kan kusturuyor, onları hurda haşat ediyordu gerekli gereksiz yere, kafasına estiğinde, bu son derece sefil ama tıka basa kötülük dolu mahkumlar gardiyanlara tonla sorun çıkarıp baş ağrıtıyorlardı, isyan çıkarmak istiyorlardı cezaevinde, laf atıyorlar, ortalığı karıştırıyorlar, sükûneti (kendi halindekilerin yani hayatları kaymışların içerde bir avuç yaşam sevinci hissetmelerine göz dikmişlerdi) bozuyorlardı, gardiyanların yapacakları sınırlıydı, çok sert müdahale etseler, birileri; cır cır vik vik “insan, mahkum hakları” deyip haklarında soruşturma açabilirdi, görevden el çektirilebilirlerdi; ama bu işi Azmi, yaparsa kamu görevlileri zevkle gülerek seyrederlerdi uzaktan, tabi Azmi çok ileri giderse de ona ayar verip, “çok ileri gittin, kantarın topuzunu kaçırdın, bak seni berbat yere postalarız, bir daha olmasın” diye göz dağı veriyorlardı güya. BİTMEDİ. DEVAMI VAR. KOYACAĞIM TEMİZE GEÇEYİM. BU METİN “İYİ KIZLAR AŞIK OLUR” ROMANINDAN.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |