Dünya hayal gücünün tuvalinden başka birşey değildir. -Henri David Thoreau |
|
||||||||||
|
Yumuk gözlerinin çeperini araladı. Birbiriyle birleştirdiği kolları arasında kadın yoktu. Kadın karşısında bile değildi... ‘Nasıl olmuşta kollarının arasından sessizce kaymış ve uzaklaşmıştı?...’ Sinirden bir yay gibi gerindi. Koşacak ve yakalayacaktı... Kırma ve incitme pahasına bileklerinden yakalayıp sıkacak sıkacaktı; derdi neydi öğreninceye kadar... ‘Gel!’ demişti. Gelmişti. ‘Takip et!" demişti, etmişti. Gülümsemişti kendisine, gülümsemişti ona. Beklemişti kendisini, bekletmemişti onu... Ama gözlerini kapamasından yararlanarak kaybolmuştu bir anda... Hatta, ayakkabılarından, ‘Tık! Tık! Tık’ seslerini çıkartmayacak kadar sessiz bir şekilde... Koşmak için yapacağı ilk atağı, kulağına gelen bir ses engelledi. "Abiciğim!... Hele bi dakka dur!..." Bir anda karşısında beliren iki kişiden birinden gelmişti bu ses. Sokak ışığının hafif aydınlığında; biri uzun boylu, diğeri kısa boylu iki kişinin duruş ve yüzleri, ‘Biz Tinerci Çocuklarız!’ etiketliydi. "Si… olun! Sizinle uğraşamam!..." diyerek onlardan uzaklaşma girişimini, arkasından uzanan kollarıyla, karnının üzerinde ellerini kenetleyen kısa boylu tinerci genç engellemişti. "Bırak beni!" diye bağırdı Özdal. Kavrayan kolları, tüm gücüyle birbirinden ayırtmaya, açmaya çalıştı... Başarılı olamamıştı. Bacaklarını yanlara açıp, eğildi… İki bacağının arasından, her iki kolunu uzatarak, arkasında kendisini sımsıkı kavramış tinerci gencin her iki ayak bileklerini yakaladı. Kendine doğru çekti. Bu teşebbüsü başarı hanesine yazılmalıydı. Tinerci gencin ayaklarını yerden kesmişti. Sırtını geri itmesi kenetlenen kolların çözülmesini sağlamış, tinerciyi sırt üstü yere düşürmüştü. Kısa boylu tinerciden, kafasının kaldırım taşına değmesi esnasında tok bir ses çıktı… Uzun boylu genç, elini beline attı. Ucu sivri ve kavisli; sapına doğru genişleyen, kesici yüzü tırtıllı bir bıçak çıkardı. "Sen bittin lan olum!..." İlk hamlesini savurdu. "Sen öldün lan!" dedi, bu kez. Yapılan hamleyi kendisini geriye atarak savuşturdu Özdal. Kot pantolonunun arka cebinde bulunan gövdesi ve sapı ufak sustalıyı çıkarıp, düğmesine bastı. Şimdi her ikisinin gövdesi öne eğik, yüzleri birbirine paralel, ellerinde tuttukları bıçağı sağdan-sola, soldan-sağa az mesafeli rotalar çizerek gezdirirlerken, her birinin akı kırmızılaşan gözleri, yekdiğerinin gözlerine ölümcül bakışlardaydı. Birbirleri etrafında yarım ay çizerek; birbirlerinin açığını yakalama-ya, birbirlerine açık vermemeye çalışıyorlardı. Kısa boylu genç ise, hala baygındı. Başından sızan kan, kaldırım taşını ısıtmaya çalışıyordu... Uzun boylu tinerci genç ise onunla ilgilenecek konumda değildi… Kavgayı izleme mesafesinde olan evlerden, içi aydınlıkta olan beşinin ışıkları kapatılmaya başlanmıştı. Süregelen kavgayı izlediklerinin bilinmesi, resmi makamlarda 'tanık' olma riskini oluşturabilirdi. Tanık olmak, boş adam işiydi. Mahkemelerde yarım günün, bazen tam günün koridorda geçmesi demekti... Tanıklık, çoğu zaman bir tarafın sevgisini, diğer tarafın düşmanlığını kazanmak demekti. Yoktan düşman kazanmanın ise bir alemi yoktu... Genel olarak her evin kendisine göre dertleri vardı. Kendileriyle ilgisi olmayan bir olayda rol almak, dertlerine bir yenisini eklemekti... Yakın tarihli deneyimlerle oluşan bir gelenekti bu. Karanlık pencereler kendilerini saklayacaktı. İzleyeceklerdi onları, ama onlara görünmeyeceklerdi... Bir evin erkeği güvenlikten emekliydi. Tanık olmanın bir vatan borcu olduğunu mesleği sürecinde iyiden iyiye hazmetmişti. Korkusu tanıklıktan değildi. Kavga edenlerden birinin, evin ışığında parlayan yüzüne bakarak küfür savurması, penceresinin taşlanması ihtimaliydi... En azından, "Ne bakıyon lan!... Medya maymunu mu oynuyo?..." sorusuyla muhatap olmak istemiyordu. Biraz seyredecek, iş uzadığında 911’i arayacaktı. Pardon!... Yabancı dizi seyrede seyrede 155 polis imdat yerine bir yabancı ülkedeki 911 imdat telefon numarası hafızasının ucuna gelmişti... Karanlık pencerelerin gizlediği diğer karartılar, iki kişinin karşılıklı hamlelerini, korkuyla karışık isterik bir iştahla izlemelerini sürdürüyorlardı... Karşılıklı ataklar, izledikleri vurdulu-kırdılı dizilerde geçen benzer sahnelere taş çıkartacak özellikteydi... Kavganın tarafları, sanki birbirleriyle gizlice anlaşmış gibilerdi. Hamleler sırasıyla gerçekleştiriliyordu; Tinercinin hamlesinin peşi sıra Özdal’ın, Özdal’ın peşi sıra tinercinin hamlesi… İki tarafın hamleleri sayısal eşitlikteydi. Bu eşitlik; ellerinde tuttukları bıçaklar -namı diğer kesici ve delici aletler- için geçerli değildi. Tinercinin bıçağı, sapı hariç otuz bir santim uzunluğunda iken, Özdal’ın ise olsa olsa on santim civarındaydı. Küçükte olsa yanında bir bıçak bulundurmuş olmasına binlerce şükür ediyordu şimdi. İyi ki, feminist arkadaşı Sevici’nin saçmalıklarını dinleyip bıçak taşımaktan vazgeçmemişti. Bir gün, giyinik vaziyette ön sevişmeler safhasında, poposunu okşayan Sevici, kot pantolonun arka cebinde bulunan bıçağı fark ederek, " Bu ne?!" diye sormuştu, kendisine. "Neden taşıyorsun!?" "Kendimi güvende hissediyorum," diye yanıtlamıştı. Erkek delisi olan Sevici’nin feminist düşünceleri nüksetmişti birden... ‘Erkekler, karşı cinsten kendilerini üstün gördüklerinden, bunu anımsatacak vurgulamayı, fermuarlarını açarak uluorta gösteremediklerinden, delici-kesici silahlarla bu boşluğu doldurmaktadırlar..." türünden garip yorumlara girmişti. Sevici, ‘Seninde diğer erkeklerden bir farkın yok!... Cinsiyetinizle, kadınlardan üstün olduğunuzu sanıyorsunuz. Erkek milleti değil misiniz?... Topunuzun..." diye başlayarak hakarete ve küfre varan açılımlarla konuşmasını sürdürmüştü. Ters tepki gösterdiği takdirde, onu kaybedebileceği korkusuyla tüm savlarını kabullenir görünmüş ve onaylamıştı… Sevici, tüm teori ve yorumlarının kabul gördüğü sanısıyla son bir soru yönlendirmişti kendine. "Cinsel organını temsilen mi bıçak taşıyorsun?..." "Cinsel organını temsilen bıçak taşımış olsaydı, organının uzunluğuna eşdeğer bıçak taşıması gerektiğini... Taşıdığı bıçağın sapı hariç uzunluğunun onlarca kez gördüğü organının yarısı kadar edemeyece-ği..." yönünde biraz abartılı anlatımı korktuğu sonun gerçekleşmesini engelleyememişti. Bıçak taşıması Sevici'ye iyi bir ayrılma bahanesi yaratmıştı… Bir daha görüşmemek üzere ayrılmıştı Sevil… Tinercinin savurduğu bir bıçak darbesi güzelim pardösüyü sıyırmıştı. Keşke; Sevici’nin erkeklik merkezli; ‘Bıçak Teorisi'nden uzunluk yönündeki bölümü kabullenmiş olsaydı... Belki de erkeklik organı uzunluğunda bıçak taşıyacak ve şu an karşısında bulunan rakibine karşı daha şanslı olacaktı. Ya tinerci çocuk, Sevici’nin bu teoreminden haberdar mıydı?... Sanmıyordu. Ama, Sevici bilinçaltından da söz etmişti. Ya tinerci çocuğun bilinçaltında bu tür duygu ve düşünceler varsa?... Sevici’nin teoreminin gerçek örneklerinden biriyse, elinde taşıdığı bıçağın uzunluğu kadar erkeklik organına sahip olduğunu kabullenmek gerekecekti. Eğer öyleyse en absürd pornografik filmlerde dahi sahnelenmemiş bir organa sahip olmalıydı tinerci çocuk... Elindeki, bıçaktan öte yarım kılıç uzunluğundaydı. Bu uzunlukta bir organa sahip birinin cinsel sorunları olmalıydı. Uzmanlar, 'büyüklük veya küçüklüğün cinsel birleşmede önemli olmadığını' belirtmiş olsalar da onunla sevişmeyi kabul edecek bir kadın, bu kadar büyük bir organı içine almayı kabul eder miydi?... ‘Olmayacağı olabilir’ varsayarak böyle bir büyüklüğü kabullenen kadının ‘Zevk alıp almama’ seçeneklerini irdelemesinin ötesinde; ‘Ölümüm mukadder mi, değil mi?’ sorusuna yanıt araması gerekecekti. Bedenin uygun bir bölümüne yarısı dahi girdiğinde, vereceği tahribat, ‘Ölümüm mukadder mi değil mi?...’ sorusunu sorduracak kadar bile zaman tanımayacaktı belki de... Bıçak savurma sırası kendindeydi. Sırasını savmamalıydı. Savmadı... Salladı... Tinerci genç, geriye sıçradı. Aralarındaki uzaklık bir öncekine göre artmıştı. Sokak lambasının voltajının yükselmesiyle birbirlerinin gözlerini daha net görmeye başladılar. Tinerci genç, böyle bir tepkiyle karşılaşmasının şaşkınlığını hala yok edememişti. Karşısında duran genç adamın gözlerinde, başka gözlerden aşina olduğu korkunun ışıltılarını görmekte kısmet olmamıştı. Normal bir yurdum insanıyla çarpışmıyor, iyice tiner çekmiş biriyle kavga ediyor gibiydi. Onun gözleri, burnunu ve ağzını bol tinerli bir poşette saatlerce tutmuş bir insanın gözleri kadar korkusuz ve vahşiydi. Kendinden ve tiner çeken arkadaşlarından biliyordu. Ciğerlerine çektikleri tinerin etkisiyle –hele birde açlarsa- karlı dağlarda av bulamamanın verdiği enerjiyle dolaşan yırtıcı kurtlar gibi olurlardı. O kurtlardan biri gibiyken, karşısındaki adamın kendinden eksik kalır yanı yoktu... Birinin veya her ikisinin etkisiz hale gelmesi anına kadar devam edecek iki aç kurdun çarpışması olgusuna, bu seçeneklere uymayan üçüncü bir seçeneği katmışlardı şimdi... Ara vermişlerdi... Fakat ara seans boşa geçmiyordu. Birbirlerini süzüyorlardı. Tinerci genç hayıflandı. Tinerler eski kalitesini kaybetmiş olmalıydı... Ya da yeteri kadar almamıştı... Genç adam burada bekler miydi; az ilerde bulunan barakada biraz daha tiner çekip geri dönünceye kadar... Bu mümkün müydü?... Hayır!... Ayrıldığı takdirde tabana kuvvet kaçacaktı o... Emindi. O, kendisinden bir şey istemiyordu. Beklemesi için bir nedeni yoktu... Kendisi ondan talepte bulunmaktaydı. Sokaktan geçiş parası istemişti. Kaçması, uzaklaşması için daha bir çok neden sıralanabilirdi... İnadına vermiyordu. Canı bahasına direniyordu... Boğaz köprüsünden geçmek için, gişede bulunan çalışana canı istemese de para vermek zorunda değil miydi?... Elbette verecekti... Vermediği takdirde, boğazdan geçmeme cezasına çarptırılacaktı... ‘Sokak bastı’ parasını ödeme yapmaya direnme suçunun cezası ise ölümdü. Şahıs, parası yerine hayatını ortaya koyuyordu. Hem de kaybedeceği bir rövanşta... Bu sokağın sahibiydi… Ama, Boğaz köprüsündeki gişeciyi tanıyan zihniyet, kendisini tanımıyordu... Orada ödediği paraya harç, kendisine ödenmesi gereken paraya ise haraç denirdi... Harç ile haraç arasında sadece bir ‘a’ harfi farkı vardı. Bir ‘a’ harfi için para isteyemeyecek miydi?... Bir ‘a’ harfi fazlalığı yerine, dört harfli ‘ölüm’ gerçeğini tercih ediyordu o... Hem yolcuya iyilik yapmış, sadece cebindekileri istemişti. Buna bile direnen bu adam, aptal ve salak olmalıydı... Görüntüsü, okumuş, hatta parmak uçları klavye görmüş birine benziyordu... Gazete de okuyor olmalıydı... Tiner etkisiyle kısılmış gözleriyle, göz gezdirdiği bir gazetede okumuş olduğu tinercilerle ilgili bir yazıyı anımsadı. Psikoloji alanında uzman olan birinin, ‘Tiner çekmiş biri sizden bir istekte bulunduğunda; kaçma imkanınız yoksa, ikiletmeden isteğini karşılayın. Tinerci gencin şuuru açık değildir. Kendinde değildir. Aşırı güç ve cesaret hisseder. Karşı koymak yerine istediğini sinirlendirmeden vermek en mantıklı yoldur...’ biçimiyle devam eden ve okuya okuya ezberine aldığı uzun yazıyı karşısındaki adam okumamış mıydı?... Kendine ve meslektaşlarına yararlı bu açıklamayı içeren gazeteyi alıp saklamıştı. Yaya, sokaktaki can güvenliğiyle ilgili bu yazıyı okumamıştı belki de... Belki de, okumuş fakat unutmuştu... Ya da kabullenmemişti… Bu yazının aynısını para biriktirip ilan yoluyla tüm gazetelerde yayınlatmak için girişimde bulunacaktı. Bu yazıyla daha çok kamuoyu oluşturacaktı. Oluşan kamuoyu bireylerinden istemde bulunmak için, eline bıçak almasına, küfür etmesine gerek kalmayacaktı. Daha kibar olacaktı. İnsani ilişkilere girecekti. Belki de iş sahibi beyaz gömleklilerin giydiği kıyafetlerin benzerlerinden üzerine uyduracaktı. Sokaktan geçenlere usulca yaklaşacak, ‘Beyefendi! Bendeniz bu sokağın aşırı tiner çekmiş, bilinci yerinde olmayan bir genciyim. Gazetelerde çıkan ilanlardan da anlaşılacağı üzere nasıl davranmanız gerektiğini umarım biliyorsunuzdur. Cebinizde bulunan ağırlıkları rica edeyim....’ diyecekti. "Ben böyle bir ilan okumadım! Haberim yoktu!" diyen bozguncularda çıkacaktı. Onlara, yargılandığı mahkemelerden birinde öğrendiği bir sözü, tek kelimesini değiştirerek söyleyecekti. ‘Yankesicilik suretiyle hırsızlık’ suçundan yargılandığı bir duruşmada, affedilmesi için, "Yaptığı işin suç olduğunu bilmediğini," söyleyince, mahkeme hakiminin, gülümseyerek söylediği bir söz hala kulaklarında küpeydi. "Yasayı bilmemek mazeret değildir! " Bu sözü kullanacaktı; bir kelimesini değiştirerek, "İlanı bilmemek mazeret değildir!" diyecekti… Karşısındaki genç gibilerle yine karşılaşabilir miydi?... Olabilirdi... O durumda kibar yüzünü, kaba yüze dönüştürmeye iki saniye yeterli olacaktı... Yerde yatan arkadaşının seslenişini duydu. "Vur onu Lann!!!... Onun a....nın a..na kooyy!..." Koyacaktı, tabi... Kolluyordu onun açığını... Bıçağı, onun karnına doğru salladı, olanca hıncıyla... Değmişti galiba... Iskalamamıştı... Geri çektiği bıçağın ucuna göz ucuyla baktı. İnce bir kırmızılık vardı. Özdal, kendi kendini küfürlü uyardı... Daha dikkatli ve çevik olmalıydı. Bir anlık gaflet ve dalaleti pahalıya mal olacaktı. Tinerci gencin salladığı bıçak elinin sırtını çizmişti. İsabet almıştı. Ama acı yoktu... Özdal, içinden gelen bir düşünceye gülmemek için kendini zor tuttu. Ya bıçak darbesi karnını deşseydi?... Ölseydi?... Cinayet dedektifleri ve otopsiyi gerçekleştirecek doktor, -eğer bulunursa- nöbetçi savcı kursağında öğütülmüş ve öğütülmemiş yemek artıkları bulunmamasına kesinlikle şaşıracaklardı… Basın-Yayın Fakültesi mezunu olduğu anlaşıldığında "Faili meçhul biri ya da birileri tarafından bıçak darbesiyle öldürülen fakülte mezunu bir gencin kursağında, hiçbir gıda maddesi bulunmadığı, tamamıyla aç iken hayata veda ettirildiği, otopsi incelemesiyle anlaşılmıştır..." diye basına beyanat verecekler miydi?... Sanmıyordu... Ülke yöneticilerinin onuru, haysiyeti ve şerefi vardı. Yurttaşlar; onların çocuklarıydı. Yöneticiler; yurttaşların babasıydı. ‘Hiç baba çocuklarını aç bırakır mıydı?...’ ‘Ayıp değil miydi?...’ ‘Aç bıraksa dahi söylenecek bir husus muydu?...’ ‘Devlet; babaydı. denildiği gibi, Ama bu durum kendi aramızda kalmalıydı. Seslendirilmemeli, dillendirilmemeliydi!... Değiştirilemez, yok edilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez Anayasal, 'Sosyal Devlet İlkesi' tadında bırakılmalıydı.’ ‘Sonra elalem ne derdi?...’ Hem o şerefe bir leke kondurmak üzerlerine vazife değildi. ‘Durumdan vazife çıkarmak!’ kapsamına bu tür durumlar ise hiç girmezdi. Ne yani birilerinin önündeki yemek alınmış, aç bırakılmış diye görevli ve yetkili yöneticiler, başka yöneticiler tarafından görevden mi alınsındı?... Saçma düşünceler... Hiç olmayacak zamanda aklına gelmesi ise daha bir saçmaydı... Düşüncelerin, duyguların da kendine göre bir mekan ve zamanı vardı. Bulunduğu mekan ve zaman ortamı ise bu tür düşünceler için no-müsaitti... Tinerci genç yeniden bağırdı. "Ulan olum! Altı üstü bir çorba parası verecen. Deger mi lan, Orispi Cociği!..." Küfürlü uyarı Özdal’ı biraz daha kızdırdı. Hamlesini daha bir sert gerçekleştirdi. "A.... koyduğumun çocuğu!... Çorba parası mı var lan bende?..." "Lan Top!... İlk başta neye söylemisin?..." Tinerci gencin, Özdal’ın parası olmadığı açıklamasına inanası geldi. Doğru söyleme olasılığı yüksekti... Onun gözleri, ancak aç insanlarda oluşabilecek bir parlaklığı taşıyordu... Yaşam ortamından memnun olmayan rahatsız bir kişilik ancak bu kadar mücadele edebilirdi. Peki parası yoksa bu mücadelesi ne içindi?... Ceplerinin ve varsa cüzdanın aranmasına izin verebilirdi. Kanıtlardı kendilerine parası olmadığını... Parası olmayan bu kişiyle bu kadar uğraşmaktan kurtulurlar-dı... Hem arkadaşı kafasından darbe almazdı... Hem, onun elini çizmemiş olurdu... Galiba, bu da kendilerinden biriydi... Yani, haraç istenmemesi gereken kişilerden... Dediği doğruysa, kavgayı devam ettirmek anlamsızdı... Anlamsız mı?... Onunla kavgayı bırakmak için artık çok geçti... Gözleri açık vaziyette yerde uzanan tinerci arkadaşı, bu olayın tanığı olacaktı. Arkadaşının ne kadar dedikoducu olduğunu iyi biliyordu. Onun ağzına sakız olmak, yedi düvelin ağzına sakız olmakla eşdeğerdi... Duyanlar kendisiyle dalga geçmeye başlayacaklardı. Hafife alacaklardı... Hatta cesarette bulacaklardı… Bu alemde zayıf görünmek; daha fazla zayıflatılmanın yolunu açmak, demekti. Bu olasılığın gerçekleşmesine izin veremezdi... "Lan! Paran yoksa satini ver!..." "Saatim yok!..." "Paltonu ver!" "Veremem!" Veremezdi, Gazi’nin emanetiydi... Tinerci genç, bir şeyler elde etmeden bırakmayacaktı... Acaba, Gazi’nin pardösüsünü vermekle ondan kurtulabilir miydi?... Emin değildi. Onun arkadaşını yaralamıştı... Artık, üst üste gelen hamlelerden kurtulmakta zorlanıyordu. İyiden iyiye tükenmişti. Bir türlü hamle sırası kendisine gelmiyordu. Belki de sırasını savıyordu. Sadece sağa, sola ve geriye çekilerek bıçak darbelerinden korunabili-yordu. Tinerci gencin ise yorulacağı yoktu. En sonunda zafer onun olacak gibiydi. Alnında oluşan terler soğumaya yüz tutmuştu… Kulakları çınlıyordu. Sanki ölüm çanları çalınıyordu… Ölüm! Ölüm! Ölüüüüümm!... Ölmek!... mek!... ‘Ölüm; dirimden daha iyi olur,’ diye düşündü. Ölü bedeni her türlü açlığa kapalı olacaktı. Tüm sıkıntılarından kurtulacaktı... Bu düşünceyle keyiflendi. Varolan korkusunu alt edebilmişti. Tinerci genci bir ölüm meleği gibi görmeye başlamıştı şimdi. Tinerci gencin her kol kaldırışı, büyük bir kuşun kanat çırpışı gibiydi. Bu kanatlar; gökyüzüne uçuracaktı ruhunu. Gerçek yaşamda uçmak kısmet olmamışken, bu kısmeti ölüm sonrası elde edecekti. Gözleri kaymaya, dikkati dağılmaya başlamıştı... Buna karşın bedeni doğal reflekslerini sakınmıyor, saldırılara boyun eğmiyordu... Uzun sürmedi… Yere yıkılmıştı usulca... Elinde bıçak olup olmadığını hissedemiyor-du... Kulakları dış dünyayla iletişimini tümüyle koparmıştı… Görme duyusu da aynı sona uğradı... Ne tinerci genci ne de başka bir varlığı görebiliyordu... Aniden çevresi aydınlandı... Kapalı gözlerinin gördüğü karanlık aydınlanmıştı. Galiba birkaç darbe almış, ruhunu teslim etmiş, astral bedeni öbür dünyaya geçmişti... Bir filmde izlemişti. Ölümden sonraki dünyaya seyahatle ilgili fantastik bir öyküyü içeriyordu... Geçiş anında başrol oyuncusu da böyle beyaz bir parlaklığı ve aydınlığı görüyordu ... "Hey! Hey!... Kalk!... Kalk!..." seslenişini duydu. Sorgulama başlıyordu şimdi... İlköğretim döneminde din hocasının anlatımlarından öğrendiği birçok sorular sorulacaktı... Yanıtını da biliyordu; sorulacak soruların... Ama, sorulara yanıt verecek gücü yoktu... Açlığı feryat ediyordu. "AÇ-IM!... Aç-ım!..." diye mırıldanmaya başladı. O kadar açtı ki, geçiş yaptığı dünyada yenilmeye adanmış ne varsa yiyebilecek kadar güçlü hissediyordu kendisini... Burada yiyecek bir şeyler bulunur muydu?... Bulunuyorsa ikram edilir miydi?... Her şey şüpheliydi... Zorunlu iskana tabi tutulacağı yeri dahi öngöremiyor-du... Cennet mi?... Cehennem mi?... Yoksa ikisi arası mıydı?... "Bu dünyada yiyecek bir şeyler var mı?..." "Hadi be, kardeşim!... Çok ağırsın. Taşıyamıyorum... Biraz yardımcı ol!..." Ses; az önce "Hey! Hey!... Kalk!... Kalk!..." diye seslenen sesin sahibiyle aynıydı. Kirpiklerini birbirinden ayırdı. Sol koltuk altını omzuyla desteklemiş, elini beline dolamış biri, iki parlak beyaz ışığa sahip bir nesneye doğru sürüklercesine kendisini götürmeye çabalıyordu. "Ben neredeyim?..." diye sormadan önce, bacaklarına güç verdi Özdal. "Beyoğlu’ndasın," dedi kendisini taşıyan. ‘Beyoğlu’ndasın,’ derken gevrek gevrekte gülmüştü. İki parlak ışık, artık gözlerini almıyordu. Geçmişlerdi iki parlak ışığı... Bir arabanın açık kapısından içeri sokulmak üzereyken beynini toparlamaya çalışıyordu... Koltuğa kurulduktan sonra, ışığın gösterdiği sokağa baktı. İki kişi, birbiriyle sarmaş dolaş ve yavaş adımlarla sokağın sonuna doğru ilerliyorlardı. İçlerinden biri, arada geriye dönüp kendilerinin bulunduğu tarafa bakıyordu. Kısa süren sis perdesi dağılmıştı. Az önce olanları… Yere düşme anına kadar olanları anımsamaya başlamıştı... İlerleyen iki genç, kendisine saldıran tinerciler olmalıydı... Otomobilin sürücüsü, koltuğuna kurulmuştu bile. Tebessüm ederek, "Şimdi nasılsınız?" diye sordu Özdal’a. Özdal, minnettarlığını hissettiren bir tonlamayla, "Siz olmasaydınız öldüreceklerdi beni!" dedi. Sürücü, gevrek gevrek güldü. Belinden çıkardığı tabancayı göstere-rek, "Ben değil! Bu kurtardı," dedi. "Kullanmama bile gerek kalmadan..." Otomobili hareket ettirirken, "Allah’tan zamanında yetiştim.. Yoksa bol delikli bir bedenle karşılaşacaktım," diye ekledi. "Teşekkür ederim," dedi Özdal. İçinden ucuz kurtulduğuna dualar ederken. Birkaç kez derin soluk alıp verdi. Devam ettiremedi. Otomobilin göğsünde bulunan ve kendine göz kırpan bir sigara paketi görmüştü... İçi bir hoş olmuştu. Yılları cezaevinde geçmiş birinin, çıplak bir kadınla teması anından birkaç saniye önce duyduğu hislerin benzeri oluşmuştu. Kalbi olanca şiddetiyle vuruyordu göğsüne, pompalıyordu kanı olanca hızıyla beynine... Dayanamadı… Söyleyecekti işte… "Sigaranızdan alabilir miyim?..." Sürücü, yan gözle baktı. İki kez başını salladı. "Tabi! Tabi!... Ne demek!" Sürücünün yolu kontrol eden gözleri, arada sağa kayarak Özdal’ı ve sigara içişini inceliyordu. ‘Sigarayı içmiyor sanki yiyor,’ diye geçirdi içinden. "Seni hastaneye götürmemi ister misin?" Önce, "Bişeyim yok saol..." dedi. Sonra, "Elimdeki ufak bir çizik dışında," diye ekledi. "Karakola?..." Bu soruya önce şaşırmıştı. "Karakola mı?" "Belki şikayetçi olmak istersin." "Tinercileri şikayet etmek mi?.. Kalsın! Ben almayayım. Polisler bile onlarla karşılaşmamak için yollarını değiştirirken..." Sürücü, gözlerini yoldan ayırtmadan, sağ elini kaldırarak, "Sen bilirsin!" dedi. Sürücü, "Nerede indirmemi istersin?" diye sordu bu kez. Gerekli davranışı göstermiş, yapabileceği bir şey kalmamıştı. Onu, arabayla gezdirmeye ya da gideceği yere kadar götürmeye ise hiç niyeti yoktu. Özdal, sürücünün niyetini anlamıştı. Kendisinden bir an önce kurtulmak istiyordu. Haklı olabilirdi. Ama eve gitmemesi gerekiyordu. Sabaha kadar vakit geçirebileceği uygun bir yeri de yoktu. Yürüyecek mecali de kalmamıştı. Hafif aralık camdan gelen esinti, hava tahmininde bulunmasına gerek bırakmıyordu. Hava iyiden iyiye soğumuş, bedeninde ki ter de aynı akıbete uğramıştı. Sıcak bir yer bulmalıydı... Sürücü, iyi birine benziyordu. Riske girerek kendisini kurtarmış-tı. Ondan bir iyilik daha yapmasını isteyebilirdi. Sürücünün beklediği yanıtı vermedi. "Sahi! Beyefendi sizin yolculuk nereye?.." Sürücü, istem dışı güldü. Gülmesi keyiften değildi. "Benim için mesai devam ediyor. Eklembacaklılardan’s Istakoz Lokantasına, ıstakoz götürüyorum." "Bu saatte lokantanın müşterileri varsa işiniz bayağı iyi olmalı." "Bu gecenin özel bir önemi var. Körebe Medyasının kuruluşunun 50.yıldönümü nedeniyle kutlama yemeği var. Tahminimizin üzerinde tüketim olunca, ana depodan ıstakoz almak zorunda kaldım." Özdal, otomobile bindiğinden beri burnunda asık vaziyette duran, bir türlü çözemediği kokunun kaynağını öğrenmiş olmanın rahatlığına ermişti. Otomobilde ıstakoz kokusu vardı. Tanıdık bir koku değildi, ama hoşuna gitmişti. Kokuyu sindire sindire birkaç kez daha çekti içine. Yutkundu... "Hayatım boyunca hiç ıstakoz yemedim." Sürücü, yan gözle kısa süreli bir bakış fırlattı. ‘Adam, ya saftirik, ya duymadı, ya da özellikle böyle davranıyor,’ diye düşündü. "Kardeş!... Seni nerede indirmemi istiyorsun?... Lokantaya az bir mesafe kaldı. Sağdan ikinci sokağa döneceğim, haberin olsun." Düşünmekte acele etmeliydi... Bir şeyler söylemede acele etmeliydi... İkna edici olmalıydı... Güven verici olmalıydı... Duygusal vuruşlar yapmalıydı... Acındırmalıydı kendisini... Olmuyorsa yalvarmalıydı... Trafik sinyalizasyon ışığı, kırmızıdaydı. Sürücü, kendisinden yanıt bekliyordu. Sert bakışlar bunun apaçık ikinci bir kanıtıydı. "Fazla olduğumu düşüneceksiniz, biliyorum... İyilikten maraz doğar, diyeceksiniz..." Sürücü sinirlenmişti. "Söyle be adam!... Bekleyenlerim var!..." "Bu saatte benim evin yakınından otobüs geçmez." "Eeeee!!!" "Taksi paramda yok." "Eeee?..." "Ve karnımda aç!..." Son cümlesini yeniden vurgulamalıydı. "Hemde çok acım!" Sürücü, bir kez daha inceledi, Özdal’ı. "Öğrenci misin?" "Değilim." "Ne iş yapıyorsun?..." Sürücü, biraz ileride, döneceği köşede taşıtı park edip, dörtlüleri yaktı... "Öğrencilik bitti. Basın-Yayın Fakültesi mezunuyum… Ama İşsizim." "Madem paran yok! Bu saate kadar Beyoğlu’nda ne işin vardı." "İş arıyordum." "Ne tür bir iş arıyorsun?... Sana göre Beyoğlu’nda ne iş olabilir ki?..." "Ne iş olsa yaparım, inanınki... Bulaşıkçılık bile..." "Valla, gerçi bizim restorana bir bulaşıkçı daha alınacaktı... Ama... Patron seni işe alır mı bilmiyorum." Özdal’ın gözleri parlamıştı. "Neden?..." diye sordu. "Fakülte mezunu almamaya yemin etti." "Üniversite mezunlarına takıntısı mı var?" "Yok! Öyle değil. Kendide üniversite mezunu. Senin Fakülteden mezun... Bir defasında acıyıp almış, sonra işten çıkarmak zorunda kaldı... Üniversite mezunu çalıştırmak zoruna gidiyormuş." Özdal, "Garip!" diyerek burun kıvırdı. "Yine de bir görüşsek... Belki ikna edebilirim." Sürücü, telaşlanmıştı. "Hayır!... Hayır!... Bana çok kızar..." Kısa bir sessizlik oldu. Sessizlik kısalığıyla kaldı. "Dostum!... İnmeyecek misin?..." Sürücü, yine yanıtsız kalmıştı. Özdal, otomobilden inmeye niyetli değildi. Sürücü, sinirlendiğini belli etmemede zorlanmaya başlamıştı. Zorlada indirebilirdi... Özdal’ı gözü kesiyordu. Ama, o aşamaya gelmesini istemiyordu. Acımıştı ona... Yine de bu gibiler, hiç istemediği halde kötü davranışı hak ediyordu… "Benden istediğin nedir?..." "Sabaha kadar kalabileceğim bir yer... Azıcıkta aş..." Beğenmediği bir yanıtta olsa gelmişti. "Ya!..." diye başlayacaktı, vazgeçti. Başını sağa, sola salladı. Ses vermedi. Çalışır vaziyette bulunan otomobilini, hareket ettirdi. Bu hareket, Özdal’ın içinde tuttuğu nefesi, seslice salıvermesine neden olmuştu. Devamı: 4. sh.da
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |