Bir takım şeyler görürsünüz ve "Niye?" diye sorarsınız. Ben ise bir takım şeyler düşlerim ve "Niye olmasın?" diye sorarım. -George Bernard Shaw |
|
||||||||||
|
Eklembacaklılardan’s Istakoz Lokantası'na birkaç dakika sonra vardılar. Özdal, isminin ‘Ustakoz’ olduğunu öğrendiği sürücünün talimatı üzerine, taşıtın yanında beklemeye başladı. Ustakoz, gelen üç elemana, ufak pikabın arkasında, içi canlı ıstakoz ve suyla dolu akvaryuma benzer kalın camla örülü ufak kasaları indirmelerini emretti. Restoranın arka kapısından gerçekleştirilen taşıma eylemine, Özdal’ da katıldı. Taşıma sonrası Ustakoz’dan gerekli uyarıları aldı. Mutfak kısmında kalacaktı. Salona çıkmayacaktı. El altından ıstakoz yeme düşü bile kurmayacaktı. Bir kase ıstakoz çorbası içme hakkı vardı. Çalışanları meşgul etmeyecekti. Gösterilecek yerde ses çıkarmadan oturacak, hatta öksürmeyecekti bile... Anlatılanları anladığını ve kabul ettiğini başıyla ve sözle onaylamasıyla lokantanın mutfak kısmına girmeye hak kazanmıştı. İlk kez bu kadar büyük bir mutfak görüyordu. Aslında bazı filmlerde görmüştü. Fakat gerçeğiyle ilk kez yüzleşiyor ve içerisinde bulunuyordu. Mutfakta boş duran yoktu. Bulunanların tümü büyük bir gayretle çalışıyorlardı. Kendisini fark etmediler bile. Ustakoz’un, çalışanlara emir yağdırma üslubu, onların üstü olduğunu kanıtlıyordu. Çalışanlardan birine bir şeyler söylemeye başladı. Dinleyenin gözleri kendisine doğru kaydı. Başını sallayarak dinliyordu. Ustakoz'un az önce konuştuğu şahıs, bulunduğu yöne doğru yürümeye başladı. Selam bile vermeden, kenarında masa bulunan sandalyeyi işaret ederek, "Şuraya oturabilirsiniz." dedi. Özdal’ın yorgun bedeni, bu isteği büyük bir arzuyla yerine getirdi. Sandalyeye yan oturarak bir kolunu masaya, diğer kolunu ise sandalyenin arkalığının üzerine dirseklerinden kıvırarak koydu. Kolları külçe gibiydi sanki. Bir yerlere dayanması rahatlatıcı gelmişti. Ustakoz ve yer gösteren gözden kaybolmuştu... Metal kaşık ve çatal sesleri, tabak sesleriyle birbirine karışıyor, insan sesleri arada baskın geliyordu... Domates, salatalık, maydanoz, soğan, nane, roka gibi sebze ve yeşilliklerin kokusunu ayırt edebiliyordu. Uzun ve geniş bir tezgahın çevresinde sıralı üç kişinin görevi, salata hazırlama olmalıydı. Biraz öteden gelen garip koku, Ustakoz’un pikabında tanıştığı bir kokuydu. Bu; ıstakoz kokusuydu... Bir sesle irkildi. Kulak tırmalayıcı bir sesti. Sesin geldiği yöne doğru başını çevirdi. Az ileride büyük bir kazanın önünde duran iki çalışanın, canlı olduğu her halinden belli olan ıstakozları, ellerindeki tutacakla kazanın içine indirmelerini ve çıkarmalarını izledi. Ciyak ciyak bağırtılar geliyordu. Aniden sıcak suyla temas eden ıstakozların içindeki havanın dışarı çıkması dışında, haşlanmalarından ve acıdan kaynaklı ‘ciyak ciyak, hoş hoş, cıs’lı’ ses ve bağırtılardı bunlar. Tuzlu ve sirkeli sıcak suya canlı canlı sırtüstü yatılı bırakıldıktan sonra sudan çıkarılan ıstakozlar, biraz soğutulduktan sonra, özel ıstakoz makası ile kıskaçları ve ayakları gövdelerinden ayrılıyor, bozulmamasına özen gösterilerek kabuklarının içinden ıstakozun etleri çıkarılıyordu. Kıskaçları da kırılarak etleri ayrılıyordu. Düzenle kesilmiş etleri ise, bir diğer çalışan tarafından uzun sayılabilecek bir servis tabağına yerleştiriliyordu. Kazanın içiyle daha temas etmemiş ıstakozlar yakın geleceklerini sezmişçe-sine direniyorlardı. Lakin direnmenin boşuna olduğu, onlardan öncekilerin hafif haşlanmış cesetlerinden bile anlaşılıyordu. Aynı akıbete uğrayacaklardı ve akıbet malumdu... Her bir ıstakoz, kazanın içiyle temasları anında kulak tırmalayıcı ince canhıraş sesler çıkarıyordu. Canlı canlı haşlanmanın verdiği acıya suskun kalamıyorlardı. Feryatları ile bedenlerinin kazanın sıcak sıvısıyla temaslarından çıkan haşlanma sesleri birbirini tamamlıyordu. Canlı canlı atılan ıstakozların çıkardığı sesler ve kokular beynini döndürdü. İçi ürperiyordu. Servis tabaklarına konan ıstakozlar, gözlerinin irileşmesine neden olmuştu. Bir gün ıstakoz yemek kısmet olacak mıydı?... İnanmıyordu. Ustakoz’un dediğini anımsamıştı. "Bir servisi; bir asgari ücretli işçinin aylığından daha çoktur..." Kendisinde ekmek parası bile yoktu. "İşte ıstakoz çorbanız geldi... Buyurun!" diyerek seslenen; az önce oturması için kendisine yer gösteren kişiydi. Kaşık ve ekmek de getirildi. Masa ve sandalyeye daha bir sıkı kuruldu. Aç kurtlar gibi saldırmamalıydı. Reflekslerini kontrol etmeli, dikkat çekmemeli, Ustakoz’uda mahcup etmemeliydi... Kaşıklanan çorba ile katığı ekmek, tükenmekte gecikmedi. Ağzının kenarında kalan çorba, dudak kenarlarını birbirine tutkal gibi yapıştırmıştı. Diliyle yaladı... Nefes nefese yemiş, nefes nefese kalmıştı. Yüzüne renk gelmişti. Sanki aldığı gıda derhal öğütülmüş, mide ve bağırsaklarından geçmiş, bir kısmı kana, bir kısmı ise gitmesi gereken başka yerlere ulaşmıştı. Kan pompalayıcısı; çoğunlukla beyne gönderi yapmış ve olagelen tazyikten yüzü kızarmıştı. Kızarıklığı utangaçlığından değildi yani. Servisi toplayan genç, boşları alırken, Özdal’a espri ikramında bulundu. "Bulaşıkçımıza yardımcı olmuşsunuz!..." Garson haksızda sayılmazdı. Kaşıklanamayacak duruma gelen çorba artığını bile, bir parça somun ekmekle tamamen silmiş süpürmüş, parlak ve temiz bir görünüm kazandırmıştı kaseye... Genç eleman, bu durumu vurguluyordu, yüzüne olanca sempatik bir görüntü vermeye çalışarak. Oluşan ılık havadan yararlanmalıydı. "Rica etsem!... Bir çorba daha getirebilir misin?" Genç eleman, dudak büktü. "Ustaya sorayım," diyerek ayrıldı yanından. Az sonra gelen kase ve tepeleme ekmek sepeti, genç çalışanın, ustasından olumlu yanıt aldığının açık kanıtıydı. Özdal, gözlerini çorbaya dikerek, teşekkür etti. Gelen ikram, birincinin akıbetine uğramıştı. Genç eleman için bu durum, sürmekte olan yorucu gecenin eğlencesi idi. Ahtapot salatası hazırlarken sık sık Özdal’ın çorba içişini, ekmek yiyişini izlemişti, arada sırıtarak. Özdal’ın kaşığı masaya bırakmasıyla, yine başında bitmişti. "Istakoz’da ister misin?..." Ses ve yüz ifadesi alaycıydı. Bir aylığından fazlasına bedel olacak ıstakozu yiyip yiyemediği şüpheli olan bu gencin, izin almaksızın kendiliğinden ikramda bulunama-yacağına adı gibi emindi. Özdal, bozuntuya vermedi. "Sahiden mi?... Neden olmasın." Genç eleman, gülmemek için gerdiği yüzünü gevşetti. Çok sürmedi. Kesik kesik çıkan ve elden geldiğince sessizleştirmeye çabaladığı kahkahalarını tutamadı. Salıvermişti. Az ilerde bulunan bir sandalyeyi tek eliyle kaldırarak, Özdal’ın bulunduğu masaya kuruldu. Kahkahalarının bitimi sonrası ciddileşmişti. Mahzun bir görüntü sarmış –belki de sardırmış- yüzüyle "Onbir aydır bilfiil buradayım. Sadece bir kere yemek kısmet oldu bu büyük böceği..." Özdal'ın yüzünde acı bir gülümseme oluştu. "Ben yirmi sekiz yaşındayım. Gerçeğini ilk kez görüyorum." Genç eleman, hakimiyeti kendisinde olabilecek iyi bir konuşma alanı bulma sevincini, dudaklarını diliyle yalayarak ifade etti. "Istakoz hakkında bilginde yoktur." Özdal, başıyla doğruladı. "Bak dostum!... Istakoz sekiz ayağı iki kıskacı olan büyük bir böcektir. Kıskaç ve kuyruğu etlidir. Gövde kısmı etli değilse bile küçük bir torba dışındaki bütün kısımları ciğerleri dahil yenir." Özdal’ın ilgisini çekip çekmediğini öğrenmek için "Devam etmemi ister misin?..." diye sordu. "Sevinirim..." "Istakozun gözleri, arı peteği gibi prizmatiktir. Yalnız altıgen değil karedir. Görme duyusu ışığın kırılmasıyla değil, yansımasıyla çalışır. İnsanın görme duyusuyla bu yönden ayrılır. Bu nedenle görüş alanı daha geniştir. Amerikanın Nasa uzay üssü onun bu yapısını taklit ederek uzayın daha geniş alanını gösteren teleskoplar üretmiştir. Gözleri kapalı halde başlangıç noktalarından kilometrelerce uzaklaş-mış olsalar dahi aynı yeri bulabiliyorlar. Vücutlarında bir tür harita oluşturuyorlar ve kalkış noktasından itibaren elektronik radar gibi çalışıyorlar, koordinat takibi yapıyorlar. Istakozun koku alma duyuları da çok gelişkindir. Antenleriyle kokusunu almak istedikleri şeye vururlar ve yavaşça çekerler. Tüylerine sinen kokuyu alırlar..." Bir arkadaşının seslenmesi üzerine yarım bıraktı konuşmasını. "Bir bakıp geleyim..." diyerek Özdal'ın yanından ayrıldı. Genç elemanın anlatısı merakını uyandırmıştı. İştahla geri dönüşünü bekliyordu. Çok beklememişti… Genç eleman, yeniden masada bitmişti. "Nerede kalmıştık?..." "Istakozdan söz ediyordunuz." "Dostum sana Florida kıyılarındaki ıstakoz göçünden söz etmesem patlayacağım." Dudaklarını ısladı. "Koşulların değişmesiyle daha güvenli ve sıcak derinlerdeki suya göç etmeye başlamaları çok müthiş bir görüntü sunuyor. Kayalıklardan çıkıyorlar... Denizin derinlerinde toplanmaya başlıyorlar. Her biri antenleriyle, bir diğerinin arkasına tutunup tek sıra oluşturuyorlar. Oluşturulan her sırada yaklaşık elli tane ıstakoz bulunuyor..." Açıklamasını yarım bıraktı. Soru yönlendirdi. "Bu neden gerekli biliyor musun?..." Özdal, merak hissini olanca gayretiyle sesine ve gözlerine vererek, "Hayır!... Sahi neden?..." dedi. "Suyun sürükleme etkisini azaltmak için. Daha az güçle daha hızlı hareket etmek için. Birde gelebilecek saldırılara karşı daha etkili bir koruma sağlamış oluyorlar. Saldırıya uğradıklarında sırayı bozuyorlar... Saldırı bittiğinde kıskaçları dışarıda olacak şekilde yeni bir sıra oluşturuyorlar. Bir nevi düzenli bir ordunun savunma taktiği gibi..." Genç eleman, kitabi konuşuyordu. Özdal, soramadan edemedi. "Bu kadar bilgiyi nasıl edindin. Konunun uzmanıymışsın gibi anlatıyorsun." "Üzümünü ye bağını sorma... Ha sahi!... Istakozların sinirlerinin gevşek olduğunu söylemiş miydim?... Bu nedenle ıstakoza, yavşak böcek yakıştırmasında bulunanlarda..." Mikrofonsuz; fakat mikrofonik bir ses, genç elemanın konuşmasını yarıda kesti. Lafının devamını yutmasına neden oldu... Yutkundu... "Patron denetime geliyor!..." bağırtısı bir anda görev yerinde bitmesine neden olmuştu... Özdal’da oluşan panikten payına düşeni almıştı. Lokantanın patronu geliyordu... Ama, buranın işçisi değildi. Neden telaşlanıyordu?... Ustakoz, patronuna kendisinden söz etmiş miydi?... Sanmıyordu. Böyle lüks bir lokantanın mutfak kısmına, ne idüğü belirsiz bir şahsın alınmış ve hele karnını doyurmuş olması bir patronun hoşuna gider miydi?... Gitmemesi bilinen kuraldı. İstisnası olabilir miydi?... Özgeçmişi şanssızlıklarla doluydu. Hayata kötümser bakmasına neden olan şansızlıklarla dolu bir geçmiş… Önünde duran boş bir çorba kasesi ve ekmek sepeti ile kullanıldığı belli metal kaşık, rahatsız ediciydi. Oturmuş olduğu sandalyeden kalkmak ya da kalkmamak çelişkisine girdi. Askerlik anısı tazelenmişti. Kısa dönem yaptığı zorunlu görevde mutfak sorumlusu olduğu günlerde kontrole gelen üst görevliye, ayağa kalkıp hazır ola geçer, tekmil verirdi... Ayağa kalkmaktan vazgeçti. Burası askeriye değildi. Hem ayağa kalkması daha bir dikkat çekici olabilirdi. En iyisi hiçbir şey olmamış gibi önüne; masaya bakmaktı. Gözleri, çorba kasesinde kalmış bir çay kaşığı kadar artığa odaklan-dı. Yutkundu... Üzerinde bir ağırlık hissetti. Birinin kendine baktığını hissettiği anlarda oluşurdu... Başını kaldırıp baktı. Oldukça uzun boylu, sinekkaydı tıraşlı, takım elbiseli, beyaz gömlek ve kravatlı birinin, jöleli siyah saçlarının ön perçeminin altından, iki yeşil gözüyle bakmakta olduğunu gördü… Onun gözleri, sorgulayıcı bakıyordu. "Kimsiniz?" Özdal, sandalyeden usulca kalktı. Gülümsemeye çalışarak, titremeye başlayan elini uzattı. "Ben Özdal!..." Uzattığı eli, bir süre boşlukta kaldı. Boşlukta belirsiz bir süre daha kalacağını anlayınca, önceki konumuna geri döndürdü elini. "Size kim izin verdi?..." Mahcup bir sesle, "Ustakoz beyle gelmiştim..." dedi. Patron, bir adım gerisinde bulunan Ustabaşına dönerek, Ustakoz’u çağırmasını istedi. Patron, bekleme zamanı boşluğunda mutfağı adımlamaya, yapılan işleri, çalışan işçileri, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan incelemeye başladı. Ustakoz gelmekte gecikmemişti. Mutfaktaki gürültüden ve aralarındaki mesafeden Patron ile Ustakoz’un konuşmalarını duymuyordu. Bir ara kendisini işaret etmişlerdi. Kendisinden söz ediliyordu. Ustakoz’un zor durumda kaldığını duyumsuyordu... Özdal, kaçamak bakışlarla, lokantanın Patronu ile Ustakoz arasında geçen konuşmaları, dudak hareketleri ve mimiklerinden çözmeye çalıştı... Kısa sürmüştü diyalogları... Yavaş yavaş kendisine doğru geliyorlardı. Gecenin bu yarısında lokantadan kovulacaktı. Yorgun bacaklarla sokaklarda yürümek, soğuk zeminli banklarda oturmak zorunda kalacağı düşüncesi ürküntü vericiydi. Ani sıkıntı, alnında ter tanecikleri doğurdu. Sandalyesinden ayağa kalktı. Onlara doğru birkaç adım atarak, Ustakoz ile Patronunun yakınlaşma amaçlarına yardımcı oldu. "Özür diliyorum! Benim için Ustakoz’a sinirlenmenize gerek yoktu! Hemen çıkıyorum!" Özdal, lokantanın patronundan beklemediği bir karşılık gördü. Az önce elini tutmayan el; bu kez uzanmıştı... "Ben Patrokoz," Uzanan eli, derhal kavradı ve sıktı. "Ben Özdal, memnun oldum efendim!" "Ustakoz, başınızdan geçenleri bana anlattı." Başını önüne eğerek, konuşmasına devam etti. "Mutfağımızda yabancı kalamaz. Ama bu kuralı sizin için bir kereliğine bozacağız... Sabah aydınlığına kadar kalabilirsiniz." Özdal’ın gözleri minnetle doldu. Minnet duygusunu ses düzeneğine de verip iki kez teşekkür etti. İş aradığını söyleyip söylememe kararsızlığının uzun sürmesi halinde, lokanta sahibini karşısında bulamayabilirdi. "Efendim! Ben ne iş olsa yapabilirim... Karın tokluğuna bile razıyım," diyebildi. Bu sözler, Patrokoz’u güldürmüştü. Kısa sürdü. Aniden ciddileşti. "Üniversite mezunlarına burada iş yok!" dedi. Kısa bir duraksamadan sonra, "Hele aynı Fakülteden mezun olduğum birini hiç çalıştırmam," diye ekledi. Özdal, Ustakoz’dan bu konuda bilgi edinmemiş gibi davranıyordu. "Sizde mi?..." "Evet!... Bende Basın-Yayın Fakültesi mezunuyum. Hatta ilk mezunlarından sayılırım." "Yaptığınız iş farklı değil mi?..." "Önemli olan para kazanmak... Hem basından o kadar da uzak değilim... Hatta iç içe bile sayılabilirim..." Patrokoz, fazla konuşmanın verdiği pişmanlığı yüzüne yansıttı... "Her neyse, konuklarımla ilgilenmem gerekiyor," diyerek Ustakoz’la birlikte yanından ayrılan Patrokoz’u gözden kaybedinceye değin imrene-rek izledi Özdal. Sandalyeye yeniden kuruldu. Dirsekleriyle masaya dayanarak, iki avucunun arasına aldı yanaklarını. Masa üzerindeki boş çorba kasesine dikti gözlerini... Dünyayı yese doymayacağını sanırken ufacık iki kase çorbası, açlığını nasıl da bastırmıştı?... Ama, az sonra yeniden acıkacaktı. Ne kadar çok yerse, sonraki açlık seansını azda olsa geciktirmiş olacaktı... Üçüncü kase ıstakoz çorbası için istihkakı var mıydı?... Ne derlerdi?... Az biraz beklemeliydi. Çevreyi koklamalıydı. Hatta samimi bir atmosfer yaratmalıydı. İstemeye dili varmalıydı. İstediğini belirteceği eleman, bu isteğini kulak arkası etmemeliydi... Çok geçmeden, iki kez masasına çorba servisi yapmış olan ve ıstakoz konusunda ansiklopedik bilgileri olan genç eleman, yeniden başında bitmişti. Bu kez, biraz saygılı edalardaydı. İşte yine başlıyordu. İyi bir başlangıç, üçüncü kase çorba istemine olumlu yanıt almasını sağlayabilirdi. Nereden başlamalıydı. En iyisi garsonun konuşmasını beklemekti. "Beyefendi!... Patron sizi istiyor." Onun patronu, kendi patronu sayılırdı; bu mekanda geçecek zaman diliminde. Kendisi buradaydı; burası ise patrona aitti. Kral oydu. Buyruk verme ve buyruğuna uyulmasına isteme hakkı vardı. Bir müşteri olmadığına göre emre uymak zorundaydı. Aksi halde geceyi burada geçiremeyebilirdi. 'Emri başı üstüneydi.' Sandalyeden sorgular bakışlarla, ama, ‘Neden’i?... Niçin’i?...’ kullanmadan kalktı. "Tabi!..." dedi, sadece... "Tabi! " Garson, takip edilmesini istedi. Mutfaktan çıktılar. Ufak bir alanı geçtiler. Kovboy filmlerindeki barların kapısı gibi iki kanatlı olan bölmeyi sırayla ve bedenleriyle öteleyerek yol açtılar. Gürültü seviyesindeki sesleri; uğultulu konuşmaları, piyano sesini, kaşık çatal gibi metallerin çıkardığı sesleri duyuyor, ağır yiyecek ve alkollü içecek kokularını algılıyordu… Büyük bir alana sahipti lokanta. Çevreye yönelik gözlemi, adımlarını yavaşlatmıştı. Garsonun geri dönerek, koluna dokunup uyarması üzerine, gözlerini tekrar garsonun sırtına odaklayarak adımlarını sıklaştırdı. Duvar kenarından ilerliyorlardı. Salonun köşesinde içerisini göstermeyen camlarla kaplı bir bölmeye kadar ilerlediler. Salonda ‘L’ biçiminde bir rota çizerek varmışlardı bu bölmeye. Garson, parmaklarını ortasından kıvırarak tıklattı kapıyı. ‘Gir!’ davetini duymamıştı Özdal. Garson duymuş olmalı ki, kapıyı sonuna kadar açarak, Özdal’a girmesini işaret etti. Özdal, güzel döşenmiş mini bir büro niteliğindeki yere girdi. Masa arkasındaki koltukta oturan Patrokoz’u tanımıştı. "Buyur, Otur!" demesi üzerine masanın ön kenarında bulunan misafir koltuğuna kuruldu. Garson ‘çıkabilirsin’ işaretini almıştı. Ve şimdi yalnızlardı. Patrokoz niçin çağırmıştı?... Merak içindeydi. Hareketli saatler içinde muhabbet etmek için çağırmış olmasını uzak bir olasılık olarak değerlendiriyordu. Kim bilir belki de işe alacaktı. Buradaki işler için deneyim ve tecrübesi yoktu. İşe alınmada diploma değil iş bilirlik önemliydi. Deneyimli olan ilköğretim mezunu biri bu anlamda kendisinden üstündü. Bu lokantada olsa olsa bulaşıkçılık yapabilirdi… Az mı bulaşık yıkamıştı Gazi’nin evinde?... Hatta pratikleşmişti. Deterjanların isimlerini bile biliyordu. Teflon tabakların, bulaşık teliyle veya sert cisimlerle temizlenme-mesi gerektiği gibi teknik bilgiler dahi edinmişti zamanla... Uygulamalı bir sınavda başarılı bir not alabileceğinden, adının ‘Özdal’ olduğu kadar emindi. Kendisini süzmekte olan Patrokoz, nihayet söze girdi. "Seni neden çağırdığımı merak ediyorsun, değil mi?" "Evet efendim!" "Bu geceki konuklarımızın kimlerden oluştuğunu biliyor musun?" "Evet efendim. Körebe Medyasının üst düzey çalışanları..." "Aynen öyle... Galiba sana bir iş ayarlamak üzereyim." Özdal’ın gözleri aydınlandı ve daha da açıldı. Kulakları duyacaklarını daha iyi algılamak için sanki dikleşti. "Körebe Medyası Genel Müdürüyle konuştum az önce. Sana uygun bir iş verecek!" "Olamaz!..." kelimesi; istem dışı ağzından dökülen bir sevinç çığlığıydı. Patrokoz, bir eğitmen edasıyla, "Yazgının, insanı nereye götüreceği, karşısına ne sürprizler çıkaracağı yaşandıkça öğreniliyor..." dedi. "Elinizi öpebilir miyim?" Koltuğundan doğrulan Özdal’ın ‘El öpme’ isteminin eyleme dönüşmesini, masanın üzerinde bulunan ellerini çekerek engelledi Patrokoz. "Seni ayaküstü tanıştıracağım... Sakın bir hata yapma!... İlk görünüm ilk etkidir. Olumlu olmalı..." "Evet, efendim!" Patrokoz önde, Özdal peşi sıra çıktılar bölmeden. Bu kez ‘L’ biçimli bir rota çizmeden, salonun ortasından ilerliyordu. Arada duraklayarak yanlarından geçmekte oldukları masalarda bulunanlara gülücükler dağıtan, başıyla yumuşak selam veren Patrokoz; mutfakta ve bölmesinde gördüğü kişi değildi sanki. Sertliğinden eser yoktu. Tam bir esnaf gülümsemesiyle bakıyordu, lokantasının ağırladığı müşterilerine. Eliyle ağzının kenarlarını 'nolur nolmaz' gibisinden sildi. Kollarını yürüyüşüne uyumlu oranda sallamaya başladı. Omuz ve göğüslerini dikkat çekmeyecek kadar dikleştirdi. Göz çeperlerini ayarladı. Diliyle; dişlerinin aralarına ve damağına, birkaç kez kulaç attırdı. Konuşma esnasında, ağzının içinde kalmış çorba ve ekmek tanelerinden birkaçının pırtlayıp, ortamı zehir etmesi hoş olmayacaktı. *** Devamı: 5.sayfada
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |