..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Politik Roman > Bahattin YILDIZ




31 Ekim 2004
Istakoz Büyüsü/ 9. Sh.  
9.sayfa

Bahattin YILDIZ


Hele; ‘Manken, İslamcı ve Solcu Koalisyondan etkilenen Ankara yanlış karar aldı!’ ‘Türkiye’yi yanıltan Manken, İslamcı ve Solcu Koalisyona büyük tepki var!’, şeklinde geçen alt yazılara çok gülmüştü.


:BHGF:
                                                             7


                          Ertesi Gün


2003’ün Nisan ayının bozuk havalarından bir gün...
Cenaze merasimi; bazı haber ve filmlerde izlenen bildik dekorla aynı...
Yağmur eksikti sadece...
     Hafif esintili hava, iyice yoğunlaşmış iri parçalı karabulutlar, yağmurun yağmak üzere olduğunun açık mesajıyken...
Bu mesaj, hala gerçekleşmemişti...
     Esinti, dikey eğrisini hafiften yükseltirken, uzaktaki parçalı bulutların birbiriyle birleşmesi çıplak gözle izlenebiliyordu.
     İkindiye yakın an; akşam vaktinin hafif karanlığına, toprak; kırmızı aydınlığa dönüşmüştü.

Sevgilisini... Sözlüsünü toprak altına bırakmıştı.
Mezarın toprağına su döken, kendi olmuştu...
Kara bulutlar, üzerine atılı toprak örtüsü gibiydi.
Üzerindeki toprak daha nemlenmemişti bile…
Terliyordu...
Kapalı bir hücrede tutsak kalmış birinin ruh halini yaşıyordu...

Okunan dualar sonrası bir kez daha sarıldı, sırasıyla; Cesi’ye, İmece’ye, Gazi’ye, Fatma’nın hem arkadaşı hem komşusu hem de oturduğu evin sahibinin kızı Sezer’e ve diğerlerine... Özelde; medya çalışanlarından olan katılımcılara...
     Az sayılı katılım olmasına rağmen, çoğunun medya çalışanı olmasıyla ses getirecek bir cenaze merasimi olma özelliğini barındırıyor-du…
Akrabasız, Körebe Medyasında bulunan arkadaşlarından ve meslektaşlarından oluşan grup...
Diğer medya kuruluşlarından da üst düzey temsilciler katılmıştı; yanlarında kameraman ve sunucuları olmak üzere...
     Ağlamak görevi tümüne düşmüştü...
     Bulunanların en soğukkanlısının gözlerinde bile, damlamaya hazır nem vardı...
Edirnekapı mezarlığı için sıradan, Özdal içinse sıra dışı bir merasimdi bu...
Sözlüsünü kaybetmişti...
     Ama, gözlerinde nemin zerresi yoktu...
     Hafiften esen yelin bile nemlendiremediği gözler...
Hiçbir şey düşünemiyor...
Hiçbir şey hissedemiyordu...
Sadece kara bir günü yaşadığının farkındaydı...
     İntihar etmişti Fatma...
     Cesedi evinde bulunmuştu...
     'Uyuşturucu ilaç alıp, jiletle bileklerini keserek intihar ettiği' sabah düzenlenen Adli Tıp kurumunun raporunda yazılıydı...
     Fatma’nın öldüğünü biliyordu...
Toprak altına gömüldüğünü…
Toprağın üzerine su boca ettiğini...
Karanfiller bıraktığını...

     Buna rağmen bir elin kendisine doğru uzanarak,
"Özdal! Ne haber?... Ben Fatma'yım!... Yanılıyorsun, ölmedim!..." diyeceğini umuyordu.

     Daha dün görüşmüşlerdi. Evine bırakmıştı…
Aradan çekilmek, bir daha görüşmemek üzere ayrılmak bu kadar ucuz olmamalıydı.
Gazi yeniden seslendi.. "Gidelim mi?"
Gazi, onu yalnız bırakmak istemiyordu…

Evine dönmek!...
Evde tek başına oturmak!...
Yalnız kalmak...
Şu an kapalı bir yerde, birkaç dakikalığına bile kalabilecek kadar güçlü hissetmiyordu...
Hele kendi evinde...
Çay-kahve içme süresi kadar evinde misafir ettiği Fatma’yı anımsayacaktı...
Boğulacaktı...
Dayanamayacaktı...

"Benim arabayı al!... Ben biraz yürümek istiyorum!..."
Kontak anahtarını, kabulünü beklemeden uzattı Gazi’ye.
Gazi, gözlerini Cesi ile İmece’nin gözlerinde dolaştırdı.
Cenaze hatırına ‘merhaba’ demek zorunda kaldığı her iki kadında ‘dediğini yap!’ anlamında başlarını salladılar.
Patika yoldan, çıkışa kadar sessizce ilerlediler.
Cesi ile İmece aynı arabaya, Gazi, Sezer ile iki arkadaşını alarak
Özdal’ın arabasına bindiler...

Özdal ise, ağzına aldığı sigarayı yakıp, caddenin karşı kaldırımına geçti.
Edirnekapı’dan çarçabuk ayrılmak istemiyordu. Ağır adımlı yürüyüşle bu ayrılışı geciktirecekti.
Yürürken karmaşık düşüncelerini toparlamaya çalışacaktı.
Fatma’yı intihara sürükleyen nedenleri tartışacaktı...
İntiharında bir payı var mıydı?...
Ondan intihar edeceğinin sinyallerini nasılda alamamıştı?...
Fatma’nın intihar edeceğini neden öngörememişti.
Güçlü olan sezgilerine ne olmuştu?...

Daha dün gibi anımsıyordu yaklaşık bir ay öncesini...

1 Mart 2003 Tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen ‘Savaşa Hayır!’ kitlesel gösteriye katılmıştı.
Aynı günlü Meclise sunulmuş bulunan,
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık Tezkeresi"nin Genel Kurul'da yapılan gizli görüşmeler sonucu az farkla da olsa kabul edilmediğini duyduğunda büyük bir sevinç gösterisinde bulunmuştu.

İlk kez bu kadar neşeli görmüştü onu...

'Tezkereye evet!' propagandası yapan ve anonslarında sürekli, ‘Özgür ve Bağımsız Haber’, ‘Cesur özgür Doğru Haber’, ‘Çanak soru yok’, ‘Savaşın Sesi’, ‘Haber Karargahı’ sloganlarını yineleyen televizyon kanalının 'Tezkere Reddine' karşı tepkisine… Hele;
‘Manken, İslamcı ve Solcu Koalisyondan etkilenen Ankara yanlış karar aldı!’
‘Türkiye’yi yanıltan Manken, İslamcı ve Solcu Koalisyona büyük tepki var!’,
şeklinde geçen alt yazılara çok gülmüştü.
Ülkenin yüzde doksan beşinin salt, ‘Manken, İslamcı, Solcu’ olmadığını, halkın; ‘Tezkereye Evet!’ diyenlere karşı, meclis kanalıyla sunduğu büyük bir tepkinin kanıtı olduğunu yorumlamıştı...

"Fatma yapmayacaktın!" dedi seslice...
Birkaç adım ötesinde yürüyen iki kadın, başlarını kendisine doğru çevirdiler.
‘Cık’!... Cık!..." edip yollarına devam ettiler.

Son aylarda gerçekleştirdikleri karşılıklı tartışmalarında Fatma çok saygısız ve hırçın davranmaya başlamıştı. Körebe medyasında çalışmaktan utanç duyduğunu dahi ifade etmişti birkaç kez kendisine. Suçlayan ifadelerde bulunmuştu...
Onun bu düşüncelerinin mantığından değil, geçmişinin oluşturduğu duygusallıktan kaynaklandığını, içinde sakladığı anılarının bir kez daha bilinç üstüne çıktığını düşünmüştü.
Yakınlarının öldürülmesi ve ölmeleri, yaşam biçimi, aç ve işsiz geçirdiği işkence dolu günler...
Yaşam gerçekliğiyle yüzleşmesiyle duygusal bakış yerine, değişimi ve yeniliği onunda yakalayacağına inanıyordu.
Zaman gerekliydi...
Kendi okul yılları hala hafızasındaydı. Sistemi ret etme, sermayeye karşı koyma, ‘Savaşa hayır!’, ‘Barış hemen şimdi!’, ‘Emeğin sömürüsüne hayır!’, diyen kendi ve birçok arkadaşı iş hayatına atıldığında değişime uğramamış mıydı?...
Önceki düşünceleri ise içki masalarının tatlı birer nostaljik mezesi olarak kalmamış mıydı?...

Fatma ise kurtulamamıştı…
Belki de, yaşamsal gerçekler ile geçmişinin etkisi altındaki benliği ikileminin var ettiği aşırı gerginlik intiharına yol açmıştı.
Kolay değildi...
Geçmişi acılar ve gözyaşlarıyla doluydu...
Başkalarının ölümüne üzülen, ablasının intiharını dahi acizlik olarak niteleyen mücadeleci bir kadının, bunlar dışında kalan baş edemediği daha büyük bir sorunu olmalıydı…

Başka olasılıkları irdelemeliydi...
Karşılık bulan aşklarıyla, düşünce farklılıkları çelişkisinden kaynaklanmış olabilir miydi?...
Aşkı ve hayat görüşü çelişkisinden bir çıkış yolu bulamamanın yönlendirdiği bir sonuç muydu?...
Her olasılık; sadece olasılıktı...
Gerçek olan ise, ölmüş olduğuydu...
Hiçbir düşünce ve bulgu onu geri getiremeyecekti.
Gencecik güzel bir kızın nedensiz intiharı, tanımayanları bile üzmüştü.
Ağlatmıştı…
Onu tanımayanlar, yakalarında asılı fotoğrafına bakarak duygulan-mışlardı.
Ya kendisi?...
Duyguları yok mu olmuştu....
Yoksa dışavurum yeteneklerini mi kaybetmişti?...
Üzgündü...
Hem de çok...
Onun ölümü, kendi ölümü gibi gelmişti ilk duyduğunda...
Odasında kendisini hazırlaya hazırlaya duyuran Cesi olmuştu.
Duyduğunda donmuştu...
Kaskatı kesilmişti koltuğunda...
Ani şoku atlatmak için birkaç saate gereksinimi olmuştu.

"Ah, Fatma!..."
Oysa, bugün için planları vardı... Onun hoşuna giden Humus Lokantasında ilk kez yer ayırtmıştı... Sürpriz yapacaktı... Sürprizini sunma fırsatını kendine tanımadan gözlerini kapamıştı…

Hala ağlayamamıştı...
Kamera karşısında bulunan bir sanatçı, bir politikacı kadar da olamamıştı...
‘Önce gülüp, sonra ağlayan’ insan figürleri gözlerinin önünden geçti.
Hiç yoktan, ortamı olmamasına rağmen, duygulandığını mimiksel hareketlerle ifade edip, ağlayan medyatik toplum bireyi bile olamamıştı...

Elverişli bir ortamda, Fatma’nın en yakını olan kendinden gözyaşı akmamıştı.

Fatma’nın, politik konularda kendi için söylediği bir söylem aklına geldi…
"Yoksa gerçekten insani duygularımı törpülenmişti?..."
Fatma’nın ölümüne üzülmesine ne demeliydi....
Üzgün olmak, duygusallıkla tamamen eşit değil miydi?...
Ama, elinden oyuncağı alınan bir çocukta üzülebilirdi...
Geçici olurdu bu...
Bir süre sonra unuturdu...
Derin bir aşkla seven kişi, sevgilisini yitirirse?...
Ölümüne kadar hafızasından çıkmazdı...
Fatma’yı unutabilecek miydi?...
Ya bir başkası onun eksikliğini ve acısını dindirmeye talip olursa?...
Yerini alır veya almasını sağlarsa?...
Geri getirirse önceki dinginliğini...
Boşluğu kapatırsa...
Ömür boyu, onun ölümünün verdiği acıyı sürdürmenin mantık dışı olduğunun bilincindeydi...
"Ölen; sağ kalanları öldürmemeliydi... Ölenle; ölünmemeliydi!..."
En iyisi, bir kaç hafta izin almalıydı...
Bu sürede sakinleşemezse bir o kadar daha almalıydı...
İnsanın yükselişi çoğu zaman zordu... Düşüşü ise çok kolaydı...
Sevgilisini yitirmiş olmaktan, 'Mecnun-i Leyla' saplantılı, başı dumanlı ve çaresiz bir aşığı kim çalıştırmak isterdi ki?...

Acı haber sonrası, içinde oluşan biyolojik ya da psikolojik her ne ise yumruk kadar kütle içinde duruyordu hala...
Kimyası bozulmuştu...
İçindeki kütle hala dağılmamıştı...
Dağıtamamıştı...
Bir dizide geçen hasta ile doktor diyalogunu anımsamıştı.
Hasta, yumruk yaptığı elinin içiyle göğsüne vurup, "Aha!... Buramda Dohtor bey! Bir kütle var... Gitmiyor... Bazen nefessiz bırakıyor beni..." diyordu.
Dizideki hasta gibi olmamalıydı. Kendisini korkutan dört şeyden biri, hasta olmaktı...

Annesinin ölümünü duyduğunda bile bu kadar üzülmemişti…
Hatta annesi adına, üvey babasının cinsel baskısından kurtulduğu için sevinmişti…

Karagümrük’e varmıştı...

Parçalı bulut kalmamıştı gökyüzünde...
Birleşmişlerdi…
Gözün görebildiği yere kadar, gökyüzü bulutlarla kaplıydı.
Kara ve yoğun...
Hala yağmamıştı yağmur...
Sağanak yağmur yağacaktı, belliydi.
Yayaların birçoğu adımlarını hızlandırmışlardı.
Durakta bekleyen taksilerin şoförleri, elleri direksiyonda müşteriye hazırdılar... Yağmur yağdığında hareketlenecekti cepleri...
Kent insanlarının bazıları; yağmurdan direk gelir elde eden çiftçiler gibiydi…

‘Ah! Fatma!...’
Geçmişindeki sıkıntıları sonlanmış, Körebe medyasında yükselmiş, dolgun maaşla masa işi yapmaya başlamışken…
Geleceği olan biriyle; kendisiyle sözlenmişken...
Acı dönemlerde intihar etmeyen Fatma...
Ne vardı?... Ne vardı da?..."
"Ucuz şampuan var! Ucuz ucuz şampuan var!"
Ses, kaldırımda şampuan satan işportacıya aitti.
Rengarenk şampuanlara baktı... Yutkundu...

Gök gürledi... Uzaktan geliyordu... Şimşek çaktı... Ürperdi...
Hala yorulmamıştı... İstanbul’un tüm ilçelerini dolaşacak kadar yürüme isteği ve enerjisi hissediyordu. Bir yerlerde oturma, dinlenme gereksinimi duymuyordu.
Oturmanın, soluk alıp vermesini iyice bozacağını düşünüyordu. Sıkıntısını daha da katmerleştirecekti oturmak... İlk kez oturmayı yenilgiyle, bitmişlikle özdeş düşünüyordu.
İçindeki kütle dağılmamıştı... Hatta daha da yoğunlaşmıştı...
Nefes alışverişi, sesli hale dönüşmüştü... Hırıltılıydı...
Zorlukla aldığı nefesini, verirken de enerji harcıyordu. Aldığı nefes içinde mahpus kalıyordu sanki. Onu alıp çıkarmaya da uğraş veriyordu.
Yüzünde hava koşullarına uymayan bir sıcaklık vardı. Görmese de yüzünün kıpkırmızı olduğunu tahmin edebiliyordu.
Gerginliği hat safhadaydı.
Havanın kapalı olmasının bunda etkisi olabilirdi.
Hava durumunun, ani hava değişiminin insan üzerindeki etkilerini okumuştu.
Kastı olmadan hafifçe omzuna vurarak yanından geçen adam tepesini attırdı.
Başını çevirerek, yanında bir kadınla yürümeyi sürdüren adama bağırdı.
"Dikkat etsene lan!..."
Kendisine bağırılan adam, durdu.
Özdal’a döndü. "Pardon!... Özür diliyorum. İstemeden oldu." dedi.
"Pardon çıktı çıkalı ayılar çoğaldı," diyen Özdal’ın duruşu kavgaya hazır bir horozun davranışları gibiydi.
Saçları dikleşmişti.
Soluk alıp verme esnasında, burun kanatları açılıp kapanıyordu.
Kadın, yanındaki adamı kolundan çekerek uzaklaştırınca, Özdal’ın hevesi kursağında kalmıştı.
İçindeki acıyı dışa vurmak, atmak, çıkarmak ve rahatlamak için önüne gelen fırsatı, o kadın elinden almıştı.
Kadına içinden küfretti.

Gök yeniden gürledi...
Şimşek çaktı...
Bu kez daha şiddetliydi.
Çıkan ışık çizgisini daha uzun bir süre görebilmişti...

Yavaş adımlarla yürüyen beyaz sakallı yaşlı bir adam, bastonuna ağırlığını vererek durdu...
Başını kaldırdı. Gözlerini gökyüzüne; bulutlara çevirdi.
Olmayan güneş ışıkları gözlerini alıyormuşçasına bir elini kaşının üzerine siper ederek, "Yağ be mübarek!... Yağ! Yağacaksın belli... Yağda!... Sokaklar ve insanlar tozdan, pislikten arınsın... Allah’ım rahmetini esirgeme bizden!"
Yaşlı adamın duasına içinden ‘amen’ dedi. Sonra ‘amin’ olarak düzeltti.
Yağmurun yağması, gergin havanın gevşemesine neden olacaktı...
Islanmak istiyordu. Yararı olacaktı. Bedeninde oluşan aşırı sıcaklık, normale dönüşecekti...
Gökyüzü; doğuma gebe bir kadın, gök gürültüleri ise; doğurmak üzere olan bir kadının canhıraş feryatları gibiydi…
Çekim ve yıldırım kıvamındaydı.
Ama hala bulutlar, yağmuru doğurmamıştı...
Yağmur; bulutların, bulutlar; gökyüzünün tutsaklarıydılar…
Azat etmiyordu bir türlü, gökyüzü; bulutu, bulut; yağmuru...
Bir yağmur bombası atılmasını ne kadar da çok isterdi şimdi...
Gazeteden okumuştu.
Bir ülkede atılan yağmur bombası sel felaketine neden olmuştu.
Bu arzusunu geri aldı.

Toparlanmalıydı. Toparlamalıydı kendini... Önemli bir süreçte, ihmale gelmeyecek yükümlülükleri vardı… Hatta birkaç haftalık izin bile uzundu şu anlar...
Koalisyon güçlerinin çölü geçmek üzere oldukları ve Irak’ı tamamıyla ele geçirecekleri günün arifesinde, görev dışında kalmanın sancısını ömür boyu çekebilirdi…

Savaş nedeniyle özel olarak ihdas edilen savaş editörlüğüne getirilmiş, önceki aylığının beş katını ve başarılı haber analizlerinden hatırı sayılır primler almaya başlamıştı.
Hem ABD güçleriyle ilerleyen Körebe Medyasından Ortadoğu uzmanı Mecur’la özel olarak da haberleşiyordu. Yayınlamadıkları bazı fotoğraf ve belgeleri biriktiriyorlardı.
Mecur, iliştirilmiş gazeteci statüsünün verdiği güvenle hareket ediyordu.
Yeri sağlamdı... Güvenliydi... Güvenliğinden Amerikalılar sorumluydu.
Her telefonunda, 'Benim içinde Istakoz ye!' derdi. Burada bulmak mümkün değil!' Istakozun verdiği enerjiyi hiçbir gıdadan alamadığını, yediklerinin kendisini aşırı şişmanlattığını da söylemişti birkaç kez…
Geri döndüğünde ‘Irak Gülleri' isimli bir kitapta çıkaracaklardı.
Editörü kendisi olacaktı... İyi bir tanıtımla satış rekorları kıracaklar-dı...
Mecur'un bir haber-yorumunu eleştiren bir yazarın yazısında kullandığı, "Popo Yalayıcısı Gazeteci" sözü aklına geldi. Bu sözü Mecur’a naklettiğinde çok bozulmuştu o gazeteciye...

Her zaman yeni fırsatlar çıkmazdı.
Önüne gelen bu fırsatı yitirmek, yerinde sabitlenmekti.
Belki de geriye gidiş olacaktı.
Kendisine şimdiye kadar kimse acımamıştı.
Acılarla yaşayarak, acınacak hale geri dönmemeliydi.
Olağanüstü durumlarda bazı yetenekler daha ön plana çıkardı…
Savaş döneminde, savaş editörlüğünü bir başkasına kaptırabilirdi.
Bu geriye gidiş olacaktı…
Geri gidişin çıkışında badanaj yapabilirdi.
Düşüncelerinin ve olacak çalışmalarının önünde ki en büyük engeli, yani; ‘Fatma’yı gerilere atmalıydı.
Mutlaka ağıt yakması gerekiyorsa, boş zamanlarına ertelemeliydi…
Bunu başarabilir miydi?...
Emin değildi.
Emin olmalıydı. Emin olduğuna inandırmalıydı öncelikle...
İnanmak yarı başarmaktı.
İnanacak ve başaracaktı.

Burnunun ucunun az yukarısında bir yaşlık hissetti.
Elini götürdü. Bir yağmur damlasıydı.
Devamı gelmekte gecikmedi.
Yaya kaldırımında yürüyenlerde bir hareketlilik başlamıştı.
Yağmur damlaları seri atışlara geçti.
Damlalar, dolu etkisi yaratıyordu, isabet ettiği kafalarda.
Özdal, yürüyüş biçimini değiştirmedi. Ritmini koruyordu.
Her bir damla; sanki uyuşan kafasını, beynini karıncalandırıyor, uykudan uyanmakta olan bir insanın ruh haline bürünüyordu...
Kalp atışlarının arttığını hissedebiliyordu.
Hırıltısı tamamıyla kesilmese de daha sık soluk alıp veriyordu şimdi.

Yağmur; Fatma’sıyla birlikte geçirdiği yağmurlu bir günü anımsatmıştı...
Daha dün gibiydi. Geçen yılın Nisan aylarıydı.
Eklembacaklılardan’s Istakoz lokantasına doğru birlikte yola çıkmışlardı. Yürümek istiyorlardı... Bu yüzden otomobilini almamıştı.
Aniden yağmur bastırmıştı.
Yağmur, Istakoz lokantası yerine başka bir lokantaya gitmeye her zaman istekli Fatma’ya, bahane yaratmıştı. "Daha yakında tanıdık bir lokanta var," demişti. Adını sormuşçasına devam etmişti. "Salaş bir yer... Humus Lokantasının yemekleri ve servisi çok iyidir. " demişti.
Istakoz lokantasında masa ayırttığını, Patrokoz’a karşı mahcup düşmek istemediğini belirttikten sonra, getirdiği ‘Yağmurda ıslanmak istemez misin?’ teklifine; kendisini kırmamak için ‘evet’ demişti, Fatma.
Istakoz Lokantasına yağmur altında sırılsıklam varmışlardı.
Fatma, yağmur ıslağı nedeniyle daha siyahlaşan saçlarını düzeltirken, " Seni sevmemek için birçok nedenim var," demişti yapmacık somurtkan bir yüzle... "Ama tüm bunlara rağmen seni çok seviyorum." diye eklemişti olanca doğal gülümsemesiyle...
Artık gülümseyen, çıkarsız sevgi sözcükleri sunan Fatma yoktu.
Şişik gözlerinin kasları gevşemişti.
Bir damla... İki damla... Üç damla daha...
Gözlerinden bardaktan boşanırcasına yaşlar süzülmeye başlamıştı.
Hücum eden yağmur damlacıkları, gözlerinden akan yaşları fark ettirmeyecekti...
Görenler, yağmurun damlaları sanacaktı gözyaşlarını...
İlk kez gökyüzünü, bulutları, yağmuru ve gök gürültüsünü bu kadar yakın görüyor ve özümsüyordu...
Gökle birlikte ağlıyordu...
Yağmur, birçok insanı, taşıtları, yolları, kaldırımları, binaları ıslatırken, gözleri ise sadece yüzünün belirli bir kısmını ve beyaz gömleğinin ön yakasını ıslatıyordu.
Beyninde ve bedeninde titrek bir tatlılık oluşmuştu.
Ağlamaya doyamıyordu.
Daha fazlası gerekiyordu.
Hıçkırıklara boğuldu.
Hıçkırıkları gözyaşlarının daha yoğun akışını sağladı.

Kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı. Doğayla, benliğiyle ve çevreyle bütünleşmiş gibiydi.
Yüzlerce kez yağmurla karşılaşmasına rağmen ilk kez böyle algılıyordu...
İçi; mayhoş ürpermelerle fokurduyordu.
Kalbi ürkek bir kuşun kalbi gibiydi ve yerinden çıkıp kaçmak ister gibi çırpınıyordu.
Oksijeni doyurucu alıyor, aynı doyumu yeniden elde etmek için rahatlıkla verebiliyordu... İyi nefes almak; iyi nefes vermekle paralel gidiyordu.
Zor doğumu gerçekleştirmiş bir kadın kadar mutlu, şampuanla yıkanmakta olan bir kadınla birleşmiş kadar doygun, içtiği şifalı bitkilerin etkisiyle küçük suyunu rahatlıkla yapabilmiş bir prostat hastası kadar neşeli, elektrik yüklü bulutların, yağmura dönüşümü anındaki kadar zevkli devinimlerdeydi.
Gözyaşlarını silmeye kıyamıyordu.
Gözyaşları, parayla alınamayan şeylerdendi..
Yıllanmış bir şarap kadar tatlı bir sarhoşluk vermişti...

Yanından geçmekte olduğu bir levha dikkatini çekti.
"Postmodern Mercimek Çorba Mekani" yazılıydı.
Ardından bir şeyler yemeden çorba içmeyeli yıllar olmuştu...
İçeri girdi...
"Hoş geldiniz!" diyen, önlüklü şişman adama bakmadı bile.
Camekana sıfır masaya; yüzü dışarıya dönük olarak oturdu.
Kimsenin kendisini izlemesine fırsat vermemeliydi.
Duygusal koşullanmışlığını kimseler yok etmemeliydi...
"Beyim! Çorba getireyim mi?"
Başını sallayarak olumladı...

Önüne konan çorbanın buharı, sıcaklığı ve kokusu burnunun içlerine kadar yol almaya başlamıştı.
Ufak bir tabak içerisinde masaya konulmuş soğana dokunmadı...
Ağlaması saf ve temiz olmalıydı.
Soğanın, gözyaşlarına olabilecek katkısına izin vermemeliydi.
Az ileriye öteledi soğan tabağını...
Bir kaşık çorba...
Sonra bir kaşık daha...
Üçüncü kaşık gözyaşları eklentiliydi.
Gözlerinden direk çorba kasesinin içine akmış üç-dört damla gözyaşı çıplak gözle ayırt edilebiliyordu.
Gözyaşlarını barındıran çorbayı artık bırakmalı mıydı?...
Hayır!... Gözyaşları değerliydi...
Akıtıncaya kadar geçirdiği sancılar, doğal olaylar, yürüyüşler gibi daha bir çok süreç ve emeklerle elde edilmişti.
Boşa gitmemeliydi...
İçmeye devam etmeliydi. Kaşığın dibiyle temasından metal sesleri çıkıncaya kadar...
Gerçekte soğuk olan, kendisine ılık gelen iki bardak suyu soluksuz boca etti…

Yarıladığı çorbaya iştahla bakmayı sürdürerek kaşıklıyordu.
Cep telefonu çaldı.
Telefonun ekranında "Patrokoz" yazıyordu...
'Başın sağolsun,' dileklerini sunuyordu. 'Üzgün olduğunu, Fatma gibi mantıklı bir kızdan böyle bir eylemi beklemediğini,' ifade ediyordu.
Özdal, telefonla görüşmesine devam ederken kalabalık bir grubun sloganlar atarak ilerlemekte olduklarını camdan gördü…
Patrokoz’un ‘dertleşiriz, ıstakoz yeriz, rakı içeriz, birazda kokain çekeriz’ teklifini ret edemedi. Gereksinimi vardı. Eve bu kafayla gitmek istemiyordu.
Istakozu anımsayınca, çorbanın geri kalanını bitirmek, külfet gelmiş-ti.
Olduğu gibi bıraktı.
Hesap istedi.
Önlüklü şişman adam yanına gelerek, "Beyefendi çorbayı yarım bırakmışsınız. Çorbamızı beğenmeyenden para almıyoruz." dedi.
Özdal, mahcup bir tavırla, "Hayır! Hayır! Çorbanız çok güzel. Bir yere yemeğe davetli olduğumu unutmuştum…" dedi.
Şişman adam gülümsedi. "Gittiğiniz yerde bu çorba kadar değerli bir yemek bulamayabilirsiniz..."
Özdal, 'Ne demek istiyorsun?' der gibi baktı.
Şişman adam aynı sakinlikle devam etti. "Göz yaşlarınızın karıştığı bu çorbayı heba etmeyin! Gideceğiniz yer her neresi ise korkarım ki..."
Özdal, ayağa kalktı.
"Kısaca, hesap almak istemiyor musunuz?... Tamam! Siz bilirsiniz," diyerek ayağa kalktı.

Eşiğe adımını attığında biraz beklemeye karar verdi.
Protesto yürüyüşüne katılanlar arasında bulunmamalıydı.
Gözlemlemeye başladı. Gazeteci kimliği nüksetmişti ister istemez.
Amerika’nın Irak’a müdahalesini ve İsrail’in Filistinlilere son saldırısına yönelik bir protesto yürüyüşü olduğu anlaşılıyordu.
Yürüyüşte bulunanlardan; görebildiği gözlerde kini, nefreti ve öfkeyi okuyabiliyordu.
Gırtlaklarını yırtarcasına haykırıyorlardı…
Ellerinde tuttukları az önce dinen yağmurdan ıslak afişleri okumaya başladı.
"Körebe Medyası, Körebe Medyası
Pentagon poposu yalayıcıları"
"Irak biziz
Biz Irak"

"Ne A Planı Ne B planı
En iyi Plan;
Defol git C Planı"

"Satılmış Medya
Körebe Medya"

"Ordu Millet el ele"

"Körebe Medyası, Körebe Medyası
Duy sesimizi
Türk askeriyiz
ABD askeri olmayacağız."

Özdal özellikle Körebe Medyası ile ilgili yazılara acı acı güldü. İnsanımız hala eski kafa... Düşünce yetileri dar... Dünyayı, yenilikleri, küreselleşmeyi kavrayamıyorlar... Ülkenin ve kendilerinin yararlarını dahi bilmekten uzaktalar... Gerçekleri ve mantıklı yorumları sunan Körebe’yi anlamamalarından dolayı onlara acıdı. Onlar cahillerdi. İleride doğrunun kendi gerçekleri olmadıklarını anlayacaklardı. Onlardan nefret etmemeliydi. Ama yinede nefretle bakmaktan kendisini alıkoyamadı.
Hele "Ordu Millet el ele..." "Türk askeriyiz ABD askeri olmayacağız..." sloganlarıyla körebe medyasına hakaret eden yazıların birlikteliğindeki çelişkiyi düşündü. Ne demekti?...
Sanki; Körebe Medyası orduya karşıymış gibi...
Ordu; Körebe Medyasının da ordusuydu.
50 yıllık geçmişi olan Körebe Medyası, orduyla ne zaman çelişkiye düşmüştü?...
1960 askeri darbesinde olduğu gibi desteklememiş miydi?...
Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamında orduya destek vererek, kamuoyundaki bazı kesimleri teskin etmemiş miydi?...
1971 askeri muhtırasında...
1980 askeri darbesine hazırlıkta ve sonrasında...
28 Şubat 1999 sürecinde Batı Çalışma Grubuna olanca güçleriyle destek vermemişler miydi?...
Evet!... A.B.D.nin, Irak’a müdahalesinde orduyla ters düştükleri noktaları vardı Körebe medyasının...
Ülkede ilk etapta 60.000 ABD askerinin konuşlandırılmasına yönelik 'Hayır!'lanmış tezkere’ye ordunun pek sıcak baktığını sanmıyordu.
Ama, Türk Askerinin Kuzey Irak’ta bulunması gerektiği yönünde görüşleri olduğu dedikoduları da vardı.
Konunun ağırlığı nedeniyle ve yasa gereği işi siyasilere, hükümete ve meclise havale etmişlerdi.
Ki, ABD, Ortadoğu’ya örnek olarak göstereceği Türkiye’de artık sivil hükümetle muhatap olmaya başlamıştı.
İşlerini hükümetle çözeceklerdi.
Şimdilik demokrasi lazımdı(!)…

Yağmur şiddetli yağmış, ama kısa sürmüştü.
Kalabalık grubun Saraçhane Parkına doğru ilerlemesi sürdü.
Kalabalığın sonlanmasıyla, boş geçen bir taksiyi durdurdu.
‘Beyoğlu’na çek!’ dedi.

                         
***

Devamı: 9.sayfada



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın politik roman kümesinde bulunan diğer yazıları...
Istakoz Büyüsü / 14. Sayfa
Istakoz Büyüsü / 10. Sayfa
Kimlik No 666 / Kontes Princ - 1
Kimlik No 666 / Arka Kapak Yazısı
Kimlik No 666 / Kont Drakula - 1
Istakoz Büyüsü /6 Sh.
Istakoz Büyüsü / 13. Sayfa
Istakoz Büyüsü / 16. Sayfa
Kimlik No 666 / Başlangıç Bölümü
Istakoz Büyüsü / 15. Sayfa

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Saddam, kızı Irak ve tecavüzcü Bush... [Eleştiri]


Bahattin YILDIZ kimdir?

Soyutlamaları seviyorum. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Asimov, King, Kafka, Dostoyevsky...


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Bahattin YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.