Bilinç ruhun sesidir, tutkular ise bedenin. -Rousseau |
|
||||||||||
|
Belki de tek suçlu aradaki uçurumdu, bu uçurumu kuranlar ve muhafaza edenler. Suçlu kimdi, devlet mi, yoksa İstanbul’lular mı açmıştı arayı farkında olmadan? Belki de televizyon? Bütün dünya popüler disko parçaları eşliğinde yarı çıplak dansederken, İstanbul da almıştı nasibini. TV denen mucizeyle bu görüntüler Anadolu’nun en ücra köy evine bile ulaştığında, ilk yaptıkları utanarak kanalı çevirmek olmuştu belki de. Sonra kanıksamışlardı biz gibi, bilselerdi keşke seyrettikleri biz değildik aslında. Çok küçük bir kesimdi, dikkat etselerdi göreceklerdi, hep aynı yüzlerin döndüğünü ekranlarda, etmediler. “İşte İstanbul” diye bir düşünce saplandı kafalarına, sefahat ve zevk alemi. İnsanlar yiyip, içip, zevkte sefadaymış gibiydi görüntülerde. İstanbul zıvanadan çıkmıştı sanki. Gençtiler, çocuktular, yasaklarla büyümüşlerdi, içlerinde kopan fırtınalara tercüman gibiydi İstanbul. Buraya gelmeli ve kendi paylarına düşeni almalıydılar. Geldiler... Akın akın, oluk oluk aktılar İstanbul’a... Akraba evlerinde, ücra otel köşelerinde kendilerine yer etmeye uğraştılar. Zordu hayat, televizyonda gördükleri gibi değildi, hatta ilgisi yoktu seyrettikleriyle. Evet ışıl ışıldı İstanbul, TV’de gördükleri yerler gerçekti, ama oralara ait değillerdi, tıpkı bizlerin de ait olmadığı gibi. Ama onlar ait olmak istiyorlardı, bizim görmezden geldiğimiz bu sanal dünyaya. Olmadı, kıyısına bile yanaşamadı çoğu. O zaman nefret ettiler belki de. Nefretlerini kusmaya başladılar tüm İstanbul’a. Biz de onların gözünde TV’de mıncıkladıkları turistler gibiydik artık. Bütün turistler nasıl ahlaksız, fahişe v.s. ise bizler de öyle birşeydik işte gözlerinde. Suçumuz sadece farklı olmaktı, ama bu onların sandıkları gibi bir fark değildi. Umursadıkları da yoktu zaten artık, yenilmiş, hırslanmışlardı. İstanbul her geçen gün biraz daha geliyordu üstlerine. Çaresizlikle saldırırıyorlardı onlar da. Gün geldi, 10 küsur yaşındaki bir kız çocuğu olup bankadan milyarları çaldılar, gün geldi trenden gencecik bir çocuğu cep telefonu uğruna itip öldürdüler ya da nöbete giden bir hemşireye saldırdılar... Hiçbir değer yargıları kalmamıştı, kaybedecek birşeyleri de. Tinerci, travesti, fahişe, dilenci, kapkaççı, soyguncu olmuşlardı. Bizim yaptığımız tek şeyse güvenli sığınaklarımıza çekilip olanları izlemek, sanki çok uzağımızda yaşanıyorlarmış gibi ve her geçen gün daha tehlikeli olan İstanbul sokaklarından biraz daha mahrum etmek kendimizi. İstanbul mu, o her zamanki gibi mağrur ve sessiz, olanları izlemede... Ne vefa, ne insanlık örneklerini, mutlulukla izleyen sokaklarının suratı asık, o da mutsuz bizler gibi, kimbilir belki içinden “Bugünleri de mi görecektik..” diye geçiriyordur... En güzel günbatımı İstanbuldadır. İstanbul’da ne var deme. İstanbul’da ne mi var? İstanbul’da İstanbul var. Not: Ezbere bildiğim bu şiirin yazarını bilmiyorum, lütfen bilen varsa bana da bildirsin.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © EBRU AKGÜN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |