..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yaşamdan korkmayın çocuklar. İyi, doğru bir şey yaptınız mı yaşam öyle güzel ki. - Dostoyevski
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Fantastik > İhsan Cihangir




29 Temmuz 2001
Eski Dünya Masalları - Bölüm 3  
İcatlar ve Keşifler

İhsan Cihangir


Öykü, uzun bir geçmişin öyküsü


:EDHF:
Buzul Güneyi ve Mo’lar:

Dünyanın yuvarlak olduğunun ispatlandığı zamanlardaydı. Ali Kâmil bey o sıralar buzul güneyindeki sürgün hayatını yaşamaktaydı. Buzul güneyine giderken güney insanın haklarını koruma mahkemesi tarafından kendisine verilen tek kişisel eşyası olan koyun postundan yapılma paltosuydu. Güya mahkeme, paltoyu ona buzul güneyinde üşümesin diye bırakmıştı. Herhalde mahkemedekilerin dünyanın bu bölgesinde geceleri sıfırın altında yüz dereceye ulaşan soğuktan haberleri yoktu. Bir de üstüne üstlük buzul güneyinde yılın altı ayı gece, altı ayı gündüz olarak yaşanırdı. Ne hikmetse, Ali Kâmil beyin bırakıldığı zaman gündüz yaşanmaktaydı. O kadar da insafsız olamamışlardı galiba, fakat en geç altı ay sonra gece olacağını da çok iyi bilmekteydiler. İşte böyle yeni dünyanın genç insanları, eski dünyada da mahkemeler kurulur ve insanlar acımasızca yargılanır, sürgün edilirlerdi. Değişen bir şey yok dediğinizi duyar gibiyim şimdi.
Ali Kâmil beye gelelim. O buzul güneyinde geçirdiği ilk beş haftayı hayatı boyunca hiç unutamayacaktı. Çünkü kendisindeki üstün mucitlik ve kâşiflik ruhunun ilk o zamanlar farkına varmıştı. Gündüzleri bile sıfırın altında elli dereceye varan soğuklardan paltosuyla korunamayınca, kendisini buraya sürgün edilmeye layık gören mahkemedekilere inat, hayatta kalabilmek için yeni çareler aradı ve buldu da sonunda, bu buluş belki de hayatının buluşu olacaktı.
Günlerce süren bir açlık sefaletinden sonra, yapması gereken tek şeyin bir iki balık yakalayıp çiğ de olsa yemek olduğunu akıl edebilen Ali Kâmil bey üzeri kalın buz tabakasıyla örtülü okyanusun üzerinde, nispeten daha ince bir buz tabakası aramaktaydı. Sonunda bulduğu bölgede buz o kadar inceleşmişti ki, altındaki suda yüzen irili ufaklı balıklar görülebiliyordu. Donan ellerine aldırış etmeden var gücüyle o bölgedeki buz parçasını yumruklarken, sarsılan vücudunda kan akışı hızlandı, sanki bütün kan beynine hücum etmiş gibi, yüzü kıpkırmızı kesildi, soluklanmak için durdu, siyah gözleri çakmaktaşı gibi parlıyordu. Ayağa kalktı, her zaman ki gibi ‘buldum buldum !’ diye koşmaya başladı. Fakat bu seferki buluşu gerçekten onun için çok değerliydi, belki de bu buluşu hayatını kurtaracaktı. Heyecanı yatışınca durdu, yarım bıraktığı işine devam etti, bir kaç saatlik uğraştan sonra ince buz tabakasını delmeyi başardı, şimdi sıra balıklardan birini yakalamaya gelmişti, uzandı balığın birini ellerinin arasından kaydırmadan, maharetle yakaladı, delikten çıkardığı balığı daha fazla tutamadı, buzların üzerine düşürdü. Ali Kâmil bey bir kaç debelenmeden sonra can veren balığı eline aldı, önce öptü, sonra ona teşekkür etti, hatta bir süre balığı yemeye bile kıyamadı. Çünkü o balık, onun hayatını kurtaracak buluşuna ilham kaynağı olmuştu.
Tepeden buzun altında yüzen balıkları görünce : ‘onlar da benim gibi canlı, yaşamak için ısınmaya ihtiyaçları var. Onlar buzun altında hem de suyun içinde ısınabiliyorlarsa, ben neden ısınamayayım ? Hem de karada !’ diye düşündü.
Yediği balıktan sonra –çiğ de olsa- aklı daha iyi çalışmaya başladı. Bir süre balıklar hakkında düşündü. Güneyin doğusunda yaşayan insanların da çiğ balık yediklerini duymuştu. Fakat onlar bunu, kendisi gibi zorunluluk icabı yapmıyorlardı. ‘Aslında tadı hiç de fena değil’ diye mırıldandı, sonra ‘keşke aklımdaki tasarımı çizecek bir kâğıdım olsaydı’ diye düşündü. Buzul güneyinde kâğıt var mıydı acaba, mucitlerdeki şüphecilik duygusu harekete geçti. Buzlarla kaplı bir kıtada çok küçük bir ihtimal de olsa kâğıt olabileceğini düşündü. Etrafına biraz bakındı, bunun imkânsız olduğuna ikna olunca aramayı bıraktı.
*****
Bir haftalık bir çalışmadan sonra, Ali Kâmil bey ‘buz kulübesi’ dediği sığınağını tamamladı. Bir mağarayı andıran yapıya uzun bir koridordan geçilerek ulaşılıyordu. Kulübenin girişini bir güney insanının sürünerek zorlukla girebileceği kadar dar ve alçak yapmıştı. Bunun sebebi dışarıdaki soğuktan daha iyi korunabilmek olmalıydı. Girişten itibaren koridorun yüksekliği ve genişliği giderek artıyor, Ali Kâmil beyin adımlarıyla yüz adım sonra geniş, ferah buzdan bir odaya açılıyordu. Henüz bir haftadır kullandığı kulübesinde, bir köşede yere serili halde bulunan koyun postundan paltosu, bir köşede yediği balıkların kılçıkları ve artıkları bir yığıntı halinde durmaktaydı. Ali Kâmil bey kulübesini yaptığına çok da sevinemiyordu, çünkü buzul güneyinde eninde sonunda (hem de altı ay süreyle) gece olacağını biliyordu. Altı ay, yani tam yirmi dört hafta zifiri karanlıkta oturmak ona oldukça korkutucu ve sıkıcı geliyordu.
Bir ara ateş yakmayı düşündü, bu amaçla kulübesinden kuzey yönünde yüz bin adım ileri kadar gitti. Fakat, bu uçsuz bucaksız buzlar ülkesinde tek bir odun parçası bile bulamadı.
Aradan bir ya da bir buçuk hafta geçmişti ki hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Bir anda aklına gelen düşünceyle sarsıldı : ‘Aman Allah’ım burada açlıktan öleceğim’ dedi. Karanlık bastırdığında balık yakalayamayacağını düşündü. Kendisine altı ay yetecek kadar balığı da günlerce uğraşsa yakalayamazdı. Zaten üç günde bir balığı zor yakalıyordu.
Aklına dışarıda gördüğü, pijamalı hayvanlar geldi, penguenler, sonra ayağa kalktı ‘evet penguen yiyeceğim, ölmemek için her şeyi yapmaya hazırım’ dedi, sonra zekâsından dolayı kendini bir kez daha tebrik etti.
Sıra penguenleri avlamak için kesici bir şey bulmaya gelmişti. kulübesinin tepesinde oluşan, sivri dikitleri düşündü. Onlardan en büyüğünü bıçak olarak kullanabilirdi. Aklındakileri uygulamak için uzun koridordan yürüdü, sonra sürünerek kolayca dışarı çıktı. Kulübeyi yaptığı ilk günlerde girerken zorlandığı aklına geldi, zayıfladığını düşündü. Sonra çatıdaki en büyük dikiti bin bir güçlükle yerinden söktü, avcunun içerisine kurbanını öldürmeye giden eli bıçaklı katil gibi aldı, en kalabalık penguen sürüsünün arasına daldı, gördüğü en büyük penguene elindeki koca dikiti tam indirecekken, sanki o koca dikit kendi başına inmiş gibi sarsıldı, daha fazla dayanamadı, bayıldı.
*****
Uyandığında kendini tanıdık bir ortamda buldu, bulunduğu yer ona göre buzdan sığınaydı, fakat sanki sığınağına birileri bir şeyler yapmıştı. Yattığı yerden tavanı görebiliyordu, tavanın oval olduğu dikkatini çekti, halbuki kendisi onu düz tasarlamıştı. Sol yanında bir sıcaklık hissetti, yattığı yerden başını hafif kaldırdı, ensesindeki müthiş ağrıya aldırış etmeden, merakını gidermek için sıcaklığın geldiği tarafa baktı. Gözlerine inanamıyordu, buzul güneyinde yanan bir ateş, hem de har har yanan bir ateş...
Ya burası kendisine ait değildi ya da dünyanın bu bölgesinde yaşayan garip yaratıklar vardı ve onun sığınağına yeni yeni şekiller vermişlerdi.
Dışarı çıkıp dört bir yanı kolaçan etmek istedi (Dört bir yanı kolaçan etmek eski güney insanı dilinde çevreyi araştırmak, gözlemlemek anlamına gelir). Sonra bu fikrinden nedense vazgeçti, aslında nedeni açıktı, ensesinden başına doğru ilerleyen o müthiş ağrı onun merak duygularını yavaş yavaş öldürüyordu. Öylece, kıpırdamadan belki de beş-altı saat yattı, fakat uyumadı, düşündü, düşünmeyi düşündü. Düşünemiyordu... Aldığı darbe yüzünden geçici bir hafıza kaybına uğramış olabileceğini düşünür gibi oldu, belki de ateşi yakmanın bir yolunu bulmuştu ve tavanı da oval yapmıştı.
Sonra dışarıdan gelen anlamsız seslerle irkildi, kalkıp bakmak istedi, başaramadı. Merakı içeriye giren (hem de bir kapıdan) garip giyimli, kısa boylu, ablak suratlı insanları gördüğü zaman iki kat daha arttı, bu insanlar düşündüğü garip yaratıklar olamazdı, çünkü bunlar basbaya insandı.
İki kişiydiler ve aralarında bir şeyler konuşuyorlardı sanki halledemedikleri bir mesele varmış gibi, sonra içlerinden biri Ali Kamil beye döndü, yüzünü buruşturdu, tek elini havaya kaldırdı, işaret parmağını ileri doğru uzatarak konuşmaya başladı. Fakat Ali Kamil bey söylediklerinden tek kelime anlayabilmiş değildi, onlara hiçbir şey anlayamadığını anlatmaya çalışır gibi gözlerini kıstı, ellerini ‘olmadı’ manasında iki yana salladı. Adamlar durumu anlamış görünüyordu, ‘demek ki zeki insanlar’ diye geçirdi içinden.
İki garip insanın aralarındaki hararetli konuşma, içlerinden birisinin (içlerinden birisi diyorum, çünkü hiçbir farkları yoktu...) dışarı çıkmasıyla son buldu. Fakat çok geçmeden garip adam, yanında Ali Kamil bey için son derecede tanıdık bir simayla geri döndü. Tanıdık simalı adam karşısında Ali Kamil beyi görünce şaşırmadı, normal, gündelik bir olaymış gibi konuşmaya başladı :
“Merhaba delikanlı, sanırım benim geldiğim yerden geliyorsun.”
“Evet efendim, ben sizi çok iyi tanıyorum, siz mucitlerin mucidi Abdülfeyyaz bey değil misiniz? Sizin resimleriniz orta güneydeki mucitler ve kaşifler kentimizin tüm sohbet odalarında asılıdır. İnsanlarımız sizi öve öve bitiremezler, fakat sizin öldüğünüzü zannediyorduk, nasıl olurda şimdi böyle karşımda...”
“Tamam, biraz soluk al bakalım, amma da çok soru sorarmışsın. Evet dediğin gibi ben Abdülfeyyaz beyim. Fakat mucitlerin mucidi olduğumu bilmiyordum, bilmiyorum hangi icadımla bu seviyeye ulaştım? Zannınızın aksine ölmedim, güney insanının haklarını koruma mahkemesi beni buraya gönderdi, kafalarınca ölüme terk ettiler beni, fakat onların bilmediği bir şey vardı bende, engellenemez mucitlik ruhu... Evet bu sayede hayatta kalmayı başardım, mesleğimin değerini buraya gelince anladım.”
“Efendim size sormak istediğim daha çok şey var aslında, burası neresi veya benim buzdan yaptığım sığınağıma neler oldu böyle, bu garip insanlar kim, sizi neden buraya gönderdiler?”
“Bütün sorularına cevap bulacaksın delikanlı, fakat ilk önce sen söyle bakalım burada ne arıyorsun ve penguenleri neden öldürmeye çalışıyordun?”
“Beni de buraya güney insanının haklarını koruma mahkemesi gönderdi, zararlı icatlarım ve keşiflerim varmış dediklerine göre...”
“Demek sen de bir mucitsin, peki son icadın neydi?”
“Son icadımı buraya geldiğimde yaptım, fakat şimdi bundan şüpheliyim, kendime buzdan bir sığınak yaptığımı hatırlıyorum. Keşif noktasında; buz her ne kadar soğuk da olsa, buzla kapalı bir ortam oluşturulduğunda sıcaklığın bir insanının yaşayabileceği seviyeye ulaştığını buldum.”
“Güzel, fakat bunu senden önce yüzlerce insan buldu, fakat ilk bulanın bir eski mo insanı olduğu söyleniyor.”
“Eski mo insanı mı?”
“Evet, sana mo’ları anlatmadım değil mi? Biraz önce gördüğün o iki garip insan mo dur. Yani buzul güneyinde yaşayan insanlar vardır, buraya nasıl geldiklerini herkes bilmez, fakat onlar vardır işte. Onlara mo denmesinin sebebi de, kullandıkları dilde bolca ‘mo’ hecesi bulunmasındandır. Burası da, yani şu içinde bulunduğumuz yapı onlara -yani mo’lara- aittir. Ben senelerdir buradayım, onların dillerini öğrendim, biraz önce sana bazı sorular sormamı istemişlerdi, fakat ikincisine cevap alamadım sanırım.”
“Nasıl? ne gibi sorular?”
“Şöyle, ilk sorumun cevabını aldım zaten, buraya nereden ve neden geldiğin gayet açık, ikincisi o penguenleri neden öldürmeye çalışıyordun ? Evet, bunun cevabını bekliyoruz senden...”
“Efendim ! Benim o hayvanları öldürmek istememin tek sebebi, karnımın günlerdir aç olmasıydı, aslında balıkla falan idare ediyordum, baktım ki günlerce hava karanlık olacak ve ben balık yakalayamayacağım, o hayvanlardan bir iki tane avlayıp depolamayı düşündüm. Bu bana altı ay boyunca yeterdi. Tek amacım hayatta kalabilmekti, biliyorum penguen eti yemek pek alışılmış bir şey değil ama...”
Abdülfeyyaz bey bir felaket haberi almışçasına yüzünü buruşturdu, ayağa fırladı, odada muhafız askerler gibi hazır olda bekleyen iki garip adama durumu çaktırmak istemediğinden tekrar yerine oturdu, kısık sesle :
“Aman delikanlı, sen neler söylüyorsun, penguen mo’lar için kutsal bir hayvandır. Senin onları öldürmeni bırak, öldürmeye yeltenmen bile ölümüne sebeptir... uygun bir yalan bulalım da bu işten kurtulalım, şimdi ben kalkıp onlara senin penguenleri yemek için öldürmek istediğini söylersem çok kötü olur” dedi.
“İnanın bunu bilmiyordum efendim, evet sanırım durum ciddi, ne söylesek acaba ?”
“Benim aklıma hiçbir yalan gelmiyor delikanlı, aslında en iyisi dürüst davranmak, o zaman belki affedilirsin. Hem ne yalan söylesek yavan kaçar, çünkü elinde penguenlere doğru doğrultulmuş bir dikitle yakalandın ki dikit burada en keskin silahtır...”
“Anlıyorum, zaten hayatım buraya geldiğim ilk günden beri tehlikede, alıştım buna, şansımızı bir deneyelim bari. Siz onlara benim bir mucit olduğumu ve buraya sürgün edildiğimi söyleyin, sonra penguenlerin onlar için kutsal olduğunu bilmediğimi ve onlardan bu konuda özür dilediğimi de ekleyin efendim !”
“Pekala, bir deneyelim bakalım delikanlı...”
Abdülfeyyaz bey, kafasındaki keçi derisinden yapılma şapkasını çıkardı, iki garip adama karşı en iyi tavrını takındı, gülümseyerek konuşmaya başladı. Adamlar ciddi edalarını hiç bozmadan Abdülfeyyaz beyi dinlemekle yetindiler, sonra tek kelime bile etmeden sığınaktan çıkıp gittiler.
Ali Kamil bey merakını gizleyemedi, Abdülfeyyaz beyin yüzündeki gülümsemeden ümitlenmiş olacak ki :
“N’oldu efendim? Affedildim mi? Hiçbir şey söylemediler ama...Siz onlara ne söylediniz?”
“Sorularını ard arda sıralamak senin huyun olmuş delikanlı... Gelelim senin akıbetine; sanırım büyüklerine danışmaya gittiler, fakat durum hakkında hiçbir şey söylemediler, sen de gördün.”
“Evet haklısınız, beklemekten başka yapılacak bir şey yok sanırım.”
*****
Ali Kamil bey yatağında sır üstü yatmış gözleri odanın tavanını süzerken, bir taraftan da gördüklerini anlamlandırmaya çalışıyordu, nasıl olurda buzul güneyinde ateş olabilirdi, odanın tavanını bu şekilde (oval) havada durdurmayı nasıl başarabilmişlerdi, neden hiç kimsenin mo’lardan haberi yoktu, bu insanlar burada çiğ balıktan başka ne yerlerdi, neden buzul güneyinde yaşamayı tercih etmişlerdi...Bu soruların cevabını ancak Abdülfeyyaz bey verebilirdi herhalde, fakat şimdi bu kritik zamanda onu soru yağmuruna tutmaktan da çekiniyordu. Tam o bunları düşünürken, Abdülfeyyaz bey aklını okumuşçasına konuşmaya başladı :

“Orta güneyin doğusunda yaşayan insanları duydun mu bilmiyorum, onların yemek kültürlerinde çiğ balık birinci sırayı alır, çiğ balığa telaffuzu zor bir isim seçmişler, ona ‘suşi’ demişler, zaten onların dili böyle telaffuzu zor bir sürü kelimeden oluşur. Her neyse, işte orta güneyin doğusunda yaşayanların bir zamanlar burada yani buzul güneyinde yaşadıkları söylenir, Mucitlik mesleği bir zamanlar onlara aitmiş, fakat bizim insanlarımız övünüp dururlar; mucitlik mesleğini biz kurduk diye, ne garip değil mi? mucitliğin de bir mucidi var... İşte o insanların torunlarıdır mo’lar, buzul güneyinde yaşamaya direnen tek insan topluluğudur. Neden direnmişler diye soracak olursan, bunun cevabını ilerleyen günlerde kendi kendine bulacağını söyleyebilirim. Yani söylemek istediğim endişelenme mutlaka affedileceksindir, mo’ların yaşam tarzları her ne kadar ilkelse de, düşünceleri ilkel değildir. Penguen meselesine gelince, belki penguenin kutsal sayılması sana saçma gelebilir, fakat orta güneyde de ineğe ne kadar çok değer verildiğini biliyorsun, belki tapma anlamında değil ama, biliyorsun tanrıların hayvanı olduğu için ona her orta güney insanı sahip çıkar. Pengueni de bu şekilde düşün.”
Ali Kamil bey Abdülfeyyaz beyin bu konuşmasından sonra biraz daha rahatladı, başındaki ağrı hafiflediği için doğruldu, yastığını arkasına destek yaparak buzdan duvara dayandı, fakat hiçbir soğukluk hissetmedi, ‘bu yastığın içinde ne var acaba?” diyerek mırıldandı, Abdülfeyyaz bey bunu duymuş olacak ki :
“O yastık ayı postundan yapılmadır, sen hiç buzul güneyinde bir ayıya rastladın mı? Orta güneydekilerin aksine beyaz postları vardır ve bu onları sıfırın altında yüz dereceden bile korur.” dedi.
“Demek burada ayılar da var, hem de beyaz... Hiç rastlamadım, iyi ki de rastlamamışım.”
“Yo, tehlikesizdirler, tabii ailelerine zarar vermediğin sürece, penguenler kadar olmasa da çok sosyal hayvanlardır.”
“Aman efendim, ayının tehlikesizi mi olur?”
“Olur tabii, aslında hiçbir hayvan tehlikeli değildir, biz insanlar onların özel hayatlarına müdahale ederiz ve bu onları çok kızdırır...”
“Bu kadar basit değil bence efendim, diyelim ki ben okyanusun ortasına düştüm ve bir köpek balığı geldi, beni kendisine akşam yemeği yaptı, onun özel hayatına karıştığım için mi yaptı bunu, hayır bence bunun tek sebebi onun bir etobur olmasıdır.”
“Ben hayvanlarla anlaşmanın yolunu buldum delikanlı, ben istemezsem o köpek balığı beni akşam yemeği yapamaz, her neyse şimdi bunları boş ver de başka şeylerden konuşalım, istersen sana şu ateş olayını anlatayım, hım ne dersin?”
“Evet, gerçekten çok iyi olur efendim, bu kafamı çok kurcalıyordu !”
“Ateş, yüksek ısı enerjisi demek değil mi? Bir kere onu elde ettikten sonra, söndürmeden, devamlı üretebilirsin. Mo’ların anlattıklarına göre atalarının –daha bir göbek önceki atalarının- ateşi yakmaları zor olmamış, sürtünmeyle elde etmişler onu, iki dal parçasını ağaçtan yapılma bir oyukta birbirine sürterek... Çok zamanlarını almış bu iş, ama olmuş işte. Ateş odası dedikleri odada başarmışlar bunu ilk defa, başlangıçta her iki saatte bir adam değiştirmişler, yani herkes iki saat süreyle ve sırayla iki dal parçasını sürtmüş ve dediklerine göre doksan altı saat sonunda ateş çıkmış, o gün bu gündür o odayı ateş odası olarak kullanırlar, orada ateş hiç sönmez ve söndürecek kadar kötü niyetli bir mo veya bir yabancı inanışlarına göre tanrıların gazabına uğrar. Bu yüzden mo’lar için ateş birinci derecede kutsal bir varlıktır. Nasıl olmasın ki sıfırın altında yüz derecelerde yaşamak zorunda olan insanlar için ateş elbette çok değerlidir. İşte ateşin öyküsü bu delikanlı...”
“Peki efendim, ateşi söndürmeyecek kadar çok odunu nereden buluyor bu insanlar?”
“Kolay, buzul ormanına gidiyorlar, oradan kızaklarla getiriyorlar.”
“Buzul ormanı mı?”
“Evet. Delikanlı sanırım sen buzul güneyini dünyanın terkedilmiş bölgesi sanıyorsun, doğru ya bizim kitaplarımız öyle yazıyor, ama hiç de öyle değil, mucitler ve kâşifler kentindeki hiçbir kitap hatta orta güneydeki hiçbir kitap buzul güneyi hakkındaki doğruları yazmıyor, yazamıyor, çünkü tamamen bilimsel varsayımlardan yola çıkılarak yapılmış yorumlardır onlar, buzul güneyini görerek, gezerek yazan bir yazar yoktur henüz, ancak şunları söylerler : buzul güneyine güneşin ışınları çok büyük bir açıyla gelir, bu yüzden sıcaklık çok düşüktür ve bu düşük sıcaklık bitkilerin ve bazı hayvan türlerinin haricindeki hayvanların yaşamasına izin vermez. Ali Kamil, bunlar tamamen varsayımdır. Sen iyileş, çıkar gezeriz, buzul güneyinde taze sebze bile bulacağız göreceksin...”
“Demek öyle, bunları gerçekten bilmiyordum efendim ve inanın çok şaşırdım. Size son bir soru sorabilir miyim?”
“Elbette sorabilirsin.”
“Şimdi, bu odalar buzdan yapılma değil mi?”
“Evet ve bu sıcaklığa nasıl dayanıyorlar da erimiyorlar diyeceksin değil mi?”
“Evet, ağzımdan aldınız.”
“Sen hiç izolasyon diye bir terim duydun mu veya okudun mu diye sorayım ilk önce...”
“Evet, kitab-ül hiyel de okumuştum, hiyelcilerin üstadı Abdülmenfez beyin kitabı.”
“Evet orada yazar, moların yaptığı da basit bir izolasyon yani koruma. Görmüş olduğun bu duvarlar iki kat buzdan yapılmıştır aralarına ve üstlerine bir karışımı sıvarlar, bu karşım macun kıvamındadır ve rengi sütten daha beyazdır, bu yüzden buzun üstünde belli olmaz.”
“Neler var peki bu karışımın içinde ?”
“Neler yok ki, çam ağaçlarından reçine, taşlardan karpit, burada yaşayan ayıların öz yağları, sonra şimdi aklıma gelmeyen bir sürü şey ve karışımın en önemli maddesi... onu bir sır gibi saklarlar, yeni bir ev yapılacağında karışımı hazırlamakla görevli bir usta mo insanı vardır, sadece o bilir, bu ustalar yaşlandıklarında kendilerine bir öğrenci seçerler, karışımı ve tabii o sır gibi saklı maddeyi de öğrenciye öğretirler.”
“Anlattıklarınız çok ilginç efendim, mo insanlarının hepsi tam bir mucit galiba.”
“Evet, öyle sayılır, geleneklerinde bu vardır, yani mucitliği herkes yapar, bir meslek gibi değildir onlar için...”
Abdülfeyyaz beyin konuşması içeriye giren bir mo insanıyla yarım kaldı, adam sanki çok önemli bir sırrı taşıyormuşçasına vakur ve ciddi bir yüzle bir Ali Kamil beye bir Abdülfeyyaz beye bakıyordu. Sonunda Abdülfeyyaz beyde karar kıldı, konuşmaya başladı, konuşurken mimikleri bir yükü atmanın mutluluğuyla gevşedi, yüzündeki sertlik konuksever bir mo insanın yumuşak yüz ifadesiyle yer değiştirdi. Buyurun der gibi iki orta güney insanına kapıyı gösterdi, Abdülfeyyaz bey parmağıyla ‘bir dakika’ işareti yaptı :
“Mo’ların büyüğüyle tanışacaksın Ali Kamil, göreceksin çok tonton, konuksever bir yaşlı mo dur kendisi...”
*****
Buzları temizlenmiş, karlı kaplı yollardan, evlerin (buzdan yapılma, bir orta güney insanı için ancak bir sığınak olabilecek) en büyüğünün girişine ulaştılar. Elçi, kapıdan içeri girdi, girmeden önce diğerlerinin beklemesini ister gibi beş parmağını ve elinin ayasını göstererek dur işareti yaptı. Ali Kâmil bey sakindi, Abdülfeyyaz beyin söyledikleri umutlandırmıştı onu. birkaç dakikalık beklemeden sonra elçi, keçi derisinden yapılma kapının arasından başını uzattı gel işareti yaptı. Ali Kamil bey Abdülfeyyaz beyden görerek ayaklarındaki karı yere vurarak temizledi, Abdülfeyyaz beyin ardından alçak kapıdan başını eğerek içeri girdi.
Mo’ların büyüğü, yaşlı, tonton adam misafirlerini ayakta karşıladı, mo’ların büyüğü dediğime bakmayın, adamın yaklaşık doksan santimetrelik boyu Ali Kamil beyin neredeyse beline geliyordu. Büyük mo’nun konuşması kısa sürdü, sadece ‘tamo’ dedi, Abdülfeyyaz bey bunu, Ali Kâmil beyin anlayacağı şekliyle ‘Lütfen oturun değerli misafirlerim’ olarak çevirdi.
Ayı postundan yapılma minderlere oturdular, büyük mo’nun içtiği dumanlı çubuk Ali Kâmil beyin dikkatini çekti, ‘bu bizim oradaki zevk otu olmasın’ diye aklından geçirdi. Abdülfeyyaz bey dönüp ‘senin inançlarını soruyor’ dediğinde düşündüklerine bir süre ara vermek zorunda kaldı. Konuşmasına ‘aslında zor bir soru, ama maksadı belli, penguen meselesi değil mi?’ diyerek başladı, sonra ekledi : ‘Herkesin inandığına ben de inanırım, bir yaratıcının varlığına yani... Herkes inanıyor diye değil tabii, sözlerimden böyle bir anlam çıkmasın lütfen. Aklım bunu emrettiği için inanırım, kutsal saydığım çok fazla şey yoktur, yaratıcının haricinde... Orta güneyde –yani benim geldiğim yerde- inek kutsal bir hayvandır, buna pek gönülden inanmam, yani etinden yararlanırım en azından, tabii saygılıyım bu inanca, dinler tarihimizde inekle alâkalı uzun bir hikaye vardır, halkımın ineği kutsal sayması da bundan kaynaklanıyor zaten, aslında şimdi bu hikâyeyi anlatmak isterdim, fakat pek zamanı değil sanırım, dedim ya uzun bir hikâye...Sanırım sizin inançlarınızda penguen kutsal bir hayvanmış, bunu bana Abdülfeyyaz bey efendim söyledi, inanın buraya atıldığım ilk günlerde hayatta kalma mücadelesi veriyordum ve penguenlerden birini avlayıp yemeye mecbur kalmıştım, çünkü hava kararıyordu, altı ay boyunca balık yakalayamayacaktım, penguenler de balıklara nispeten iri hayvanlar oldukları için günde bir iki lokması bana altı ay yeter diye düşünmüştüm. Sizin için kutsal olduklarını bilsem, daha doğrusu sizin burada olduğunuzu bilsem buna asla kalkışmazdım.” Ali Kamil bey konuşmasını bitirdi, bir soluk aldı, dürüstlüğüne ve samimiliğine inanmaları için yaratıcısına dua etti. Sonra Abdülfeyyaz beye döndü, ‘efendim lütfen aynen çevirin, tek bir kelime bile atlamayın.’ diye kibarca rica etti. Abdülfeyyaz bey her iki gözünü de kırparak ‘tamam’ işaretini verdi, yaşlı mo ya döndü, Ali Kâmil beyin söylediklerini kelimesi kelimesine tekrarladı. Abdülfeyyaz bey konuşurken, yaşlı mo’nun yüzünde donuk bir ifade asılı kalmış gibiydi, onun bu hali karşısında konuşan insana işkence gibi gelirdi, Abdülfeyyaz bey bunlara hiç aldırmadan sözlerini bitirdiğinde, odanın içine bir süre sessizlik hakim oldu. Sonra sessizlik, yaşlı mo’nun çürümüş dişlerini göstererek gülümsedikten sonra, Ali Kâmil beye dönüp ‘yutamo’ demesiyle son buldu, Abdülfeyyaz bey hemen çevirdi : ‘sana aramıza hoş geldin dedi.’

3.Bölümün Sonu.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın fantastik kümesinde bulunan diğer yazıları...
Eski Dünya Masalları - Bölüm 1
Eski Dünya Masalları - Bölüm 2

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Yörük Hasan
Çapkın Cemil'in Maceraları
Bavul Cinayeti
Sarı Vosvos
Sarı Vosvos - Bölüm 2


İhsan Cihangir kimdir?

Yazan adam, şimdilik 22 yaşında; öğrencilik günlerinin bir an evvel geride kalmasını isteyen sıradan bir üniversiteli. Ne yaşadağı şehrin adı önemli ne de okuduğu üniversitenin, dedim ya o sıradan bir üniversiteli. . .

Etkilendiği Yazarlar:
İhsan Oktay Anar, Murathan Mungan.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © İhsan Cihangir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.