Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Gözleri yanarak uyandı on saatlik uykusundan, içerinin havasızlığından neredeyse boğulmak üzereydi. Pencereyi açtı, temiz havayı bir solukta ciğerlerine çekti, anlık bir sarhoşluk hissi uyandırdı bol oksijen. Gözlerindeki yangın geçince, genzindeki yangını hissetti. Bu işi en iyi su çözer diye düşünerek, banyoya girdi. Banyodaki klozetten yayılan pis koku, hepsine tuz biber oldu. Aceleyle yüzünü yıkadı, aynaya baktı, tıraşsız yüzünde yeni çıkmış, küçük sivilceleri gördü, morali bozuldu. Tıraş olmayı düşündü, fakat bu pis kokunun içinde bir de tıraş olmaya asla dayanamazdı. Mor lekeleri olan, beyaz havlusunun beyaz kalan kısmına yüzünü sildi, biraz olsun rahatlamıştı. Arkadaşını uyandırmayı düşündü, fakat bir an önce kendini dışarı atmak istiyordu, boğulmak üzereydi. Dışarıdaki soğuk havayı düşünerek en kalın kadife pantolonunu giydi, boğazlı kazağını geçirdi, onun da üzerine bir oduncu gömleği, tozdan rengi atmış, eskiden lacivert olan montunu da ihmal etmedi, artık soğuk işlemezdi. Genç yaşına rağmen sağlığına çok önem verir; özellikle üşütmekten çok korkardı. Kapı eşiğinde botlarını giyerken paçasındaki çamur izini gördü, silmek istedi fakat etrafta beze benzer bir şey bulamayınca vazgeçti, ‘salla gitsin !’ dedi. Bu günlerde dış görünüşüyle uğraşmak hiç içinden gelmiyordu. Zaten ne önemi vardı ki artık, sekiz ay boyunca hayalini kurduğu, ondan sonraki dört ayda en güzel günlerini beraber yaşadığı kız arkadaşı yoktu şimdi. Anlamsız bir gurur yüzünden yapayalnız kalmıştı. Hatayı kendisi yapmıştı, fakat özür dilemek, tekrar beraber olmaları için yalvarmak zor geliyordu ona. Dairenin kapısını usulca kapadı, asansörü çağırdı. Asansörün kapısına iliştirilmiş küçük bir not gördü, ‘Lütfen beşinci katta inenler, kapıyı sıkıca kapatsın, aksi halde asansör çalışmıyor. – Apartman Yöneticisi Mümtaz Gürel’. Yöneticiyle yıldızları bir türlü barışmamıştı, bu notu da sırf kendisine gıcıklık olsun diye astığını düşündü, halbuki beşinci katta kendi dairelerinin haricinde üç daire daha vardı. Bütün sorun öğrenci olmasından kaynaklanıyordu aslında. Genel bir önyargı vardı toplumda, ‘öğrenciler gürültü yaparlar, kurallara uymazlar, bayanlara sarkıntılık yaparlar (özellikle apartmandakilere), yöneticiyle, ev sahipleriyle ve dört yanlarındaki komşularıyla kavgalı olmaları gerekir, ayrıca her zaman haksızdırlar. Kısacası öğrenciler, henüz topluma tam ve etkin bir üye haline gelememiş ilkel insanlardır.’... Genelin dışındaki insanlar, üniversite mezunu, öğrencilik hayatını ailelerinden uzak, özel evlerde geçirmiş olanlardı. Yan komşuları bunlardan birisiydi, adam tam bir öğrenci dostuydu, oğlu da üniversite mezunu olduğundan frekanslar aynıydı; ara sıra çay içmeye falan gelirlerdi. Yönetilmeye dayanamazdı; her yerde bir yönetici olması mı gerekirdi illâ ? Sonra aklına bir slogan geldi : ‘Yönetici defol ! Apartmanlar öğrencilerindir !’, bir başka : ‘Özgür apartman mücadelemiz devam edecek !’... Bunlar kendisine de komik geldi; kıs kıs güldü; asansördeki aynanın karşısında saçlarını düzeltirken. Asansör zemin kata geldiğinde, tam kapıyı açacakken dışarıdaki kız daha çabuk davrandı. Kızı hiç görmemiş gibi yaptı, bu davranışına kendisi de bir anlam veremedi. En azından bir teşekkür edebilirdi, ne de olsa kapısını açmıştı. Dışarıda beklediğinden daha soğuk bir hava ile karşılaştı, montunun fermuarını çekti, yakasını kaldırdı. Elini cebine götürdüğünde sigarasını evde unuttuğunu anladı, zaten aç karna sigara içmekten nefret ederdi. Anahtarını unutmuş olma korkusuyla tekrar, telaşla ceplerini yokladı, bereket unutmamıştı. Yoksa evde -halâ- uyuyan Cem’ i uyandırmak neredeyse imkânsızdı. Cem’ in uykusu o kadar ağırdı ki, bir keresinde suyun kaldırma kuvveti bile onu kaldırmaya yetmemişti. Tam caddenin karşısına geçecekken durdu, neden dışarıda olduğunu bir an anımsayamadı. Sonra hatırladı, hava almak için çıkmıştı. Bugünlerde çok sık oluyordu bu, unutkanlık...Bu halinden dolayı gerçekten endişeliydi. Böyle olduğunda yürüyorsa duruyor, gözlerini kapayıp parmaklarıyla kafasının iki yanına hafif hafif masaj yapıyordu. Bu sayede zihnini temizlediğini düşünüyordu. Sonra ellerini iki yana açıyor, ‘monoton bir hayat yaşamaktan nerdeyse beynim uyuşacak yaa, hele bu son günlerde hep aynı şeyler, hep!...” diyerek yakınıyordu. Haklıydı son günlerde değil, son yıllarda bile yaptığı pek farklı bir şey yoktu. Üniversiteyi kazanması bile hayatına farklılık getirememişti, tek düze bir hayattan başka tek düze bir hayata geçişi sağlamıştı ancak. Bunları düşünürken, değişikliğe susadığını fark etti. Aynılık baymıştı artık. Bu arada karnı da fena halde açtı, ağzında acı acı tatlar hissetmeye başladı. Sırf değişiklik olsun diye, her sabah gittiği markete farklı bir yoldan gitmeyi denedi. Büfeci gazeteleri yerleştirirken ‘bön bön’ bakıyordu. Bu büfeden alışveriş yapmamaya yeminliydi, adam hem kazıkçı hem de yalakaydı. Markette seksen bin lira olan ufacık krem peyniri iki yüz bin liraya satıyordu. Asla yeşil kapaklı kola satmazdı; bedava falan çıkmasın diye depoda kalmış bütün kırmızı kapaklı kolaları toplardı. Bir de bunların üstüne adi mallarını satmak için yapmadığı dalkavukluk kalmazdı. Her şey aynıydı işte, iki yıldır. Yürüdüğü yollar, alışveriş yaptığı market, otobüse bindiği durak, kıl olduğu adamlar (büfeci ve yönetici), sevdikleri, dersleri, hayalleri... Belki de ileride bir gün, sıkıldığı, aynılığından şikayet ettiği bu hayatı arayacaktı. Çok çalışkan, derslerine önem veren bir öğrenci sayılmazdı. Disiplinli, prensipli bir insan hiç değildi. Bu yüzden fazlasıyla özgürdü. ‘Canı ne isterse onu yapan bir insan, nasıl olur da hep aynı şeyleri yapar ?’ diye sordu kendine, fakat yanıt alamadı kendinden. Herhalde onun sorunu, kanıksadığı küçük dünyasında sıkışıp kalmaktı. Ne alacağını plânlamadan girdi markete, tam da ona göre bir davranıştı bu zaten. Fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusu iştahını kabarttı, hemen bir poşet aldı, içine iki ekmek attı. Peynir –zeytin reyonunda en ucuzundan iki yüz elli gram beyaz peynir istedi. Sonra en sevdiği çikolatalardan da alıp, kasaya gitti. Kasiyer kız gerçekten çok hoştu, siyah ve parlayan gözleri vardı, uzun saçlarını toplamış kafasına tokayla tutturmuştu, ‘V’ yaka bluzundan esmer teni gözüküyordu, bluzun üzerine giydiği beyaz iş önlüğü ona farklı bir çekicilik katıyordu, küçücük dudakları ve güldüğünde ışıldayan dişleri de cabasıydı. Kıza bakmaktan kendini alamazken, ‘elli bin liranız var mı ?’ dedi kız, cevap alamayınca tekrar sordu : “Pardon, elli bin liranız var mı, varsa çok iyi olacak, hiç bozuğum kalmadı çünkü.”, “Nasıl ?”, “Elli bin liranız var mı dedim ve de bu üçüncü oluyor !”, “Ha tabii var... af edersiniz dalmışım, gözleriniz öyle güzel ki simsiyahlar, uzaydaki kara delikler gibi, insan çekiminden kendisini kurtaramıyor.’ “Kara delikler mi ?!” “Şey, yani çekicilikleri bakımından bir benzetmeydi sadece.” “Siz bırakın benim kara deliklerimi de şu fişinizi alın, sırada bir sürü insan var daha !” Ne büyük bir gaf yaptığını anladı, fakat artık yapılabilecek bir şey yoktu, laf ağzından çıkmıştı bir kere. Kızlara yalakalanıp duran, sulu tiplerden değildi, fakat biraz önce onlardan biri gibi davranmıştı. Pek de üzülmüş sayılmazdı, aslında hoşuna bile gitmişti, sonunda bazı şeyleri aşmaya başladığını düşündü. Hoşlandığı bir kızın yanına gidip, ona bütün güzel yanlarını, etkileyici cümlelerle, korkmadan, cesurca söylemek istemişti hep. Yer ve zaman hiç fark etmezdi. İlk seferinde böyle gaflar olacaktı tabii, acemilikten kaynaklanıyordu bunlar. Eve geldiğinde Cem halâ uyuyordu. Uyandırmaya çalıştı, çabası boşunaydı, her zamanki gibi yaptı. Mutfağa gidip çayı koydu, ağzına kadar dolmuş, leş gibi kokan kül tablalarını çöpe boşalttı. Salonu şöyle bir derledi topladı, bilgisayarını açtı. Ne büyük nimetti şu bilgisayar, her işini görüyordu. Televizyonu bile bilgisayarından izleyebiliyordu. Kanalları karıştırdı, sabah programlarından hiç hoşlanmazdı. Hangi kanalı açtıysa istediği gibi bir şey bulamadı, karşısına ya faks okuyan fıkırdak bir kız çıkıyordu ya da yemek tarifi veren kırkını aşmış bir kadın. Tam vazgeçecekken kanalın birinde en sevdiği çizgi filmi gördü, ‘bugs bunny’... Çizgi filmler ona hayatın yalın gerçeklerini anlatıyordu, kendilerine özgü, sanal bir dünyaları vardı. ‘Bugs bunny’ deki tavşanın kurnazlıkları ve kurbanlarının aptallıkları, gerçek dünyadaki kurnaz ve aptal insanların yalın bir modeliydi sanki. Farklı olan tek şey, bunlar gerçek dünyada biraz daha üstü kapalı yapılabiliyordu. Her zamanki gibi insanları yönetenler kurnaz (belki de hilekâr, iki yüzlü), yönetilenler ise aptaldı. Onların bu aptallıkları biraz daha farklıydı, korkaklığın ve özgüvensizliğin getirdiği bir aptallık... Sabah saatlerinin mahmurluğunu daha üzerinden atamamıştı. Televizyonun karşında mayışıp kalmıştı ki, kaynayan suyun fokurdayan sesini duydu. Mutfağa gidip çayı demledi; aldığı iki yüz elli gram peyniri en küçük cam kâseye koydu; o bile tam dolmadı. Sonra ‘parasızlığın gözü kör olsun!’ diye dertli dertli yakındı. Halbuki, en son yakınması gereken kişi kendisiydi. Ailesinden aylık yüz seksen milyona yakın para geliyordu, üç ayda bir aldığı doksan milyon burs da cabası. Fakat ne yapsın dı, yetmiyor, ihtiyaçlar bir türlü bitmiyordu. Kahvaltı sofrası hazır olduğunda, Cem’ e tekrar seslendi, bir kaç sallama, itekleme ve omzuna atılan yumruktan sonra uyandırmayı başardı. “Hadi oğlum yaa ! Fil gibi uyuyorsun valla !” “Sinan ! sen misin ?” “Herhalde benim, kimi bekliyordun ki başka, sınavın var mı bugün ?” “Yok, bırak da biraz daha uyuyalım şurda !” “Kahvaltı hazırladım, ye de öyle uyu bari !” “Tamam, geliyorum.” “Kahvaltıyı duyunca nasıl da kalkarsın !” “Yok bee ayıbettin Sinan, biraz laflarız diye kalktım valla !” “İyi, hadi bakalım öyle olsun.” ***** “Yumurta almamışsın Sinan !” “Bi değişiklik olsun dedim, hem her gün yumurta yemekten her tarafımızda sivilce çıkıyor.” “Ne alâkası var oğlum yaa ?” “Alâkası olmaz mı hiç, fazla protein almaktan çıkar sivilce” “Benim sivilcem falan yok ki, baksana bi tane görebiliyor musun?” “Bir tane değil de on tane görebiliyorum !” “İyi, tamam anladık, çok iyi bi iş yapmışsın yumurta almamakla... Ne bu yaa ! çizgi film mi seyrediyordun, çocuk gibi ?” “Evet, ne olmuş, çocuk mu olmak lazım illâ ?” “Tabii, benim Kayseri’deki küçük yeğenim bile seyretmez bunu !” “Saçmalama ! çocuk olacak da, ‘bugs bunny’ i izlemeyecek !” “Ya boş şeyler bunlar, boş...CNN-Türk’ü falan aç da haberleri izleyelim bari!” “İyi bee, dediğin olsun, al kumandayı istediğini aç !” “Ya Sinan, farkında mısın ? her sabah aynı tartışmayı yapıyoruz, sanki bir de bunu daha önce hiç yapmamışız gibi.” “Evet, onun için bugün bi değişiklik olsun diye kumandayı sana verdim.” “Ya dalga geçme oğlum bee ! benim durumum cidden sakat, patlamak üzereyim.” “Tamam, tamam. Benim de canım çok sıkıldı burada Cem, bu yaz Antalya’da gezilmedik yer bırakmayacağım valla ! Fakat yazın tadını iyi çıkarabilmem için, ikinci dönemden ders bırakmamam lâzım. Onun için, şu önümüzdeki on beş günlük tatili iyi değerlendirmeliyim. ” “Antalya da hep bildiğin, gittiğin yer be oğlum, gezilmedik yer bırakmayacağım diyorsun da, neyle gezeceksin ki, yani hangi parayla ? Hadi paran var diyelim ailen seni orda rahat bırakır mı sanıyorsun.” “Doğru, param olsa bile ailem bırakmaz, aslına bakarsan onlar da haklı, garipler oğullarını yazdan yaza görebiliyorlar zaten, onda da tatile gidilmez ki, ayıp olur!” “Ya ben ne yapayım Sinan ? Senin Antalya’n var da gidiyorsun; bizimkiler yurtdışında biliyorsun.” “Bak ne diyeceğim biliyor musun ? Bu yaz beraber Antalya’ya gidelim, hem biz yeni bir eve taşındık, bana özel oda ayırdılar, sorun olmaz beraber kalırız. Her gün denize gideriz, bir hafta veya on gün kalırsın, senin için bi değişiklik olmuş olur.” “Aslında iyi olurdu da, ailen ne der buna?” “Ne diyecekler canım, onlar da seve seve kabul ederler, hem seni bi tanımış olurlar, ne de olsa en yakın arkadaşımsın, senden çok bahsettim onlara.” “Sağ ol Sinan ! bakalım hele bi yaz gelsin de... Senin sınav kaçtaydı, geç falan kalma da !” “Öğleden sonra. Saat daha on, ama erkenden gitmeyi düşünüyorum. Son konulara fazla bakamadım, giderim kütüphanede biraz çalışırım belki.” ***** Sinan, saat on bir de ancak çıkabildi. Saçlarıyla çok fazla uğraşmıştı bugün, özel bir günmüş gibi. Aslında özel de sayılabilirdi. İngilizce bölümüyle beraber sınava girecekti ve bölümün en güzel kızları orada olacaktı. Aralarında, Sinan’a çok samimi davranan bir kız vardı. Sinan’ın tüm soğukça davranışlarına karşılık, kız asla yanından ayrılmıyor, konuşabilmek için hiç bir fırsatı kaçırmıyordu. Aslında ona o kadar da soğuk davranmak istememişti Sinan. Sonuçta, çirkin değildi, aptal bir kız hiç değildi. Esmer, neredeyse Sinan kadar uzun boylu, hemen hemen manken ölçülerinde bir kızdı. Konuştukları, normal bir kızın konuştuklarına benzemiyordu. Bulmaca meraklısı bir kızla ilk defa tanışıyordu. Şimdi, kızcağıza neden öyle davrandığını anlayamıyordu. Eskiden çok çekingen içine kapanık bir insan olduğunu hatırladı. Ancak, öğrencilik hayatı onu son yıllarda biraz olsun sosyalleştirebilmişti. Çekingenliğin ve anti-sosyalliğin genlerden kaynaklandığını okumuştu bir yerde. Aslında bu bir hastalıktı, insanın ruhsal bedenini etkileyen bir hastalık... Genetik olduğu için babasından veya annesinden geçmiş olabileceğini düşündü. Annesi olamazdı, ev hanımı olmasına rağmen onun kadar insanlarla diyalog halinde olan bir kadın daha tanımıyordu. Babası, çok fazla konuşmazdı. Fakat gerektiği zaman insanlardan hiç çekinmezdi. Onların gözünün içine bakar, pervasızca konuşabilirdi. O halde babası da olamazdı. Sonra bu tür bir şeyin yaşadığı deneyimlerden kaynaklanabileceğini düşündü. Fakat bunlar, insanı hayatı boyunca yanılgıya düşüren şeylerdi. Yaşanmış bir deneyimden yola çıkarak, benzeri ile karşılaşıldığında, aynı sonucun meydana gelmesi gerekmezdi. Benzer bir deneyimde, daha öncekinde yapılan hatalar yapılmazsa, gayet tabii başarılı olunabilirdi. Bunları düşünürken, özgüvenle doldu, ‘ben bunu yapabilirim !’ der gibi yumruğunu sıktı, yukarıdan aşağıya sinirliymiş gibi savurdu. Sınavdan önce, koridorda bir aşağı bir yukarı volta atmaktan acayip zevk alırdı. Bir taraftan da elindeki çalışma kağıtlarına göz atar, son anda öğrendiklerinin daha öncekilerden daha yararlı olacağını düşünürdü, taze bilgi gibisi yoktu... Konsantre olamıyordu aslında, hem bu kadar da yeterdi. Kâğıtları camın önündeki boşluğa fırlattı. Aklı Ebruda kalmıştı, gelse de onunla bir yerlere gitselerdi, bu sefer buzdan adamcılık oynamak yoktu. Onun her samimi hareketine karşı, daha samimi birşeyler yapmayı plânladı. Tam bunları düşünürken, arkadan iki küçük el gözlerini kapadı, ‘bil bakalım ben kimim ?’ dedi. Sinan, çok şaşırmıştı, fakat şaşkınlığı çabuk geçti, istediği olmuştu işte... ‘Ebru !’ dedi, kız daha ‘bildin’ falan demeye fırsat bulamadan, Sinan plân gereği arkasını döndü, kıza sarıldı. Sıkıca kavradı, ayaklarını yerden kesti, döndürmeye başladı. Kız neye uğradığını şaşırmıştı, doğrusu bunu hiç beklemiyordu. Şaşkınlığı geçince şöyle bir etrafa baktı, neredeyse bütün sınıf onları izliyordu, ancak o zaman Sinan’a ‘dur artık!’ diyebildi. “Sinan, senin gibisini de görmedim valla, ne kadar farklı birisin !” “Neden, bu hoşuna gitmedi mi? Ne yapayım seni özlemişim işte !” “Hayır ondan değil, geçen hafta falan neydin öyle ? yüzün mahkeme duvarı gibiydi, esprilerime gülmüyordun, bana neredeyse ‘hanımefendi’ diye hitap edecektin...” Kız ne dese haklıydı, fakat Sinan bunlarda takılıp kalmak istemiyordu bugün. Çok kibar ve samimi bir sesle : “Ebru ! ne desen haklısın, o günlerde moralim çok bozuktu. Bilirsin, dersler falan işte. Sen çok iyi bir kızsın, çok cicisin, çok candansın, eğer sana hak ettiğin değeri veremediysem özür dilerim !” “Seni anlıyorum Sinan, ayrıca senden böyle güzel sözler duymak da çok hoş, teşekkür ederim.” “İnan bana, söylediklerimde samimiydim, sen çok hoş bir kızsın Ebru. Senden çok hoşlanıyorum !..” Gerisini getirmek istedi, fakat zamanın ve yerin hiç uygun olmadığını düşündü, sustu. Fakat Ebru: “Bir anda mı oldu bu, geçen haftalarda hiç de öyle görünmüyordun, sanki bulaşıcı bir hastalığım varmış gibi benden kaçıyordun ! ” diyince dayanamadı. Kızın sözleri sitem doluydu, onu çok kırdığı belli oluyordu. Bugün acı verme sırası ondaydı. Sinan biraz önceki kibarlığını takındı : “Ebru ! inan bana senden asla kaçmadım. İlk haftadan beri hep senden hoşlandım, kaçmış gibi göründüysem seninle konuşmaya cesaret bulamamamdandı. Kırılmışsın, seni anlıyorum. Fakat ben eşeğim anlıyor musun ‘eşek’... Senin gibi sıcak bir kızla, buzdan adamcılık oynanmayacağını anlamalıydım. Ama, sana söz veriyorum bundan sonra asla olmayacak Ebru. Bu sözleri sana veriyorum, çünkü seninle çıkmak istiyorum, anlıyor musun ? Benimle çıkar mısın Ebru? ” Sinan konuşurken kızın yüzü şekilden şekile girdi. Olanları kendisi hiç böyle düşünmemişti. Sinan’ı kendisi beğenmiş bir herif zannediyordu. Burnunun büyüklüğünden , onunla ilgilenmediğini düşünmüştü. Teklifine çoktan razıydı, fakat hemen kucağına atlayıvermek de olmazdı. Ebru bunları düşünürken ortama bir süre sessizlik hakim oldu. Sinan heyecanından, kıpkırmızı kesilmiş, tırnaklarını yemeye çoktan başlamıştı. Kulağında bugün sabah dinlediği şarkının melodileri çınlıyordu, ‘love mi, love mi’... Şarkıdaki kız sevgilisine onu sevmesi için adeta yalvarıyordu. Acaba Ebru' nun cevabı ‘hayır olursa ne yapardı, o da yalvarır mıydı. Düştüğü duruma gerçekten üzüldü, en iyisinin Ebru’ nun onu sevmesi için Allah’a yalvarmak olduğunu düşündü. Farkında olmadan gözlerini kapatmış, başını yukarı kaldırmış, dudaklarını kıpırdatıyordu, yani dua pozisyonunu çoktan almıştı Sinan’ın bu hali Ebru’ ya çok şirin göründü. Duası, kızın yanağına kondurduğu küçük bir öpücükle kabul edildi. Gözleri ışıldıyordu. İçi tekrar ümit ve özgüvenle dolu : “Yani...!” diyebildi. “Yanisi şu Sinan, neden olmasın ?” Sinan daha önceki tek deneyiminde yaşadıklarını bir kez daha tekrar etmek istemedi. Kıza teşekkürler yağdırmak, kendisine layık olmaya çalışacağını söylemek çok aptalcaydı. Tüm düşünceleri bir kenara bıraktı, kıza herkesin ortasında sarıldı, yanağına küçük bir öpücük kondurdu, sonra kulağına “seni seviyorum !” diye fısıldadı. Kızın gözlerindeki parıltı görülmeye değerdi, siyah gözlerin mutluluk saçan parıltısı... ***** Sinan her zamankinden biraz daha geç geldi eve, buna rağmen Cem halâ yoktu. Cem’ in huyunu bildiği için şaşırmadı buna, kendine yapacak bir şeyler bulmuştur diye düşündü. Aşk şarkıları söylüyordu içinden; şaka maka Ebru’ ya aşık oluvermişti; şıpsevdi bir adam değildi aslında fakat kızların şirinliklerine asla dayanamazdı. Şimdi onun gözünde dünyanın en şirin kızıydı Ebru; Ebru da işini biliyordu doğrusu, bir kaç şirinlikle Sinan’ı kendisine bağlayıvermişti. Biraz oyalanmak istedi yemekten önce, bu maksatla bilgisayarını açtı, kanalları karıştırdı, izlenmeye değer bir şey bulamayınca vazgeçti. Yiyecek bir şeyler bulma umuduyla mutfağa gitti, bir kaç demet çürümüş sebze ve kurumuş ekmek kırıntılarından başka bir şey bulamadı. Bomboş evde kulakları çınlamaya başladı, en ufak sesler büyük bir gürültüymüş gibi duyuluyordu boş evde. Çaresiz dışarı attı kendini, düşüncesi kebapçıya gidip ağzına layık bir ‘Beyti’ yemekti. Dışarı çıkarken holün ışığını açık bıraktı, eskiden kalma bir alışkanlıktı bu. Çocukluğunu geçirdiği, tek katlı evlerinde de böyle yapardı. Maksat, hırsızları kandırmaktı, ışığı yanık görünce evde birilerinin olduğunu zannedeceklerdi. Sabahkine göre daha sert bir hava vardı dışarıda. Karanlıkta gezinen köpeklerin hışırtılarını duydu, korkudan etrafına daha dikkatli bakmaya başladı. Cebinden çakmağını çıkardı, her an yakacakmış gibi hazır etti. Köpeklerin ateşten kaçtığını duymuştu bir yerde. Belki de yalandı bu, fakat ne olur ne olmaz yine de tedbir almak lâzımdı. Sokağın daha aydınlık kısmına geldiğinde, köpeklerin yolun kenarındaki çöpleri eşelediğini gördü. Korkusu biraz geçti, kendisiyle hiçbiri ilgilenmiyordu bile... Yemeğini yedi, üstüne çayını sigarasını da içti, hesabı ödemek için garsonu çağırdı. Tutarı önceden bildiği için parayı çoktan hazırlamıştı bile; tembel garson buna memnun oldu. Cüzdanı cebine koyacakken gözü, geçen gün oynadığı ‘sayısal loto’ kuponuna ilişti. Sonuçlar çoktan belli olmuştur diye düşündü, parasının üstünü aldı, yandaki sayısal loto bayiine gitti. Hiç umudu yoktu sonuçtan, ‘iki falan tutturmuşsam iyidir’ dedi. Camdaki tabelada dairelerin içinde, küçükten büyüğe sıralanmış sayıları gördü, tanıdık geldi. Heyecanla cebinde oynayıp durduğu buruşmuş kuponu çıkardı, bir sayılara bir de kuponuna baktı. Gözlerine inanamıyordu, beş tutturmuştu. Tekrar, tekrar kontrol etti, gördüğü gerçekti. İkramiyenin miktarını merak etti, yarısına kadar açık, küçük pencerenin arkasında duran adama sordu: “Pardon, bu hafta beş bilenler ne kadar alıyor ?” Adam elindeki kağıtlara baktı, “bir milyar üç yüz yetmiş dokuz milyon dört yüz seksen iki bin lira” dedi, sonra ekledi, “Ne o, delikanlı beş falan mı bildin?” Sinan, belli etmek istemedi, “Yo hayır, sadece merak ettim.” dedi, adam buna inanmamış görünüyordu. Umursamadı; buruşmuş kuponu özenle düzeltti, cüzdanının en nadide köşesine soktu. Pazartesi ilk işi, gidip parasını almak olacaktı... Fakat, bu sevinci bir an önce birisiyle paylaşmak istiyordu, aklına Ebru geldi; saatine baktı dokuz buçuğu biraz geçiyordu. Henüz erken olduğunu düşündü, çisildeyen karın altında cep telefonunu çıkardı, Ebruyu aradı. Beş çalıştan sonra Ebru telefonu açtı. “Alo...Sinan !” “Merhaba sevgilim ! Rahatsız etmedim umarım, uyumuyordun değil mi ?” “Hayır canım, toparlanıyordum, biliyorsun yarın Antalya’ya gidiyoruz.” “Ebru, hemen toparlanmaya başlama, çünkü sana bir haberim var.” “Neden ? neymiş o? İyi bir şey mi ?” “Hem de müthiş bir şey. Sayısal loto oynamıştım iki gün önce...” “Sakın altı tutturdum deme, bayılıveririm !” “Altı değil ama, beş tutturdum. İkramiyesi yaklaşık bir milyar dört yüz milyon.” “Hadi yaa, çok iyi...zengin oldun desene; ne yapmayı düşünüyorsun, iyi değerlendirmeni tavsiye ederim. ” “Bilmiyorum Ebru, henüz karar vermiş değilim, ama büyük ihtimalle seninle birlikte Antalya’da harcarız.” “Sağ ol da o para senin, beni boş ver; sen tadını çıkarmaya bak; gez, dolaş, eğlen...” “Ben sensiz nasıl eğlenirim, halâ seni sevdiğimi anlayamadın mı deli kız ?” “Ben de seni seviyorum Sinan, sağ ol !... Eee n’apıcaz o zaman ? ” “Bugün Cumartesi, parayı ancak Pazartesi günü alabilirim, onun için en erken Pazartesi günü gidebiliriz.” “Biletler ne olacak, yarına almıştık.” “Bak ne diyeceğim, şimdi sen giyin aşağıya, köprünün oraya in, ben de yarım saate oraya gelirim, buluşuruz. Beraber, hem biletlerin tarihini değiştirmeye gideriz, hem de Kızılay’a inip biraz dolaşırız; parayı kutlarız, ne dersin ?” “İyi de saat geç oldu, biz gidip gelesiye kadar yurt kapanır, yurdun kapanmasını bırak; otobüs bulamam.” “Ya boş ver yurdu, benim evim ne güne duruyor ? Zaten ev bomboş, canım sıkılıyor. Bir tek gelirse Cem gelir, o da odasından dışarı çıkmaz zaten. Hem parayı nasıl değerlendirebileceğimizi konuşuruz, ben çay demlerim; televizyon falan da var bizde...” “Tamam o zaman, ben hemen çıkayım mı, soğukta bekletme de beni !” “On dakika sonra çık, senin aşağı inmen fazla vakit almaz, bende hemen geliyorum.” “Tamam, hadi görüşürüz o zaman, öptüm seni !” “Ben de seni öptüm canım, görüşürüz!” ***** Kar şiddetini gittikçe artırıyordu; taneleri insanın kirpiklerine kadar doluyor, göz açtırmıyordu. Sinan montunun yakasını kaldırmış, kafasını içeri gömmüş, olduğu yerde zıplamaya benzer hareketler yaparak otobüsün gelmesini bekliyordu. Durakta kendisinden başka hiç kimsenin olmaması garip geldi, acaba yollar mı kapandı diye düşünürken; ileriden Kızılay otobüsünün ışıklı levhasını gördü. Otobüsün içi bomboştu; akşamın onunda ve bu soğuk havada boş olması gayet normaldi. Fakat bugün Sinan için çok özel bir gündü, belki de bugünün tarihini bir yere yazması gerekirdi. Sabah güne ne kadar kötü başladığını düşündü; şimdiyse sayısaldan beş tutturmuş ve aşık olmuştu. O kadar şanslıydı ki, para ve aşk ikisi bir arada gelmişti. Paranın tek başına bir mutluluk kaynağı olmayacağını biliyordu, para olmasa da aşk mutlaka olmalıydı. Sinan için aşkı anlatmak çok zordu; bir kaç cümleyle ifade edilebilecek kadar basit değildi bu. Mükemmel uyum, karşılıklı fiziksel çekim, birbirini tamamlayan iki parça olmak- anahtarla kilit gibi-... İçinin coşkunluğu diline yansıdı bu akşam, yerinde duramıyordu. Yüzünde bir tebessüm asılı kalmıştı sanki, hasretini çektiği duyguların verdiği hazdan kaynaklanan bir tebessüm... Ebru, ellerini ısıtmak için koltuklarının arasına sıkıştırmış, beresini de kulaklarına kadar çekmiş Sinan’ı bekliyordu. Sinan, Ebru’ yu uzaktan, otobüs daha durağa yanaşmadan fark etti. Fark edilmeyecek gibi de değildi, kız gerçekten çok çekiciydi; giyinmesini de biliyordu doğrusu. Siyah renk bir insana ancak bu kadar yakışabilirdi. Tek renk giyinmesine rağmen üzerinde farklı bir ışıltı vardı, sadeliğin ışıltısı... Sinan Ebru’ yu görünce kendi üzerindekilerden utandı, artık biraz kendine bakması gerektiğini düşündü, nasıl olsa parası da vardı artık, yeni yeni şeyler alabilirdi. “Merhaba canım ! Çok bekledin mi beni ?” “Hayır, daha yeni gelmiştim, fakat hava berbat soğuk Sinan, bence Kızılay’a falan gitmeyelim. Bilet işini halledip hemen eve gidelim.” “Tamam, sen bilirsin. Üşütüp de hasta olmanı istemem elbette.” Ebru farklıydı; bunu Sinan çoktan fark etmişti. Yüzüne söylemek istedi, fakat şımaracağından falan korktu; vazgeçti. Beraberken en azından uzun süren sessizlikler olmuyordu, dışarıdan bakan insanlar onları küs falan zannetmiyorlardı böylece. Sonunda bulmuştu -aslında ‘bulmuştu’ demek yanlış olur- çünkü Ebru’ nun peşinde aylarca koştuğunu hatırlamıyordu. Tam tersine Ebru onu bulmuştu, bulmakla da ne iyi etmişti... Nazara inanır, nazar değmesinden de çok korkardı. Her şey mükemmel giderken bir aksiliğin olacağı korkusu vardı hep. Aslında bu, Sinan’ın en büyük fobisiydi. Nazarı Şeytan’ ın yaptığına inanırdı; şeytan mutlulukları ve güzellikleri kıskanırdı; çünkü o kovulmuştu; o, gururu yüzünden tüm mutluluklardan men edilmişti. Nazar değmesin diye hemen bir ‘maşallah’ çekti. Artık her şey yolunda gidebilirdi. Üç katlı otogarın üçüncü katında dolaşırken önlerini kesmeyen adam kalmadı, adamlar Ebru ile Sinan’ın bir yerlere gideceğini düşünüyor; bilet satmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bileti aldıkları şirketin yazıhanesindeki güzel kız, biraz zorluk çıkarsa da sonunda işlerini yaptı. Aldığı iki kişilik, açık tarihli bileti cebine koydu; elini Ebru’ ya uzattı. Fakat Ebru elini vermek istemedi, Sinan bunu anlayamadı. İki dakika içinde ne yanlış yaptığını düşündü, aklına hiç bir şey gelmedi. Ebru’ nun yüzü asılmış, biraz önceki neşesinden hiç bir iz kalmamıştı. “Ebru, ne oldu, elini niye vermiyorsun sevgilim ?” “Hiç...” “Hiç için mi bu asık surat ? Ne yaptım ben sana şimdi, yanlış bir şey yaptıysam söyle !” “O kıza nasıl bakıyordun öyle ?” “Hangi kıza ?” “Sen hangi kız olduğunu daha iyi bilirsin, gözlerinin içine bakıyordun, sonra kibar kibar konuşuyordun, benimle bile o kadar kibar konuşmazsın sen.” “Biletçi kızı mı diyorsun ? Ya saçmalama Allah aşkına, benim senden başkasını gözüm görür mü hiç, hem nasıl konuşsaydım kızla, kibar davranmam gerekiyordu, işimizi zorla yaptırdık; gördün !” “.......” “Ya susma lütfen, bir şeyler söyle !Ben seni seviyorum Ebru, seninle çıkıyorum, onunla değil. Beni anla lütfen yaaa !” “......” Sinan Ebru’ nun bir huyunu keşfetti böylece, kıskançlık. Bundan sonra ona göre hareket etmeliydi, gerçi bir öpücük ve bir kaç güzel sözle gönlünü almıştı ama... Yine de Ebru onun için çok değerliydi artık, uğur getirmişti ona. Sayısaldan beş bilmesi belki de Ebru’ nun uğurundandı. Biraz önceki ‘maşallah’ ın işe yaramadığını düşündü, belki de batıl bir inançtı bu. Ne de çok batıl inancı vardı; nazar, uğur,uğursuzluk... ***** Eve geldiklerinde her şey yine istediği gibiydi; kıskançlık krizini çoktan atlatmıştı Ebru. Aslında onun yerinde hangi kız olsa aynı tepkiyi gösterirdi. Belki de kıskançlık kızlar için vazgeçilmez bir duyguydu. Sevdiklerini başka birisiyle paylaşmak; bırakın paylaşmayı paylaşma düşüncesi bile onları deli etmeye yeterdi. Erkekler böyle değildi nedense; birlikte oldukları kızın onlara bağımlı olduğunu düşünürler, bu yüzden çoğu zaman en ufak bir kıskançlık belirtisi bile göstermezlerdi. Erkeklerin çoğu, kendi cinslerinin efendi konumunda veya hükmeden olduğunu düşünürdü, sanki dünya kendi etraflarında dönüyormuş gibi... Sinan bunları düşünürken, sağlıklı bir ilişkide objektif düşünmenin ne kadar önemli olduğunu anladı, baksanıza Ebru’ yu hemen de mimleyivermişti, aşırı kıskanç...Halbuki durup düşündüğünde kendisini de suçlu bulmuyor değildi. Yazıhanedeki kızın yeşil gözlerine takılıp kalmış; belki de o anda farkında olmadan ne yılışıklıklar yapmıştı. Demlikten yayılan çay kokusu Sinan’la Ebru’ yu bir kez daha bir araya getirdi. Bir öğrencinin vazgeçilmez içeceğiydi çay, hem yapması kolay hem de ucuz... Yanında da sigara tüttürmek başka bir zevkti. Sigara içmeyenler çayın tadını anlayamaz diye düşündü Sinan. Çünkü çay ve sigara vazgeçilmez bir ikiliydi. Bunları düşünürken Ebru ile olan beraberliğini de düşündü, vazgeçilmez bir ikili olmak istiyordu onunla. Onu bir bardak çaya benzetti, kendisini de bir sigaraya. Sigaradan vazgeçemediği gibi kendisinden de asla vazgeçemezdi. Gururlu kişiliği kendini her şeyden çok sevmesine neden oluyordu. Benzetmesi tam da yerine oturmuştu doğrusu, kızlar bir bardak çaya benzerler, çok tatlıdırlar, insana tarifi imkânsız zevkler verebilirler. Fakat çok üstlerine gidildiğinde acı verirler, insanın ağzında kekremsi bir tat bırakırlar, uyku kaçırırlar. Hepsine boş verdi Sinan, Ebru ile olan beraberliği hiç bitmesin istiyordu. Oturduğu koltuğa şöyle bir yayıldı, gözlerini ovuşturdu. Çok farklı ve güzel bir günün sonu gelmişti artık. Keşke hiç bitmeseydi bugün. Yarının ve ondan sonraki günlerinin daha güzel geçmesini ümit ederken, gözlerinden Ebru’nun gözlerine, Ebru’nun anlayamadığı , fakat aslında umudu ve mutluluğu taşıyan gülücükler gönderdi. İçindeki tüm olumlu duygular bir araya gelmişti şimdi, ‘Everest’ tepelerinde dolaşıyordu. Bir kıza, hem de Ebru kadar güzel bir kıza hayatında ilk defa güvenle sarıldı. Bununla yetinmedi, burnunu Ebru’nun burnuna değdirdi, devre şimdi tamamlandı. Sonra dudaklar, biraz önce gözleriyle anlatamadıklarını şimdi anlatıverdi. Daha doğrusu Ebru bunu hissetti, fiziksel bir temas sanki iki beyin arasında köprü olmuştu. Duygularının yol geçen hanı köprüsü... İlk defa oluyordu bu, Ebru Sinan’ı omuzlarından hafifçe itekledi. Sinan yine yanlış bir şey yaptığını düşündü. Fakat sonra her şeyin yolunda olduğunu anladı. ‘Sinan ! çayı unuttuk...!’ Çayını yudumlarken aşağı sokakta gördüğü sarı ‘Volkswagen’ geldi Sinan’ın aklına, hem de camında satılık yazan bir Volkswagen. Bu araba için cebindeki tüm parayı verebilirdi, fakat buna hiç gerek yoktu fiyatını daha geçen gün sormuştu, sadece sekiz yüz milyon Türk lirası... Ebru’ nun da fikrini almak istedi. “Ne dersin güzelim, iyi olmaz mıydı ?” “İyi de Sinan araba 68 model dedin, o çok çürük bi şeydir ya, yolda falan kalırız.” “Sen merak etme bi tanem, ben baktım, araba temiz, sorun çıkarmaz.” “Valla sen bilirsin, ama bence parayı daha iyi bir şekilde değerlendirebilirdin.” “Bir önerin var mı peki ?” “Aslında şimdi aklıma pek bir şey gelmiyor, ama biraz düşünsek...” “Ebru ! Bak güzelim, bu para şans oyununda çıktı. Anlayacağın hayatımda ilk defa talihim açıldı ve şimdi bu talihimle hayallerimi gerçekleştirmek istiyorum. Lütfen anla beni, o arabayı her şeyden çok istiyorum, anlıyor musun ?” “Yani senin hayallerini süsleyen küçük bir kaplumbağa araba, öyle mi?” “Evet, ne olmuş, benim hayallerim küçüktür belki ama gerçekleştirilebilecek şeylerdir. Olmayacak şeylerin neden hayalini kurayım ki?” Ebru, bu sert cevabın sebebini hemen anladı, onun hayallerine ‘küçük’ demesi belli ki Sinan’ı kızdırmıştı. Haklıydı, yaptığı hatayı düzeltmek için biraz işve yapmasının yeterli olacağını düşündü. Sinan’ın boynuna sarıldı, “Kızarmış da benim sevgilim, aman da aman...” dedi. Ebru’nun bu hareketi Sinan’ı daha da kızdırdı, boynuna dolanmış ince kolları tuttu, sert bir hareketle yere savurdu. “Sinan, ne yapıyorsun canımı yaktın !” “Alay etmek zorunda mısın ? Sen anlat bakalım büyük, değerli hayallerini. Sonra da unutma, hangilerini gerçekleştirebildiğini söyle.” Sinan’ın bu kadar sert çıkışmasına rağmen, Ebru biraz önceki alaycı tavrını takındı; ellerini koltuklarının altına aldı : “Tamam, benim büyük hayallerim demek...Dinle o zaman ! Birincisi, Radyo –Tv bölümünü okuyup televizyoncu olmak, bunu gerçekleştiremedim, bundan sonra da mümkün değil tabii. İkincisi, çok zengin olup Amerika’ya gitmek, orada aylarca tatil yapmak, bunu da gerçekleştirmem mümkün değil tabii, bir öğretmen maaşıyla bırak Amerika’yı; şurdan Kızılay’a bile gidilmez...” dedi. Şimdi biraz önceki alaycı tavrından eser kalmadı : “Üçüncü ve son hayalim sendin Sinan, daha doğrusu senin gibi bir sevgili. Seninle tanışınca hedefim belli oldu zaten... İlk defa aynı zamanda son defa aşık olup mutlu olmaktı en büyük hayalim . Bunu gerçekleştirebildim işte Sinan, sen benim ilk aşkımsın ve umarım son olursun ! ” Ebru’nun bu sözleri Sinan’ı etkilemeye yetti. Kendini tutamadı Sinan; sarıldı Ebru’ ya. Sonra saçlarının kokusunu duydu, daha sıkı sarıldı, daha sıkı... Bu mutlu tabloya son noktayı koyan Sinan’ın gözlerinden Ebru’ nun saçlarına düşen bir damla yaş oldu. Şubat 2001 Türkiye-Ankara
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İhsan Cihangir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |