Hiçbir zaman karakterlerimin hüzünlü olduklarını düşünmedim. Tersine yaşam dolular. Trajediyi seçmediler, trajedi onları seçti. -Juliette Binoche |
|
||||||||||
|
Sartre açık pencereden kızıl bir loşlukla dolan ve modern bir binanın 10. katında yer alan dairesinde çalışma masasına oturmuş, eli alnında, balkondan içeri süzülen akşamüstü trafiğinden gelen sesleri dinliyor. Pencereden ileriye baktığında mezarlık, Paris, Saint-Cloud tepeleri ve daha uzakta sıradağlar görülüyor. O anda ihtiyacı olan tek şey: Sessizlik. Banyodan gelen ve yaşama enerjisinden bir şey kaybetmemiş olduğu belli, orta yaşlı bir kadının sesi, trafikten gelen seslere karışıyordu. Sartre, takip edilmesi güç bir hızda sıraladığı cümlelerle yeni kitabının konusunu anlatan Simone’un söylediklerini takip etmiyordu. İçini sevişme sonrası karamsarlığı kaplamıştı. Nasıl da yaşlanmıştı Simone. O genç, çekici ve gizemli kadının yerini başka bir kadın almıştı. Gözlerinde zekasının kıvılcımları, dudaklarında bilge bir kıvrım hala mevcuttu. Her zaman olduğu gibi tartışılmaz bir zekaya sahipti, çok iyi bir yazar olduğunu her yeni kitabıyla kanıtlamaya devam ediyordu. Ama 15-16 sene önce Art Shay’e bir Chicago Otelinde verdiği çıplaklığın ötesinde seksi poz ile de ölümsüzleşen kadın -yüzü aynaya dönük, her erkeğin cinsel iştahını kabartacak dolgun kalçası ve kusursuz bacaklarını sergilemekten çekinmeyen, zeka ve özgürlüğüyle her türlü cinsel tabuyu yıkmasıyla yarattığı tahrikkar kadın imgesi- orada değildi artık. Aynı kadınla 30 küsur yıl boyunca sevişmek. Her ikinizde başkalarıyla seviştikten sonra, tanıdık bir limana geri döner gibi yine onunla sevişmek. Kendi yaşlanışını, karşındakinin her geçen sene kuruyan ve kırışan cildinde keşfetmek. Acı veren değişim maddede miydi, maddenin ürettiği düşüncelerde mi? Beyin ikizi olarak gördüğü, sevdiği ve hala sevmeye devam ettiği kadını artık bir başka özelliği ile birlikte görüyordu: Ne yaparsa yapsın acıklı olan, yaşlanmakta olan bir kadın. Her geçen gün yenileriyle tanıştığı, yanında geçirecekleri her dakikayı hayatlarının en önemli anı saydıkları her hallerinden belli genç hayranları ile karşılaştırıldığında, zekası dışında hiç bir cazibesi kalmamış olan bir kadın. Aslında Simone her zaman güzel bir kadın olmuştu, hala güzeldi. Ama ilginin üzerinde olmasına alışmış her kadın gibi yaşlandıkça kendisine azalan ilgiyi daha çok önemser gibiydi. Belki o yüzden bu eksikliği daha iddialı, daha oturaklı ifade edilen fikirleri ile örtüyordu. Kadın haklarının mantıklı ve sosyalist bir savunusu, erkeğin özgürlüğünün ancak kadının cinsel, ekonomik ve politik özgürlüğünün sonrasında mümkün olabileceğinin ateşli savunusu. Ama bu sözler artık Sartre’ı etkilemiyordu. Aslında hayatını sözler üretmekle geçirmiş olan biri olmasına karşın, onu artık hiçbir sözün etkilemediği bir döneme girmiş olması da şaşırtıyordu. Sonunda zaten dinlemediği Simone’un sözünü yarıda kesti: “Simone, tatlım, kendini biraz fazla kadın hareketine adamış olduğunu düşünmüyor musun? Bana sorarsan salt bir fikrin savunusuna girişmekle, edebiyat insanı olmak arasında küçük ama çok önemli bir fark var.” Kısa bir sessizlik. Evet, istediği bu sessizliğin sonsuza dek sürmesi, söylediklerine kadının hiçbir cevap veremeyecek olmasıydı. Üstünü giymiş hatta makyajını bile tamamlamış olan Simone, “ta-tam” nidasıyla içeri girdi ve hızından hiçbir şey kaybetmediğini belli etmek istercesine: “Aslında bu benim de üzerinde oldukça sık düşündüğüm bir şey oldu son dönemlerde, benim tatlı zihin yoldaşım. Ama, ortada o çapta büyük bir haksızlık var ki, Pauli, bunu görmemek, üstünde durmamak, buna takılmamak elimde değil. Dünya değişmeli, devrimle mi evrimle mi nasıl olacaksa, benim için pek fark etmez. Ama kadının sömürülmesine, hor görülmesine bir son verilmeli. Kadın vücudu sadece kadına ait olmalı, tıpkı kadını tutsaklaştıran toplumsal dogmalara tek tek son vermemiz gerektiği gibi. Dünyanın neresinde olursa olsun bir kadın hor görüldüğünde, ikinci sınıf insan muamelesi gördüğünde benim canım yanıyor, bunun nasıl bir şey olduğunu sen benden de iyi bilirsin. Sen mi söylemiştin ben mi hatırlamıyorum bile artık, o kadar benzedik ki birbirimize yıllar içinde, şuna benzer bir söz gittikçe daha çok yankılanıyor zihnimde: Yeryüzünde olan her kötülüğe, her yanlışlığa karşı ben sorumluyum. Çünkü sesimi çıkarmadığım her yanlışı, sessizliğimle onaylıyor sayılırım.” “Evet, evet, ama benim söylemek istediğim farklı. Gerçek bir hikaye veya bir romanın içindeki bir karakter konuştuğunda, söyledikleri gerçek felsefe boyutunu yitirmeli, o onun bulunduğu konumdan dolayı yaptığı bir soyutlama olmalı. Sen de kabul edersin ki, sıradan ve sıkıcı bir kahramanından ancak senin yapacağın çıkarımları duymak istemiyorum ben. Bu tür bir roman ikinci sınıf bir eserin ötesine gidemez.” “Sessiz kalamadığım gerçekleri okurun yüzüne vurmak tek isteğim. Kahramanım özellikle sıkıcı, sokakta görecek olsak yolumuzu değiştireceğimiz bir orta yaşlı kadın. Ama onun ağzından varıyorum sonuçlara, çünkü kariyerimiz, zekamız ne olursa olsun, oturup düşünmeye – ama önyargısız düşünmeye- vakit ayıracak olursak, aslında hepimiz gerçekleri görme potansiyeline sahibiz. ” Cevap bekleniyordu kendisinden, tüm hayatı boyunca beklendiği gibi. Oysa Sartre süre gelen sessizlikte mutluydu ve tek istediği sessizliğin daha da uzun sürmesiydi. Haksızlıklar, göz yumduğumuz haksızlıklar. Yeryüzünün bir köşesinde, bir insanoğlu diğerine işkence yapıyor şu anda. Ellerini bağlamışlar o sessiz bırakılan zavallının, kafasına bir çorap geçirmişler, kimi zaman bir bardak soğuk su, kimi zaman bir tokat iniyor yüzüne. O zavallının olup bitene bir anlam yükleyecek zihni yok belki de, belki doğumdan taşıdığı bir zeka geriliği, belki beyin hücrelerinin yitip gitmesine sebep olmuş tiner sebebiyle. Benden izin almadılar, hiçbir zaman iznimi almadılar. Ama sizinkini. Veya belki annenizin, kız kardeşinizin, amcaoğlu veya eniştenizin izniyle. Onlarda kararlarında özgür değildiler izinlerini verirken, dolduruluşa getirildiler, onlarda kandırıldılar. Basın yoluyla, toplum kuralları, gelenek veya ahlak kurallarıyla. Salt gerçeğe, ebedi ve değişmez doğru bilgiye hiçbir zaman sahip olamadığımızı unuttular, basit bir insana özgü hatayla. Sartre sessizliğin en uzun süre devamını sağlayacağı repliği yazdığını canlandırdı zihninde. Ne derse bir kadın, buna Simone gibi son derece zeki bir kadın bile uzun süre cevapsız kalmayı tercih ederdi? „Artık sevişmemeliyiz, Simone“ Sartre tüm akşamüstü süresince ilk kez gerçekten içinden geçenleri söylemişti. III. Rivayet o ki, Sartre’ın, Simone’a ilk kez hislerini söylediği gece, Batı Karadeniz’in küçük bir köyünde başka alanı olmadığı için babasına kalan topal annesi ile, parasızlıktan geç yaşına dek evlenememiş babasının ilk ve tek çocukları olarak dünyaya Ali isminde kirpi saçlı bir bebek geldi. Doğduğunda göğsü ile boynu arasında kocaman bir şişlik vardı, nefes alışı da şişliğin etkisiyle hırıltılıydı. Ebe bunu kasabada bir doktora gösterin diye tembih etti annesine, ama annesinin pek ebeyi dinleyeceği yoktu. “Onca yola ne gerek ki, hem sağlığı kolu bacağı yerinde, bir küçük şişten ne olacak” diye aklından geçirdi topallığından çok çekmiş cahil kadın. Ali büyüdükçe şişi de büyüdü, o kadar büyüdü ki, babası çocuğu kasabaya götürmekten başka çare olmadığını anladı. Kasabada önce genç bir doktor gördü küçük Ali’yi, kısa bir muayeneden sonra büyük şehirde ameliyat olmasının şart olduğunu söyledi babasına. Kasaba hastanesindeki yaşlı bir cerrah aynı fikirde değildi, “ben yaparım” dedi ameliyatı, hem böylesi Ali’nin ailesine daha az masraf olacaktı. Kasabalının pek sevdiği imparator (operatör) doktor, yapardı bir kez söz verdiyse. Acımıştı küçük Ali’ye, yoksa o kadar az paraya kimse yapmazdı böyle ciddi bir ameliyatı… Cerrahın dediğine göre ameliyatı çok iyi geçti Ali’nin, o kocaman şişliğin içi hep kanlı-etmiş ve hepsini temizleyip boşaltmıştı cerrah. “Garantiyi ancak Allah verir” dedi ama, bir daha o etten çıkmasını beklemiyordu. Çocuğun sağlığının da, ağlamasının da gün geçtikçe yerine geleceğini söyledi yaşlı cerrah. Gözleri babasının yüzünde değildi bunları söylerken, ama zaten pek de iyi görmeyen gözlerini hastalarının yüzüne çevirmesi alışıldık birşey değildi. Cerrah biri dışında haklı çıktı dediklerinde, sağlığı gün geçtikçe yerine geldi ve bir daha ne boynunda bir et, ne de boğazından bir ses çıktı Ali’nin. Küçük yaşında ailesi köyden bir kasabaya taşındığında, babası bir kez daha götürdü onu doktora. Doktor Ali’nin konuşamayacağını söyledi, ki o kadarını zaten biliyorlardı. Yapacak bir şey var mıydı, onu sormaya gitmişlerdi. Sessiz bir çocuk ne yapar, nasıl oynar diğer çocuklarla? Nasıl girer onların arasına, nasıl kurtulur onların alaylarından? Okula nasıl gider köylük yerde, okumayı nasıl öğrenir? Zor konulmuştu hayat Ali’nin önüne, ama başka seçeneği de yoktu. Öğrendi boğazından bir ses çıkaramasa da diğer çocuklarla oyun oynamayı –miskette üstüne yoktu-, dayak yerse nasıl kime şikayet edeceğini, hangi çocuktan kaçınmanın, hangi çocuğu gerektiğinde hafif bir okşamanın işleri kolayca yoluna koyacağını öğrendi zamanla. Birşey daha öğrendi o yaşında: Onun diğer çocuklar gibi geçmişte olan birşeyi anlatma şansı fazla yoktu, aslında kendisine akıllı sorular soran birisi olmadıkça, hiç birşey anlatma şansı yoktu. İnsanlara birşeyler vermeyi başardıkça, dostluklarını sesi çıkmasa bile alabildiğini gördü. Kazandığı bir misketi feda etmesi, güçlü bir dost getirebiliyordu ona. Üstelik kelimeler yabancı değildi ona, sadece onun ağzından çıkamıyordu kelimeler. Ne düşündüğünü veya söylemek istediğini arkadaşlarının ağzından söyletebiliyor, sonra kafasını bir sallayışı veya manalı bir gülümsemeyle bakışıyla anlatıyordu. Çoğu çocuk onunla konuşmazdı, ona karşı oldukları için değil, cevap veremeyeceğini bildikleri için. Gereksiz gelirdi o çocuklara Ali’yle konuşmak. Ama kimisi de, cevap veremese bile bir kafa sallaması ile yanıtlayabileceği sorular sormaya devam ederlerdi. Ali anladı ki, gerçek dostları her zaman ona soru sormaya devam edenler arasından olacak. “Top oynar mısın Ali?” “Kaleye geç o zaman.” Ali kaşlarını kaldırır, sonra kaleye geçme sırasının küçükçe çocuklardan birinde olduğunu çocuğu sert bir hareketle göstererek anlatırdı. “Hadi ama bak dün sahada oynadın, bugün yine sıra sende.”Ali kirpi gibi dik ve sert saçlarının altından kaşlarını kaldırdıkça daha da ısrar ederler, sonuçta en iyi oynadığı yer olan kaleye geçirirlerdi Ali’yi. Çocuk oldukları için kimse kalecinin sahanın en çok konuşan adamı olması gerektiğini düşünmezdi. Ali’de elinden geldiği kadar ama biraz isteksiz kurtarırdı topları. Fazla iyi kalecilik yapmaya kalkarsa, ya biriyle çarpışacağını, ya kendini sakatlayacağını, ya da –en kötüsü- bir daha kaleden hiç çıkamayacağını anlamıştı. Canı ileride oynamak istediğinde, saha kenarında bekleyen biri olup olmadığına şöyle bir bakar, yerine alınacak biri olmadığını kestirdikten sonra, bir kaç uyduruktan gol yemesi yeterli olurdu sahada koşmaktan yorulmuş biriyle yerini değiştirmesi için. Kötü goller yedikten sonra başka birini kaleye geçirirken olduğu gibi, istediklerini dolaylı yoldan elde etmeyi öğrendi zamanla. Doğal sessizliği normalde kadınların zaman içinde öğrendikleri yeteneklere sahip olmasına fırsat verdi. Bunlar ister ima yoluyla ikna, istediğini başkalarının üzerinden yaptırmak olsun, ister olayların nasıl gelişeceğini kestirerek ona göre tavır takınmak, Ali’ye haksız davranan yaşamda hakkı olanlara ulaşabilmesi için öğrenmek zorunda olduğu davranışlardı. Görünüşte kimse etki altına alınmayı, yapacaklarının önceden kestirilip, onlara yön verilmesini, tek kelimeyle ifade edildiğinde kullanılmayı istemez. Diğer taraftan sadece insan yaşamı değil, yeryüzündeki tüm yaşam canlıların karşılıklı birbirlerini kullanmaları üzerine kurulmuştur. Sindirimimize faydalı oldukları sürece, vücudumuzun tüm hücre sayısının on katı kadar mikrop, mantar ve diğer yabancı canlıyı barsaklarımızda taşıyor olmamız bizim açımızdan yararlı bir karşılıklı yararlanım. Hatta yeryüzündeki yaşam açısından belki de temel işlevimiz o milyarlarca canlıyı hayatta tutmak da olabilir, kim bilebilir? Örneğimizi karmaşık toplumsal yapıya taşıyalım. Temel ihtiyaçlarımız yemek yemek, barınmak, güvenlik, sağlık vb bir veya iki elin parmakları ile sınırlı sayıda ise, bu iş kollarının dışında kalan tüm insanlık gerçekte bir işe yarayan bu küçük azınlığın sırtına binmiş koca bir asalak değil mi? Bize gerçekte hiçbir faydaları olmayan insanlara bakıyoruz çoğu zaman. Meşrubat reklamlarının sloganlarını yazan adam ne fayda sağlıyor bize? Koca koca meslek grupları var, aslında olmasalar hayatımızdan hiçbir şey eksilmeyecek olan. Ama hepsi bir doğal felaketle yok olacak olsaydı, hiç şüphe yok ki hızla yerleri yenileri tarafından doldurulurdu. (Bu koca meslek gruplarını mevcut toplumsal yapımız ihtiyaç doğurmakta ve geleceğe dikkatli bakacak olursak, yaratılmış ihtiyaçların üzerinde kurulan hakimiyet geleceğin zengin uluslarını belirleyecek. Parazit meslekler her geçen sayıları artarak mevcudiyetlerini sürdürecek. Düşünün, insanlığı kuvvetli bağımlılık yapan bir zehire bağımlı yaptıklarında, neredeyse herkes o maddenin kuvvetli bir zehir olduğunu bildiği halde, toplumun yarısı o zehiri kullanmayı bırakmamak için çeşitli bahaneler üretiyor. Tamam, tüm insanlık sigara içmeye bir yüzyıl daha devam edecek kadar geri zekalı olmayacak belki ama toplumsal yapımız temelden değişmedikçe Meşrubat reklamları olacak, diğerleri gibi). Sömürünün bırakın iyi mi kötü mü olduğunu, ne olduğunun tanımını bile yapamayız. Dünyanın en zengin yerlerinin hepsinin eski sömürgeler olması ilginç değil mi? A.B.D., Kanada ve Avustralya'ya sömürülecek fazla yerlisi yoktu diyelim. Peki Güney Doğu Asya'nın benzer nüfuslu ülkelerine bakalım. Singapur gelişmiş, Hong Kong gelişmiş, bağımsız Endonezya, Laos, Filipinler, Malezya, Brunei fakir ve geri. Sömüren okul getirmiş, altyapı getirmiş kültür getirmiş, ticaret getirmiş. Ne götürdü İngiliz Singapur ve Hong Kong'tan? Olmayan madenlerini mi? Sömürülmek belki de zannettiğimiz kadar kötü değil mi? Açık bir sömürüye insanların tepki vermesini beklememiz gerektiğine göre, uzun süre devam eden sömürüler ya çok gizliden olmalı, ya da bir şekilde bizim de işimize gelmeli, onaylamamızı sağlamalı. Bizi kim daha fazla sömürüyor aslında, bizi sömürdüğünü düşündüklerimiz mi, düşünmediklerimiz mi? Ve aslında bizi sömürdükleri teşhisiyle en çok tepki gösterdiklerimiz, çoğunlukla en masum, en beceriksiz sömürücüler değil mi? İnsanın doğasında karşılıksız vermek, almak, sömürmek, karşılıklı fayda sağlamak kavramları o ölçüde iç içe geçmiş ki, çoğu zaman işin başına kadar takip etmek, kimin kimi sömürdüğünü ve kimin sömürüldüğünü çözmek anlamlı bir uğraş değil, boş bir vakit kaybı. En ilkel insan topluluklarında aldıkları yaralar sebebiyle normal koşullarda yaşamlarını sürdüremeyecek durumda olanlara, topluluk tarafından uzun yıllar süresince bakılmış olduğunun bulguları var. Bu güçsüz ve sakat insanlarda hayatta kalmaları karşılığında, diğerleri yiyecek bulmaya gittiklerinde çocuklarla ilgilendiler veya kabilenin diğer basit işlerine yardımcı oldular. Sonuçta tamamen karşılıksız bir özveri değildi bu. Ama insanoğlunun içinde hemcinslerine karşı bir özveri duygusunun bulunduğunu kanıtlaması bakımından önemli bir örnektir bu durum. Belki de sadaka kelimesi kendi türüne sadakatten kökeni almakta. Demek ki, özveri bizim için öğrenilen bir sosyal davranış değil, bir içgüdü. Belki bir karşılık beklemeden kendimizden vermek bizi insan yaptı. İster acıma duygusu üzerinden olsun, ister kaba kuvvetle olsun, ister zeka yolu ile ikna sonucu olsun, birbirimizden faydalanmak veya kendimizden faydalanılmasını sağlamak, iliklerimize kadar işlemiş bir insanlık gerçeği. Ali için durum farklıydı…İnsanları konuşarak ikna edemediğine göre, olayların akışı ile ikna etmek, sessiz masumiyetine insanların biraz da acıyarak yol vermelerini sağlamak zorundaydı. Tüm bu çok da geliştirilmemiş manipülatif küçük çıkarcılığına karşın yine de çevresindekiler tarafından –dilsiz olduğu için – kollanıyor olmayı alışmak, Ali’nin temiz doğasının küçük bir çapağıydı. İnsanoğlunun en doğal özelliğidir bu, kendisine tanınan ayrıcalıkları bir süre sonra hakkı olarak bilir ve bu küçük ayırımcılığın her zaman devam etmesini bekler. VII. Cezaevi nakil aracı soğuk ve yağmurlu bir havada geçen 9 saatlik yolculuk boyunca çevre cezaevleri dışında çok az yerde durdu, bir kez mazot almak için bir benzinlikte, şimdi de askerlere ve mahkumlara döner ekmek almak için. 4 mahkum vardı araçta, elleri zincirli: Bir hırsız, bir katil, bir mafya fedaisi, bir de Ali. Mahkumlar kendilerinden önce araca alınmış olan Ali’yi de baştan selamlamışlardı, nereli olduğunu sormuşlardı, fakat dilsiz olduğunu anladıktan sonra, kendi aralarında sohbete dalmışlar, Ali’yi de alışık olduğu sessizliğine bırakmışlardı. Mahkumlardan hırsız olanı İstanbul’da 20 kadar araba kaldırmış, Anadolu’da bir yerlerde elden çıkarmaya çalışırken bir muhbire yakalanmış, şimdi tekrar İstanbul’a getiriliyordu. Kendisinden yaşça daha büyük ve bu tür konularda daha bilgili görünen diğer mahkumlara suçun çeteye girip girmeyeceğini soruyordu. Mafya kültürü olan, “girer tabii” diyordu, “20 arabayı tek başına getirmedin ya İstanbul’dan a… koduğumun S…’a? Ben sana bir avukat ismi vericem, bak yaz bak, anca o kurtarır seni. Ahmet abimin avukatı, adama kıyacaksın parayı. Çeteden de çıkarır olayı, tekerrürden de.” “Zaten iş çeteden çıksın, gerisi dert değil“ dedi beriki. 5 yıl evvel ilk karısını kız kardeşiyle beraber, 3 ay kadar önce de imam nikahlı karısını, yanlarında bir kaç akrabasıyla beraber temizlemiş olanın daha çok yatıp çıkmışlığı vardı. Ağır ağır konuşurken sesinden daha ağırbaşlı ama enerji dolu bir hava seziliyordu : “Bak, ben sana bir akıl vereyim gardaş, avukata falan hiç tenezül etme. Sen oraya avukatla çıktın mı, ne diyecek heyettekiler, bu baştan suçlu diyecek, suçu olmayan avukat tutar mı?“ Konuşmalarının bu noktasında aracın mahkumları askerlerden ayıran iç bölmesinin kapısında zincir şıkırtısı duydular. Dışarıdan döner ekmek kokusu ve asker şakalaşma sesleri geliyordu. Sonunda askerler dönerlerini bitirmiş, sıra onlara gelmişti anlaşılan. Keyifleri yerine geldi, aç ve susuzdular onca saattir. Şivesinden Kürt olduğunu anladıkları bir er göründü sonunda kapıda, elinde döner ekmeklerle. „Elimizi çözmeyecek misin“ diye sordu çete fedaisi ellerine ekmekler tutuşturulurken. „Yoh, böyle yiyeceksin“. Asker Ali’ye ekmeğini verirken tereddüt etti bir an, dışardan yüzbaşının sesiyle geldi kendine. „Versene lan adama ekmeğini, dili yok diye yemekte yemeyecek diil ya.“ Er ters bir hareketle attı Ali’nin önüne ekmeği, amacı bütün bu hareketlerinin sebebini diğer mahkümlara fark ettirmekti. Kısa bir süre sonra yemek faslı bitmiş, araç yola çıkmıştı. Hırsız cebinden çıkardığı uzun ve eğilmiş Marlboro’dan bir tanesini fedaiye uzattı. Katile de tuttu ama o kendi sigarasını çıkardı, ben burdan yakayım gibisinden bir şeyler mırıldanarak. Ali’de bir Samsun çıkardı kendine. Deniz kokusu gelmeye başlamıştı. Ali aracın üstündeki mazgallardan hayatında ilk kez gördüğü Marmara’ya uzandı gözleriyle. Dışardan askerlerin birbirleriyle küfürlü konuşmaları geliyordu. Bir kaç dakikalığına aylardır hasret kaldığı deniz kokusunu kokladı. Uzaklaştı çocukluğunda ve gençlik yıllarında sıklıkla yaptığı gibi insanların gaddar dünyasından. Ses-siz-lik. Kendi zihninin içinde varolmak. Bir bardakta çay olsaydı şimdi... Acaba o askerin yaptıkları başına bir dert açacak mıydı? En iyisi tam aptalı oynamaktı. Bir süredir sardıracak bir yerler arayan fedai Ali’nin yerine oturmasıyla vaktinin geldiğini fark etti. „Kardeş, sen nerelisin sesin hiç çıkmıyor.“ dedi. Ali mimikleriyle bir cevap vermeye çalışmanın tehlikesinin farkındaydı, adamın birşey anlamazcasına yüzüne baktı, yüzüne hiçbir anlam yüklemeden. Fedai bir şeyler söylemesi için ısrar etti. Sonunda beklenmedik bir anda beline okkalı bir tekme indirdi Ali’nin. Yüzünde bir acı ifadesi okundu ama sesi çıkmadı, çıkamazdı zaten Ali’nin. Fedai hiçbir ses çıkmamasına şaşırmış görünüyordu. Katil tavır koydu yaptığına: „Gardaş, rahat bıraksana Allah’ın dilsizini, ne vuruyorsun?“ Fedai sinirlenerek ayağa fırladı: „Yok, ağa, hiç acıma bu şerefsize, bak, bal gibi anlıyor herşeyi de aptala yatıyor. Dilsiz olduğuna bile inanmıyorum, ama eğer dilsizse bile bunun öyle bir suçu var ki, bak Kürdün bir yüzüne tükürmediği kaldı.“ Güçlükle arka cebinden cezaevi kimliğini çıkardı. „Bak,“ dedi Ali’ye, „bu kimlikte benim adım yazıyor, baba adım ve suçum: Yaralama, müessir fiil. Bizde dürüstlük var, Allah’ın izniyle, mertlik var. Sana da bundan vermiş olmaları lazım, çıkar kimliğini ortaya, bakalım ne yazıyor seninkinde.“ Ali, kapana kısılmıştı. Anlamaz gözlerle bakmaya devam etmesinin bir faydası yoktu. Omuzlarıyla yok, kimliğim yok, gibi bir hareket yapmaya çalıştı, ama bu onu daha da güç duruma soktu. Fedai sesini daha da yükseltti: „Bak, sıkıya gelince nasıl da anlıyorsun ne dediğimi. Cezaevi kimliğin yok öyle mi?“ Ali çaresiz aynı hareketi tekrarladı. Belki inanırlardı gerçekten olmadığına. Fedai çevik bir hareketle bacağıyla onu köşeye sıkıştırdı, ellerini aşağıya bastırdı. Elleriyle pantolonunun ceplerine ulaşmaya çalışıyor, Ali’de sırtını geriye doğru iterek genç adamın elinden kurtulmaya çalışıyordu. O anda ortamın en hızlısı, hırsız, tek elini zincirden kurtarmış, Ali’nin pantolon cebine sokmuştu bile. Bir anda elinde kimlikle belirdi. „Vay o...çocuğu.“ Fedai ve katile gösterdi keşfini. Hepsi birden ümüğünü sıkmak için atıldılar Ali’nin üstüne. Dış kabinde Kürt er içerden gelen sesleri bastırmak ve diğerlerinin dikkatini dağıtmak için erlerden birinin şapkasını kapmış, aracın bir o yanına bir bu yanına şapkayla „pof“ sesleri çıkartacak şekilde vuruyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Var Samsa, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |