Mektubum sanırım fazla uzun oldu, çünkü daha kısa yazmak için yeterince vaktim yoktu. -Pascal |
|
||||||||||
|
Avuçlarında, gelincik tarlaları saklayan sabahlar gibiydiniz siz. Gündoğumu serinliği gibi... Kulaklarıma demirleyen sözleriniz gibi... “Sabah kalktığımızda ikimiz de aynı güneşe bakıyor olacağız. Benim gözlerimdeki ışık senin odanı, senin gözlerindeki de benim odamı aydınlatıyor olacak; kim demiş birbirimizi göremediğimizi.” Gelincik tarlasının ortasında, gözlerinde gökyüzü taşıyan bir çocuk gibiydiniz. Kâh mavi, kâh bulutlu... “Sen hiç büyümeyeceksin”, deyişlerime gülümserdiniz. Gülümserdiniz; gözleriniz yağmur yüklüyken de, göçmen kuşları ağırlarken de... “Ve gözlerin gelir geçer içimden Su içerken, Sen sokulurken akşam kızıllığına, Ekmeği bölerken...” (İ. Sadri) Hiçbir zaman bilemedim, ben o göçmen kuşlarından mıydım gözlerinizin, tek mevsimlik bakışlarında. Yoksa? ... Sizi izlerken içimden hep bir şarkı mırıldanıyorum, bilmezsiniz. Gözlerimin önünden bir porte geçiyor ve notalar... Gözleriniz portedeki ‘es’ler. Bir vuruşluk duraksama gerekiyor. Eski kırk beşlikler vardı satırlarımda, sizi izlerken. Öyle ya; fonda bir müzik gerek madem... Olacaksa Yeşilçam’dan olsun, değil mi ya! Benim, heyecandan terleyen parmaklarımı saklayacak yer aradığımdı; şarkılar. Dilimin söylemeye varamadıklarıydı... Siz gökyüzü gibi baktığınız zamanlarda, kaçacak yer aramalarımdı, utancımdan. Yıldız kaydığında, tuttuğum dileği size söyleyemediğimdi o şarkılar. Benim bahçemin tüm açık hava sinemaları kapanır gün gelir de... Kapanır perde, eğer bir gün Türkan Sultan’ın gözleri yaşlarla kapanırsa ve Cüneyt Abi unutmuşsa artık o ezgiyi; “Ne emelim, ne arzum, kalmasa tek umudum Erisem yudum yudum, yine seni seveceğim...” Süheyl Denizci orkestrası sus pus olduğunda... Ve siz hiçbir zaman bilemediniz; yokluklarınızda, göz kapaklarıma iğneler batırılmış gibi ağladığımı. Gözyaşımın tuzunda, adını sanını bilmediğim bakışınızın tadını sakladığımı... Yalan değil, aradım sizi... Cebeci’nin arka mahallelerinde, sıcak ekmek kokan bir sokak aradım. Sordum; bilen duyan yok mu, diye. Bakıp suratıma; bir varmış- bir yokmuş, dediler. İnanmadım onlara. Samanpazarı’nda iğne oyaları aradım... Yaz-malardan geriye, yalnız oyala-malar kaldı, dediler. Onlara da inanmadım. İşte böyle zordur iki lafı bir araya getiremeyen bir kızı anlamaya çalışmak, diyordum. Vishnu Juggernaut’un yazdıklarını okudum sonra... “Bağıra, bağıra türkü söyledim. Makarnaları ‘Y’ olacak şekilde dizdim raflara. Kimse bilmedi, kimseye söylemedim senden başka...” Vishnu Juggernaut’un dediklerine inandım ben de. Fonda Metin Bukey orkestrasının çaldığı şarkıya inandım biraz da; “Sen kalbimin mehtabısın güneşisin Sen ömrümün vazgeçilmez bir eşisin...” ...ve perde! “- Nejat, burada, odamda ne işin var - ... - Burada ne arıyorsun Nejat? - Burada ne aradığımı bilmiyorum, yalnız mahvolduğumun ve manen öldüğümün farkındayım... Seni seviyorum, Zülal”. Siz benim karşıma çıkan en devrik cümleydiniz belki de... Peşiniz sıra aklımın tüm cümle âlemini devirip geçtiniz. İşte böyle kolaydır, kelimelere ihtiyaç duymadığını bilen bir kızı anlamak, diyordunuz. Mülteci mısralarınız geldi bana kadar: “Yarın, anılarım olduğunda, aklında senden de parçalar olsun benim hayatımda.” Bundandır bana anlatmanız; kola kapağıyla minyatür kale maç yaptığınızı... İlkokuldan kalma tüm hünerlerinizle duvarlara papatya çizdiğinizi. “elimden tut yoksa düşeceğim yoksa bir bir yıldızlar düşecek eğer şairsem beni tanırsan yağmurdan korktuğumu bilirsen gözlerim aklına gelirse...” (A. İlhan) Fotoğraflarda güldüğünüz pek az olsa bile, gülmeye hep bir adım yakındır sesiniz; gülünce yabancı durmasın kulaklarda diye. Ne yazıyordu fotoğrafın arkasında? “Ben sadece şehirlerin değil, insanların da renginin olduğuna inanıyorum. Mesela ‘sen’ deyince; önce beyaz geliyor aklıma, sonra yeşil, pembe ve mavi. Sonra, bu renklerin hepsi karışıp kahverengi oluyor, gözlerinden ‘sen’ oluyorsun. Sonra gülüyorsun... Ellerim hafifliyor, kendimi bile unutuyorum” Olacak iş değildi! Bizden olsa olsa iki şair eskizi olurdu. “... Yağmur, belki gözlerimden aldın ıslaklığını... Belki de düşlerimden çaldın rengini... Bırak göğsüne yaslanıp uyuyakalayım...” Hiç büyümeyeceksin sen, dediğime bakmayınız. Siz, Barış Abi'nin "adam olacak çocuk"larındansınız. Nerde olursanız olun sabah kalkınca, aynı güneşe bakıyor olacağız... Ve ben sizi avucunda gelincik tarlaları saklayan sabahlar gibi hatırlayacağım her zaman. “Akşamsa eylül'se ıslanmışsam beni görsen belki anlayamazsın içlenir gizli gizli ağlarsın eğer ben yalnızsam yanılmışsam elimden tut yoksa düşeceğim” (A. İlhan) SON Ve film burada kopar. Ama fonda hala bir şeyler vardır; Suavi’den yalı çapkını... ...Cam kırığı gibi doldun içime Cam kırığı gibi doldun içime Cam kırığı gibi doldun içime... (Eylül, 2005, Ankara)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yasemin Cankaya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |