Şiir, tarihten daha felsefidir ve daha yüksekte durur. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Ayak sesleri ile açtı gözlerini sabaha… Sabahın ilk ışıkları ile uyanan harabe takatsiz karşılıyordu yeni doğan günü. Bir kevgiri andıran duvarlardan sızan güneş ışıkları sanki hayatın parçalanmışlığını hatırlatıyordu mülteci yüreklere. Mülteci oluşları yaşadıkları topraklara sığıntı oluşlarından değildi elbet. Onlar acılara, kana, gözyaşına, ölüme sığınmıştı. Onlar ölümün mültecileriydi. Ona sığınmak için pasaport falan gerekmiyordu. İsteyen herkese kucak açacak kadar cömertti ölüm. Hatta istemeyenlere bile… Gözleri annesini aradı. Karşıdaki kuyudan su çektiğini gördü. Derinden bir oh çekti. Elleriyle gözlerini ovuşturarak güneşe bakmayı denedi. Gözleri kamaştı. Ortalık olabildiğince sessizdi. Hiç kimse bu sessizliğe alışkın değildi. Hele çocuklar doğdukları günden beri top sesleri, tank gıcırtıları ve bağrışan, kaçan, ve acı çeken insanların sesleri ile tanımışlardı hayatı. Hayatın başka bir yüzü yoktu onlar için. Tek boyutluluk hakim sürüyordu bu topraklarda. Kan, gözyaşı ve ölüm. Doğdukları için cezalandırıldıklarını düşünüyordu birçoğu. İnsan böyle bir hayatı yaşamak için niçin doğmak istesindi. Ya da bu şekilde yaşamaya hangi yürek dayanabilirdi. Büyükleri geçmiş zamanlarda yaşanmış çok farklı zamanlardan bahsetseler de onlara hiç inandırıcı gelmiyordu. Annesinin kuyudan aldığı suyla yüzünü yıkadı. Karnı acıkmıştı ama annesinden yiyecek bir şeyler isteyemezdi. Vakit çok erkendi. Bu saatte yemek yerse kısa zamanda acıkacaktı. Kuşluk vaktini beklemeliydi. Birkaç gündür diğer taraftan ses gelmiyordu. Aslında bu sevindirici bir durum gibi görünse de hiç hayra alamet değildi. Mutlaka bir şeyler olacaktı. Acıyı çekmek, acıyı beklemekten daha zor diye düşündü. İleride bir kalabalığın toplandığını gördü. Onlara doğru yürüdü. Mahallenin ileri gelenleri toplanmış bir şeyler konuşuyordu. Ne konuştuklarını tahmin etmesine rağmen yine de merak etti. Burada o kadar sıradan bir hayat yaşıyorlardı ki en küçük farklılıklar bile dikkat çekiyordu. Abdullah’ın sesini duydu ilkin. Hararetle bir şeyler anlatıyor, herkes dikkatle dinliyordu. - Boş boş oturup ne yapacaklarını beklemek canımı sıkıyor. Onlar gelmiyorsa biz gidelim. Beklemedikleri bir anda onları kalbinden vuralım. Yaşlılardan biri: - Oğlum biraz sakin ol. Bu boşluktan biz de faydalanıyoruz. Hem biraz dinlenmiş oluyoruz hem de ne yapacağımızı düşünmeye fırsat buluyoruz. - Osman Amca ne kadar bekleseler beklesinler bizim yapabileceğimiz çok şey yok. Tek silahımız var o da ölüm. Ben hazırım. Birkaç gönüllü daha çıksın ve onları ummadıkları bir zamanda vuralım. - Oğlum biliyorsun, ben senin yapmak istediğini çok doğru bulmuyorum. İçinizde benden yaşlısı yok herhalde. Bize yapılan zulümden en fazla nasibi alanlardan biriyim. Yaşım bu topraklardaki zulmün yaşı… Ama onlara onlar gibi karşılık vermeyi doğru bulmuyorum. Bu bana sanki haklı mücadelemize gölge düşürecekmiş gibi geliyor. Yüreğim böyle bir harekete onay vermiyor. Gel biraz daha düşün. Önünde belki uzun yıllar olacak. - Sen bu anlattıklarına inanabiliyor musun ihtiyar. Bizim geleceğimiz yok anlasana artık. Yıllarca bizi bu hikayelerle avuttunuz. Çocukken rüyalarımda başka başka hayatlar yaşıyordum. Ama onların üzerimize yağdırdığı bombalar böldü rüyalarımı… Anlıyor musun ihtiyar. Onlar bomba atarken. Üzerimize tankları sürerken çoluk çocuk demediler. Vurdular… Parçaladılar… Tankların altında lime lime ezdiler. Ağlamadım hiçbirisinin ardından. Babamı mezarını acıya alışsınlar diye ellerimle kazıdım. Ellerimle örttüm üzerini. İntikamın sıcaklığını duymasam yüreğimde yaşayamazdım anlıyor musun yaşayamazdım. Şimdi sen bütün geleceğimi elimden almak istiyorsun. Benim intikamdan başka bir geleceğim yok. Sen bekle. Belki bir gün bu insanlar size sizden aldığını geri verir. Ama beni durdurmaya çalışma. Hiç kimse gelmese bile ben gideceğim. - Bu nasıl intikammış oğul. Senin babanı öldürenler, kardeşinin üzerine tank sürenler, sevdiğinin ırzına geçenler nerede onlar. Onlardan nasıl intikam alacaksın. Kim bilir nerede çekeceksin hayatının pimini… Kimleri öldüreceksin. Öldürdüklerinin içersinde belki çocuklar olacak, ya da kadınlar… Bugün mutlaka intikam alacaksan tankları üzerine sürenlerle, sana kurşun sıkanlarla, kadınlarının ırzına geçenlerle hesaplaş. Onların yaptıkları bu zulümler senin mücadeleni haklı kılıyor. Sen onun için tüm inancınla sarılıyorsun sapan taşlarına. Ama düşündüğün yaparsan birileri için de mücadele meşruiyet kazanacak. Onların hiçbir zaman haklı olmalarını istemiyorsak bu intiharlardan vazgeçmeliyiz. - Hayır, Asla! Onların hepsi, çoluğu çocuğu benim topraklarımda yaşıyorlar. Benim havamı teneffüs ediyorlar. Benim topraklarımda şehirler kuruyorlar. Ben bir virane de yaşıyorum, onlar lüks içerisinde sefa sürüyorlar. Adalet bunun neresinde. Öğle olmak üzere ben hala ağzıma bir lokma koymuş değilim. Onların yediği önünde yemedikleri arkalarında. Ben yaşayamıyorsam onlar da yaşamamalı. Abdullah kalabalığı yararak ilerlemeye başladı. Kalabalık birbirine bakmaya cesaret edemiyordu. Hiç kimse korktuklarını bilsin istemiyorlardı. Evet Abdullah’ın dedikleri doğruydu ama Osman Amca’da haklıydı. Sonra öyle ya da böyle yaşıyorlardı işte. En kötü yaşamak bile öyle kolay kolay vazgeçilebilecek bir şey değildi. Hasan Abdullah’ın peşinden yürümeye başladı. Yürürken bir taraftan da annesine bakıyordu. Annesi olanlardan ve olacaklardan habersiz ocağın altını yakıyordu. Hasan Abdullah’a seslendi. - Bekle ben de geliyorum - Acele et - Tamam tamam patladın mı. Neye acele ediyorsun. - Geç kalmadan sınıra varmalıyız. Ne yapacaksak ortalık kalabalıkken yapalım ki bir işe yarasın. - Bombalar nerde - Gel ikimize yetecek kadarını kayalıklara saklamıştım. - Üzerimize yerleştirebilecek misin. Sonra hiçbir işe yaramadan gitmeyelim. - Gidenleri birkaç defa izledim. Nasıl yapılacağını biliyorum. , Kayalıklara doğru yürüdüler. Hasan Abdullah’a yetişmekte zorluk çekiyordu. Karnı da iyice acıkmıştı. Kayalıklara vardıklarında biraz dinlendiler. Abdullah ilk önce onunkileri yerleştirdi sonra kendininkileri. Gün ağarmadan sınıra vardılar. Hasan hiçbir şey bilmediği için sadece onu takip ediyor ne diyorsa yapıyordu. Gece iyice karadıktan sonra şehre girdiler. Ortalık çok kalabalıktı. - Abdullah nereye gidiyoruz, bana da söylesene - İlerde büyük bir lokanta var. Seni oraya bırakacağım. Ben bir otele gideceğim. - İkimiz aynı yere gitsek olmaz mı. - Olmaz. Korkmana gerek yok. Say ki onlar tanklarıyla gelmiş senin üzerinde geçmişler, ya da seni kurşuna dizmişler. O zaman sen öldüğünle kalacaksın. Şimdi de öleceksin ama iyi yer tutarsan onlardan birkaçını da yanında getireceksin. İçeriye girince kalabalık bir yere otur. Güzelce karnını doyur. Etrafının en kalabalık olduğu bir anda çek pimi. Hasan bu işin bu kadar zor olacağını düşünmemişti. Zaman yaklaştıkça korkusu artıyordu ama bunu Abdullah’a göstermek istemiyordu. Köydekilerin onun korktuğunu anlayamayacaklarından emin olsa hemen geri dönecekti. Varsın Abdullah nereye gider, ne yaparsa yapsın diye düşünüyordu. Ama bu saatten sonra geri dönmesi o insanlarla yaşaması mümkün değildi. Terden sırılsıklam olmuştu. Bacakları titriyordu. Biraz daha yürüdükten sonra Abdullah durdu. Gözleriyle soldaki lokantayı işaret etti. Beklemeden yürümeye devam etti. Lokantanın önünde dondu kaldı. Ne yapması gerektiği konusunda hiçbir fikri yoktu. Bir an geri dönmek geldi içinden. Geriye döndü, vazgeçti. Fazla dikkat çekmemek için hızla içeri girdi. Gözleriyle içerdekileri süzdü. Masaların tıka basa dolu olduğu arka tarafa doğru yavaşça yürüdü. Kenardaki masaya oturdu. Korkudan ayakları titiriyordu. Neredeyse yere düşecekti. Hızla kendini sandalyenin üzerine attı. Etrafındakilerin gözlerinin üzerinde olduğunu düşünüyor hareketlerine dikkat etmeye çalışıyordu. Bu düşünce onu geriyor, vücudu kaskatı halde üzerindekileri fark edeceklerini düşünerek ölesiye korkuyordu. Garsona siparişi verdikten sonra biraz su içti. Karnı aç olduğu için su midesini bulandırdı. Kusacak gibi oldu. Masadaki peçete ile ağzını kapadı. Yutkundu. Etrafındakileri çaktırmadan süzmeye başladı. Yaklaşık on beş kişi vardı etrafındaki maslarda. Dört kadın, dört çocuk ve yedi erkek… Herkes masasıyla ilgileniyor, onun zannettiği gibi hiç kimse onunla ilgilenmiyordu. Birazcık rahatladı. Gözleri yan masadaki çocuğa takıldı. Elindeki çatalla oynuyor, annesine bir şeyler anlatıyordu. Gözleri o kadar güzeldi ki daha fazla bakamadı. Biliyordu ki bu insanlara ne kadar çok aşina olursa işi o kadar zorlaşacaktı. Onun yaşadığı yerlerde hiçbir zaman bu kadar güzel gülen gözlerle bakamazdı çocuklar hayata. Onların gözlerine ölümün gölgesi düşerdi. Bu karşılaştırma bir an için cesaretini artırdı ve yapacağı işin doğruluğuna inandı. Garson yemeğini önüne doğru sürdü. Başka bir şey istemediğini söyleyince sessizce çekildi. İştahla yemeğini yemeye başladı. Yerken gözleri karşı masaya takılıyor çocuğun sempatik hareketleri, annesinin çocuğun saçlarını okşarken gözlerinde beliren sevgi onu rahatsız ediyordu. Nasıl yapacaktı. Nasıl kıyacaktı canına. Buradaki insanlar acaba kendileri hakkında neler düşünüyordu. Annesi geldi aklına birden. Gittiğini öğrenince ne kadar da ağlamıştır diye düşündü. Ama bu bir gün öyle ya da böyle olacaktı. En azından annesinin ölümünü görmeyecekti. Artık tanklar üzerine yürümeyecek, kurşunlar bir gölge gibi onu takip etmeyecekti. Bu hayat burada sona erecekti. Belki öteki dünyada… Zaman yaklaştıkça yemeği uzatıyor o korkunç anın hiç gelmemesine çalışıyordu. Ne kadar uzayabilirdi ki… Yemek bitmeye yaklaştıkça kalp atışları hızlanıyor, dizlerinin bağı çözülüyordu. Bu insanlar ölmeyi hak etmiş miydiler. Ya içlerinde bu zulme karşı çıkanlar varsa. Ya şu kadınlar ve çocuklar… Onların günahı neydi. Bu savaş bu şekilde nereye kadar sürecekti. Bu masum insanlar neden kana susamış insanların günahını çekecekti. Derin bir of çekti içinden. O kadar gerilmişti ki bir an koşarak lokantadan çıkmak istedi. Yapamayacaktı. Yaparsa onlardan ne farkı kalırdı ki. Karşı masadaki çocuk ona doğru gülümsüyordu. - Hayır, hayır yapamayacağım. Tanrım, sen bana akıl ver. Sen beni kurtar. Yemeği bitmişti. Biran önce ne yapacağına karar vermeliydi. Yoksa ondan şüphelenebilirlerdi. O zaman mutlaka öldürürlerdi onu. Gözlerini kapadı. Her yer kandı. Etrafta ceset parçaları vardı. Birden kendi vücudunun parçalarını fark etti etrafta. Kolları üzerine üzerine geliyor, boğazını sıkıyordu. Birden yan tarafında karşı masadaki çocuğun parçalanmış cesedini fark etti. Yüzü ona dönüktü. Gözleri hala açıktı ve ona gülüyor gibiydi. O kadar korktu ki bağırmaya başladı. O anda büyük bir gürültüyle otel havaya uçtu. Biranda korkudan ne yapacağını şaşırdı. Elleri beline gitti. Ve pimi çekti… Fatih Yalçın
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © FATİH YALÇIN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |