Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
İlk adımını attı yeni hayatına. Şehre doğru yürümeye başladı. O kadar mutlu hissediyordu ki kendini, yaşı elverseydi oynayarak, zıplayarak, koşarak atacaktı kendisini şehrin kucağına. Daha önceleri de yalnız başına yürümüştü bu yollarda. Ama yalnız da olsa ablasının bu şehirdeki varlığı hep yanındaydı. Öyle ki böyle zamanlarında bedeninin yere düşürdüğü gölgenin kendisine mi, yoksa ablasına mı ait olduğu konusunda tereddüt yaşardı. Bu gerçek onu sürekli kontrol eden ikinci bir vicdan gibi yaşıyordu hayatında. Kendi varoluşunu şüpheye düşürebilecek kadar güçlü bir gerçekti ikinci vicdanı. Ki bütün kararlarını ablası karışmasa bile bu ikinci vicdanın onayından geçirerek vermişti. Aslında, ablası öyle çok otoriter falan da değildi. Sonra araları da iyiydi. Onunkisi sadece, kendi varlığını fark etme ve fark ettirme isteğinin verdiği bir heyecandı. O güne kadar kendisinden önce hep o vardı. Bütün arkadaşlıkları onunla ilişkisinin belirlediği bir çerçevede oluşuyordu. Aynı okulda okudukları için öğretmenleri bile ona ilk sorularını ablasıyla ilgili olarak sormuştu. Birçok defa yaptığı küçük haylazlıklardan dolayı onu ablasıyla kıyaslamışlar, onun gibi başarılı ve saygılı olması gerektiği konusunda onu uyarmışlardı. Kendisi de onun gibi başarılı olmak istiyordu ama ablasının ona emanet ettiği gömlek onun için birkaç beden büyüktü. Bu durum onu bazen çalışmaya itiyor bazen de başaramayacağını düşünerek her şeyi bırakmasına sebep oluyordu. Her şey ablasının bu şehirdeki bir yatılı okula kayıt yaptırması ile başlamıştı. Ablasının köyden ayrılışı onu çok üzmüştü. Kendi evinde, ailesinin yanında olması bile onu mutlu etmemişti. O yıl okuldaki tek amacı biran önce diplomayı alıp şehirdeki okula gitmekti. Bir yıl sonra babası onu da ablasının okuluna yatılı olarak kaydetti. İlk zamanlar bu birliktelik onu çok mutlu etmişti. Bir an bile ablasından ayrılmak istemiyordu. Öyle ki okul müdürünün onu farklı bir koğuşa vermesine kızmış, kendi koğuşunu yalnızca yatmak için – bazen ablasıyla aynı yatakta yattığı da olurdu.- kullanmaya başlamıştı. Sınıfından hiç arkadaşı yoktu. Buna gereksinim bile duymuyordu. Teneffüsler de bile doğruca onun sınıfına doğru koşuyordu. İkinci sınıfın sonuna kadar bu durum böyle devam etti. Ne zaman ki ablası üniversite sınavlarına yoğun bir şekilde çalışmaya başladı; o zaman onun çalıştığı saatlerde kendini yalnız hissetmeye başladı. İlk zamanlar bu durumu ablasını çok sevmesine bağladı. Ama bu mazeret ona yeterli gelmemeye başladı. O ablası olmadan hiçbir şeydi bu şehirde. Ya arkadaşları… Kendisine ait hiçbir arkadaşı yoktu ki. Bütün her şeyini onunla paylaşmıştı. Arkadaşlarını bile. Bu paylaşım tek taraflıydı. Paylaşılacak olan neyse o ablasına aitti. O sadece ona ait olana ortak oluyordu. İlk zamanlar yeni arkadaşlıklar kurmaya çalıştı. Olmadı. Arkadaşlık kurmaya çalıştığı herkes ona mesafeli duruyor, tedirgin tavırlar sergiliyordu. İki yıldır çok yakınında olmalarına rağmen, onların arkadaşlıklarına ihtiyaç duymayan birinin bu kadar zaman sonra ki ilk adımları onları tedirgin ediyordu. Ki haklıydılar da. Bu güne kadar onları önemsemeyen birinin bu tavırları ne kadar güven verebilirdi. Güvenin olmadığı yerde arkadaşlığın, dostluğun olması da mümkün değildi. Bu ilk çırpınışlardan sonra bu şehirde kendi hayatını kurabilmesi, kendi ayakları üzerinde durabilmesi için ablasının buradan gitmesi gerektiği sonucuna vardı. İşte o gün gelmişti. Artık ablası yoktu. Yol boyu ilerledikçe heyecanı azalıyor, içini bir tedirginlik kaplıyordu. Bu tedirginlik o kadar arttı ki kendini ilk gördüğü pastaneden içeriye attı. Boş bir masaya oturdu. Bir süre sonra garsonun ona yaklaştığını gördü. - “Arzu Hanım ne alırdınız?” dedi. Garsonun ismini söylediğini duyunca çok şaşırdı. İsmini nerden biliyordu ki… Garsonun yüzüne bakınca tanır gibi oldu ama çıkaramadı. - “Dondurma ve kola” dedi yutkunarak. Kafasını yukarı kaldırarak etrafını süzdü. Duvarlar, masalar, yerdeki halı, duvardaki resimler ve şiirler her şey ona tanıdık geldi. Ama bir türlü bu aşinalığa bir anlam veremiyordu. Buraya daha önce hiç gelmemişti ki… Bunalmıştı. Terlemeye başladı. paltosunu çıkararak duvardaki askılığa astı. Acaba başka bir yere mi benzetiyorum diye geçirdi içinden. Tabi tabi mutlaka başka bir yere benzetiyorum dedi kendi kendine. Ya garson! O ismini nereden biliyordu. Bu çocukla daha önce tanışmış mıydı acaba. Yoksa okuldan biri miydi. Yok. Okuldan olsa mutlaka tanırdı. Kesin onu tanıdığı birine benzetmişti. Derin bir of çekti. Başı ağrımaya başlamıştı. Garson elinde dondurma ve kola onun masasına doğru yaklaşıyordu. Onu iyice süzdü. Yine çıkaramadı. Garson yine samimi bir hava içerisindeydi. - “Başka bir şey alır mıydınız?” diye sordu. - “Yo hayır” dedi kekeleyerek. Bir kaşık dondurmayı ağzına attı. O kadar soğuk geldi ki bir an donacağını zannetti. Sanki içerisi bir yangın yeriydi ve kocaman bir buz kütlesi bu yangının orta yerine düşüvermişti. Elleri titremeye başladı. Kaşık parmaklarının arasından sıyrılarak gürültüyle masanın üzerine düştü. Pastanedeki bütün gözler ona çevrildi. Başını öne doğru eğdi. Garson ona doğru yaklaştı. - “Arzu hanım bir sorun mu var?” diye sordu. - “Yok dedi gözlerini saklayarak. Hiçbir sorun yok.” Garsonun gitmesini bekledi. Başını kaldırdığında garson hala ordaydı. Garson saatlerdir başında bekliyormuş gibi geldi ona. Sessizce: - “Hesabı getirir misin?” dedi. - “ Tabi. Yalnız bir şey sorabilir miyim? Ablanız nerede? Buraya hiç yalnız gelmemiştiniz de…” Dayanamadı. Gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Bütün gözlerin merakla onu seyrediyor olması umurunda bile değildi. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Hiç kimse onu teselli etmeye cesaret edemiyordu. - “Abla nerdesin” dedi kendi kendine “abla nerdesin!” Kimse duymadı ama sanki ses dağlar da yankılandı. Yankılandı da yine ona döndü. - Abla nerdesin! Masadan bir peçete alarak gözlerini sildi. Ayağa kalktı. Montunu giydikten sonra kasaya doğru yürüdü. Hesabı ödedi. Tam çıkıyordu ki Garsona: - “Gitti!” dedi. Dışarı çıktı. Uzun bir süre caddeye doğru baktı. Evet dedi kendi kendine bu benim şehrim. Bu kaldırımlar benim ayak izlerimle dolu. - Abla ben buradayım, sen nerdesin! Ellerini paltosunun cebine koydu. Emin adımlarla şehre doğru yürümeye başladı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © FATİH YALÇIN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |