"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Otobüs Toroslar’ın eteklerinden kayarken, deniz dayanılmaz şehvetli tenini göstermeye başlamıştı bile. Çevresine bakındı; diğer yolcuların hiçbiri içeri arsızca dalan güneşten kaçmadan dikizliyordu etrafı. Bir an tereddüt etti. Güneş gözlüğü güneyde ne anlama geliyordu ki? Kasabada dolaşsa kara gözlüklerle, herkes onu “ turist tansiyoncu” diye çağırıyordu. Sanki otobüste “Lütfen dikkat! Sayın yolcularımız, otobüsümüzde güneşe derin saygı duyulduğundan güneş gözlüklerinin kullanılmaması rica olunur.” diye bir anons yapılmıştı da yolcular bu yüzden takmıyordu bu mereti. Olsundu, nasıl olsa kimse tanımıyordu burada kendisini. Otobüs terminale gelince etrafta ne kadar çok turist olduğunu fark etti. Acaba kendisi mi daha turistti, yoksa bu onlarca yabancı mı diye düşündü. Bu uzun yolculuğun ardından daha önce hiç bulunmadığı bir yere ulaşmak o kadar zor geliyordu ki, aynı otobüse atlayıp geri dönmek istedi bir süre. Etrafta hemen herkes kısa kollular ve şortlar giymiş ve üşümüyordu da, şu karşısında duran iki ecnebi neden birbirlerine üşüyormuşçasına sarılmışlardı. Bir de utanmadan herkesin ortasında birbirlerinin “dişlerini çekiyorlardı”. Bu tabiri Rıza’nın kahvesinde kendisine her Allah’ın günü Bulvar gazetesinin sayfalarında gezinirken tansiyon ölçtüren Hasan Bey’den duymuştu ilk. “Olum patlatacaksın kolumu yahu! Kararınca her şey canım, sen adamın tansiyonunu fırlatmaktan başka ne halt edersin ki zaten!” dese de Hasan Bey, bunlara aldırmaz ve işini yapmaya devam ederdi. Bütün gün bir bir dolaştığı kahveler öfke doluydu. Zarlar, pullar, taşlar, kağıtlar hep hışımla atılır; çay bardakları sanki çok ağırmış gibi elin bütün parmaklarıyla tutulur ve bir yudum çektikten sonra masaya şiddetle vurulur; bozuk paralar bezginlikle çok uzak mesafelerden çay tepsisine doğru fırlatılır; kahvenin kapısı küfürlerin gürültülerini süzemezdi bile. İşin en zor yanı tüm bu velveleye rağmen o kritik anları yakalamak, stetoskopla güm gümlerin kuvvetlenmeye başladığı ve bittiği yeri iyi saptayabilmekti. Eğer başarmışsa bunu, büyük şuydu; küçük şu. Bir tuzlu ayranla limonu bilirdi; bir de sarımsağı söylerdi reçete soranlara. Sigara dumanından camı sararmış saatine baktı. Gece karanlığı bastırmadan otelini bulmalıydı. “ Ötel macestosa çek!” dedi taksiciye yabancı dilini konuşturarak. … Güneşin batışını daha önce hep yarım saati geçmeyen bir işmiş gibi bilirdi. Oysa yanıldığını fark etmişti kumsaldaki günlük ritüele katılan müdavimlerinden. İşte bu yüzdendi belki gün batımını ufuktaki kızıllığa doğru bir kuğu sessizliğinde yüzerken seyreder oluşu. Artık güneş izleyenleri selamlıyor; perde yavaş yavaş kapanıyordu. Bir an arkadan bir yerden hayatında duyduğu en güzel ses,ona bir şeyler mırıldadı. Hemen sesin geldiği yöne doğru güçlükle çevirmeye çalıştı kendini. Gözlerinin ancak ucuyla yakalayabildiği belli belirsiz yüz ifadesi, bu sesin sahibini görene dek o anda hayalinde resmettiğine çok benziyordu. Bir an yüzmeyi bırakmış olduğunu fark etti; şaşkındı. Hangi dilde, nasıl bir anlama geliyordu bu duydukları… Anlamı kesinlikle tınısındaydı. İyi ki de anlamamıştı belki; bu kısa zamana sığan seslerin kendisinde oluşturduğu anlam olasılıkları o kadar uzundu ki… Hayat da bu yüzden insanların bilmediği bir dille yazılmış olmalıydı. Bunun farkına vardığında ayakları dibe çoktan değmişti. Buğulu gözleriyle nefes almaya çalıştı. Onlar da olmasa topuklarından gömülmüş bir deniz ibiği gibiydi. Tepesinde bir karartı gördü ve uzaklaşıyordu koşar adımlarla. O an derin bir korkuya kapıldı, fırlattı kendini yüzeye. Kadın sahile doğru yüzüyordu. Peşinden takip etti hızla. Gören de yüzmeyi on gündür değil, on yıldır biliyor zannederdi. Sonunda bir genç adamla el ele tutuşup kayalıklara tırmandı kadın. … Gece yastığına açtı gönlünü kasabadaki tek katlı evinde çok zamanlar yaptığı gibi. Sağına döndü, kimse dinlemedi. Bu sefer soluna döndü ve “Keşke…” dedi, “ondan kalan bir şeyim olsaydı.” Biraz sonra kulağının derinliklerinden tatlı bir sancıyla tıkırtılar geldi. Yastığına Heredotos’un tarih kitaplarına bile alamadığı kaçamak aşkların ve o sesin şahidi birkaç damla Akdeniz aktı. 18/03/2006 Kastamonu
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Çağrı Küçükyıldız, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |