"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Zavallı babam, bir tek işçi maaşıyla toplam 10 nüfusa bakma gibi büyük bir yükü omzuna almıştı. Kardeşlerimle birlikte, 10 lirayı bulan günlük harçlığımız vardı. Bazı günler babam bana bir lira verirdi ve işte o gün kendimi zengin sayardım. 50 kuruşla yetinmemekten midir, yoksa boş durmayı sevmemden midir bilmiyorum, hiç kimseye sormadan çalışma kararı almıştım. O zaman ilk aklıma gelen çaycılık yapmaktı. Hiçbir tecrübem yoktu ama kendime güvenim tamdı. Benim için önemli olan güvendi. Eğer bir insanda güven varsa yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığına inanıyordum. Başladığım bir işi bitirmek, hem de alnımın akıyla bitirmek için istek duymalı, hem güven ve hem de o azmi kendinde bulmalıydın. Öyle olmak gerekliliğine inandırmıştım kendimi. Bunları söyleyince koca bir adam olduğumu sanmayın. Ancak koca adam gibi düşünmeyi, koca adam gibi davranmayı yeğlemiştim hep. Çokta çocukluk yaşadığım söylenemez. Daha çok büyük gibi düşünür, büyük gibi karar vermeyi severdim. Yaşıtlarım arasında bile bana farklı bir bakış açısıyla yaklaşırlardı. Büyüklerim benimle sohbet edecek kadar büyüktüm yani… Çalışmalıydım, hiç kimseye muhtaç olmamalı, hatta babama yardım etmeliydim. Onun bana mecburen verdiği elli kuruşun yerine, ben ona 20 lira, 30 lira, hatta daha fazla vermeliydim. Bu duygularla iş aramaya başladım. Çok da yorulmam gerekmedi. Kap Caminin yanında, genellikle yaşlı insanların geldiği bir çay evi vardı. İlginçtir ama çay evinin bir adı yoktu. Orası onu işleten adamın adıyla meşhurdu. “Şah Hüseyin’in Çay Ocağı” derlerdi. Büyük bir avlusu olan çay ocağına girdim. Çay ocağının avlusunun dışında üç odadan ibaret kapalı bir bölmesi de vardı. Birisi odunluk olarak kullanılıyor. Bir odası soğuk ve yağışlı havalarda yaşlı müşterilerin bir arada bulunduğu ve aynı zamanda ocak olarak da kullanılan bölümdü. Diğer oda ise genellikle gençlerin bir arada oturup sohbet ettikleri yer olarak seçilmişti. Çay ocağının önceden büyükçe bir ev olduğu hemencecik göze çarpıyordu. Avlusunda bir yükselti vardı, sanki sahne olarak düşünülmüş gibi. Ocağında aynı yerde bulunduğu yaşlı amcaların odasına girdim. İçeride bulunan tahta kürsülerde birkaç müşteri vardı ama çay ocağında garson yoktu. Allah’ın işine bak ki, Şah Hüseyin amca da yeni garsonsuz kalmıştı. Yaşlı bir amcaydı. Zayıf, beli hafif bükük, yüzü güleçti ve beyaz kaşları tipine göre çok kalındı. Bembeyaz saçları pek azdı. Bana ne istediğimi sordu. Belki de “Bu çocuğun burada ne işi var?” diye düşünmüştür. “İşçi lazım mı amca?” sözü ağzımdan sanki benden habersiz çıkmıştı. “Çay yapıp, dağıtabilir misin?” sorusuna “evet” demek zorundaydım. Bu işe ihtiyacım vardı. “Okula gidiyor musun?” sorusuna “evet, sabahçıyım. Öğleden sonra ve akşamları çalışırım. Hafta sonları da gelirim” diye cevap verdim. Yaşlı ustamın uzattığı siyah üç cepli önlüğü kemerimin üzerine taktım. İşi almıştım. Bana göre işin zor olan kısmını başarmıştım. Bir işi öğrenmek hiç de zor değildi benim için. Hem tam da öğrenecek yaştaydım zaten. Kötü çay yapa yapa çay yapmayı, kahveyi taşıra taşıra kahve yapmayı, bardakları kıra kıra yıkamayı ve elimden düşüre düşüre çay taşımayı öğrenmiştim. İşler benim gelmemle birlikte daha iyi olmuştu, ustam öyle söylüyor ve ustamın yüzü gülüyordu. Ustasının yüzünü güldürebilmek, başarmanın da bir işaretiydi benim için. Benim gelişimle, özellikle dışarıya giden çay sayısında hatırı sayılır bir artış olduğunu söyledi yaşlı ustam. Kendisi yaşlı olunca, çay ocağının hemen yanındaki esnaflara çay verebiliyordu ancak. İş olmadığı zamanlar ikimize birer bardak çay yapar, karşılıklı oturur, hem çayımızı içer hem de sohbet ederdik. Yaşlı insanlarla sohbet genelde öğüt almak şeklinde olurdu. Sohbet ettiğim yaşlı sadece o değildi. Çay ocağının bütün müşterileriyle kısa zamanda arkadaş olmayı başardım. Hepsini yakından tanıyor, ne içeceklerini çok iyi biliyordum. Bir gün ustam bana; Odunluktan bir paket çay getirmemi istedi. Odunluğun bir bölümünü çay, şeker ve diğer toz içecekleri saklama yeri olarak kullanıyorduk. Odunluğa girip, çayı aldım, tam dönüyordum ki yerde beş lira gördüm. Beş lira kağıt paraydı ve benim harçlığıma göre fena sayılmazdı. Aklıma hiçbir şey gelmedi. Sadece çayı ve parayı alarak ocağın olduğu odaya girdim ve ustama odunlukta bulduğum paradan bahsederek kendisine uzattım. Yüzünde beliren hafif bir tebessümle parayı aldı. “Düşürmüşüm herhalde” dedi. Üzerinde durmadım, aslında unuttum da… O günden sonra ustam neredeyse çay ocağını bana emanet etmeye başladı. Bazen “eve gidiyorum” der, uzun süre gelmezdi. Marka şeklinde çalışmıyordum. İçilen çay paralarını akşama kendisine teslim eder, esnaflarda kalanları da bir deftere not ederdik. Zaman zaman esnaflarda kalan çay parasıyla ilgili ilginç bir anıda anlatırdı. “Eskiden…” diye başlar ve anlatırdı. Esnaflara verdiği çaya karşılık kapının arkasında o esnafın tebeşirle yazılmış adının altına bir çizgi atarmış. Zamanla çizgi çoğalmaya başladığında, “herhalde fazla çizgi attım” diye yarısını silermiş. Bir süre sonra bir daha yarısını silermiş. Esnafların hesap ödemesi, çiftçilerin onlara olan borçlarını ödemelerine bağlı olduğu için, çay parası ödeme süresi de uzarmış. Bu süre içerisinde birkaç defa bu çizgileri sildiğini anlatır gülerdi. Hayatımın en güzel yıllarını, hem de tam 9 yılımı Şah Hüseyin amcanın yanında geçirdim. Bana “torunum” diyecek kadar yakındık artık. Henüz hortumcuların, banka batıranların hiç olmadığı, rüşvetçilerin, dolandırıcıların çokta görülmediği yıllardı. İnsanlara bir güven vardı. Ve güven testinin beş lirayla yapıldığını, yıllar sonra artık ben çaycılığı bıraktıktan ve bir resmi daireye girdikten sonra öğrenebilmiştim. Ustam odunluğa bilerek bıraktığı parayla, işçilerine yaptığı güven testini geçenlerden birisinin de ben olduğumu öğrenince sevinmiştim. Şimdi güven testi yapmak için 5 liralar yetmiyor. Daha düne kadar bizlere ahlak dersi verenler, insanların güvenini kötüye kullanarak geldikleri makamlarda hortumlamaya başlıyorlar. Her gün lügatimize yeni bir hırsızlık deyimi ekleniyor. Kimsenin kimseye güveni kalmamış. İnsanlar babasına bile borç veremeyecek hale gelmişler. Bol sıfırlı paralar basılmaya başladıkça, para bütün değerlerin de üstüne çıktı zamanla… Şimdi yeniden o liralı, kuruşlu ve 5 lirayla güven testi yapıldığı yıllardaki paralara kavuştuk ama sağıma, soluma bakıyorum da aynı güven testi için ne yazık ki beş liralar yeterli olmuyor. Değişmeyen bir şey ise insanlar miktarı değişik olsa da yine parayla test edilebiliyor. Herkesin bir fiyatı var sanki…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Naif Karabatak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |