..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yaşamak için topu toplam altı haftam kalsaydı ne mi yapardım? Tuşlara daha hızlı basmaya bakardım. -Isaac Asimov
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > bayram telli




30 Kasım 2006
Biz Beş Arkadaştık  
bayram telli
Çocukluğunun özlemini çeken beş arkadaşın geçmişin gizem dolu anılarına dönüş öyküsüdür


:BCEG:



Biz Beş ARKADAŞTIK
Temmuz sıcağının kendini en hararetli bir biçimde hissettirdiği günlerdi. Çocukluğumuzun mutlu anılarını yeniden yaşamak için birkaç arkadaşla köyden iki mil uzaklıktaki dereye gitmeye karar verdik. Beş kişiydik; Ben, Cemal, Sedat, İlyas ve Vecdi. Beşimiz de yirmili yaşlardaydık. Sabah saatlerinde-kuşluk vakti-erzağımızı aldık. Erzak olarak ekmek, domates, tuz ve biber almıştık yanımıza. Derede balık tutacak, yüzecek ve keyfimizce eğlenecektik. Önceden kararlaştırdığımız gibi yaya gitmedik. Son anda Cemal traktörle gitmeyi önerdi. Traktör onlara aitti. Aslında daha baştan böyle niyetlenmiştik. Ancak, Cemal babasından izin alamamıştı.
“Kaza yaparsınız, düşersiniz” gibisinden türlü bahanelerle traktörü kullanmamıza karşı çıkmıştı. Ne olduysa oldu, sabah Cemal’e,
“Traktörü alabilirsiniz”diyerek onay vermişti. Hepimiz bu haberi sevinçle karşıladık. Yazın o bunaltıcı, bayıltıcı ve sersemletici sıcağında dağları, bayırları aşmaktan kurtulduk. Çıkınlarımızı aldık, yola çıktık. Cemal tozlu köy yolunda beş vitesle sürüyordu traktörü. Beş kişi zor sığmıştık. Yol asfalt değil de çakıllı, taşlı ise arabanın nasıl da zıp zıp, tangur tungur sesler çıkararak gittiğini traktöre binenler pek iyi bilirler. Kemiklerimiz bize batıyor, hop kalkıyor hop oturuyorduk. İçimiz dışımıza çıkmıştı ama ne kadar zor olsa da yaya yürümekten iyidir. Hele yolun dönüşü cehennem azabı gibi gelir insana. Biz halimizden memnunduk. Cemal’in oturduğu yer yumuşak ve rahattı.Uzun ve siyah saçları esmer yüzünde dalgalanıyordu.Bir yandan sürüyor, diğer yandan bir türkü tutturmuş gidiyordu.
Sonunda geldik. Derenin çevresi gökyüzüne doğru uzanan kavak ağaçlarıyla çevrilmişti Her taraf yemyeşildi. Derenin karşı yakası daha sık ağaçlarla ve otlaklarla kaplanmıştı. Traktörden indiğimizde önce yürümekte zorluk çektik, sonra alıştık... Öteberilerimizi indirdik. Oltalarımızı aldık yanımıza.Hemen balıkların çok olabileceğini umduğumuz derenin civarda en derin yerine doğru yol aldık. Buraya Karagöl deniyordu. Kımıltısız bir durgunluğu vardı .Etrafta, insanı ürperten bir sessizlik vardı. Su bulanıktı. Yer yer, sarkan ağaç dalları suyun içine girmişti. Karagöl’ün niçin böyle isimlendirildiğini bilmiyordum. Bundan yirmi yıl önce bir çoban, bu göle düşen koyunu kurtarmak için suya atlamış. Ancak yüzme bilmediği için koyunu kurtaramadığı gibi kendiside boğulmuş. Ondan beri bu gölde kimse yüzme cesaretini göstermez. Başkalarını bilmem ama, bu göl bana hep esrarengiz gelmiştir. Büyüklerimizin dediğine göre, buraya o zamanlar bir çok devlet adamı gelmiş; savcı olaya hemen el koymuş. Kendisi gelmeden cesedin kesinlikle çıkarılmamasını buyurmuş. Olur ki, işin aslı bilindiği gibi olmayabilirmiş. Sonunda ceset çıkarılmış. Yapılan incelemeler sonucunda olayda her hangi bir kasıtın olmadığı anlaşılmış, şüpheler dağılmış.
Bu göl denildiğine göre çok derinmiş. Hatta içinde kocaman mağaralar bile varmış. Kendi kendime düşünürdüm; aşağı yukarı on beş metre eninde olan bu gölde olsa olsa ne büyüklükte mağaralar olabilir ki! Kafam bunu almasa da hayalimde derine doğru labirent şeklinde mağaralar belirirdi. Her neyse...Aslında çoban, adamakıllı büyük sayılırmış. Kimilerine göre yüzme de biliyormuş. Ancak, bu göl onu dibe çektiği için boğulmuş. Daha doğrusu gölün içindeki mağaralar kesinlikle onu yutmuş...Birgün kafamı kurcaladığı için sordum yaşlı, gün görmüş birisine.
“Öyle de madem ki, bu gölde mağara var ve yüzeyde ki her şeyi çekiyormuş, neden
daha önce böyle bir vak’a görülmemiş. Yani,sözün kısası bu olaydan önce kimse bu göle girmemiş mi?”Yaşlı adam, sakalını eliyle sıvazladıktan sonra sakin sakin cevap verdi.
     “İşin doğrusu şu evlat; bu göl herşeyi yutmaz. Yutar diyor bazıları ama sen inanma. Böyle şeyler seyrek olur. Bu gölün ne zaman kurban, evet kurban istediği hiç belli olmaz. Bu olaydan çok önceleri daha sıkça kurban alırdı. Yani boğulan çoktu. Bazen yıllar geçer hiçbir şey olmaz; bazen bakarsın senede bir den fazla insan boğulur. Gerçi bu son olaydan beri burada boğulan olmasa da, her an olabilir. Belki de kimse bu göle girmeye cesaret edemiyordur.
     Yaşlı adam biraz durup düşündükten sonra:
     “Sen kaç yaşındasın evlat?” diye sordu. Ben cevap verdim:
     -Yirmi iki.
     Yaşlı adamın ne diyeceğini merakla bekliyordum. O sözlerine şöyle devam etti:
     -Yirmi iki yaşındasın demek. Peki, kaç defa bu göle gittin? Veya şöyle sorayım sana; sen kaç defa bu gölde yüzenlere şahit oldun?
     Beklemediğim bu soru karşısında durakladım, biraz düşündükten sonra;
     -Hııımm... Her halde bir elin parmakları kadar değil, diye cevap verdim. Yaşlı adam:
     -Bunca sene içinde birkaç defa dedi. Fazla değil...kurbanını bekliyor. Belki de daha karşılaşmamıştır.
     Yaşlı daha bir çok şeyler söyledi. Falan köyün yakınında bu derenin devamında bir göl daha varmış.Onun da derininde mağaralar varmış.
     -Orada da boğulan olmuş mu?diye sorduğumda da, yaşlı adam şöyle sürdürdü konuşmasını:
     -Hemen hemen her sene en az bir kişi can verirmiş. Hatta,ben şahit olmadım ama, bir çok kişiden duydum, evet,bu göl geceleri etrafa sessizlik çökünce,yani gecenin en karanlık saatlerinde uğulduyormuş. Derinden gelen bir sesle yavaş, ama uzaktan bağıran birisi gibi sesler çıkarıyormuş.....
     Buna benzer sözleri bir çok kişiden duydum. Değişik şeyler söyleyenler de yok değildi.Mesela, birisi-çok geçmişte kaldığı için kimden duyduğumu hatırlamıyorum-bana bir gün tesadüfen bu gölün kenarından geçerken suyun kızıla çalan bir renge boyandığını anlattı. İşin tuhafı, gölün üst ve alt taraflarında böyle bir şeyin olmamasıymış. Acaba, ondan hemen önce burada boğulan olmuş mu? diye sorduğumda da bunu tam olarak hatırlamadığını söylemişti....
     Gölün kenarında durduk. Su durgundu. Aslında hem durgun, hem ıssız dersem daha doğru olur. Oltalarımızı hazırladık. Keyifliydik. İçimizde Sedat, şöyle bir öneride bulundu:
     -Arkadaşlar! En çok kim balık tutarsa veya kim en büyük balığı tutarsa odun toplanmasına, pişirilmesine karışmayacak. “Kabul ettik. Bundan sonra içimde dua etmeye başladım. Ancak, yarım saat geçmesine rağmen bir tek balık bile tutamamıştık. Zaman geçiyordu. Umutlarımız da gittikçe tükeniyordu. Birden İlyas’ın sesi kulaklarımda yankılandı:
     “Tamam tuttum!” Ardından da “ yanıldım arkadaşlar! Galiba oltam takıldı bir yere. Bir kütük yada taşa denk geldi herhalde.” Hepimiz oltalarımızı bir yere bağladık, İlyas’ın başına toplandık. İlyas, olta ipini habire çekiyordu.
     “Fazla çekme dedim. İpi koparacaksın!” Sedat ipi İlyas’ın elinden aldı, kontrol etmek istercesine birkaç kez gevşetip çekti. Sonra onun elinden Cemal aldı, birkaç metre sağa sola doğru uzaklaştı, çeşitli açılardan ipi gevşetip çekti. Anlaşılan o ki, olta sağlam bir yere takılmıştı.
     “Ne yapacağız şimdi?” dedi İlyas. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Bir hal çaresi düşünmeye başladık. Sedat:
     “Madem ki oltayı bu şekilde kurtaramıyoruz, birimiz suyun içine atlasın, kurtarsın” Cemal elindeki ipi sallayarak Sedat’a cevap verdi:
     “Peki kim atlayacak? Sen mi atlayacaksın?...Bu fikir senden çıktığına göre sen atla, ha! Olmaz mı?” Sedat:
     “Ne yani, fikir bana ait diye ben mi atlayacağım? diyerek sinirli sinirli cevap verdi. Sonra devam etti: Kendine güvenen girsin. Yok eğer kimse suya girmeyecekse ipi çekin, koparın benim göle girmeye hiç niyetim yok”
     “O zaman Oğuz girsin” diyerek Cemal beni işaret etti. Sedat’ın sinirli hali bana sirayet etmişti. Emir almaya alışık değildim. Öfkelenerek Cemal’e bağırdım:
     “Çok istiyorsan sen gir. Bir olta için bunca zahmete giremem. Kimin oltası ise o atlasın suya, vehahut sen atla”. Durup dururken sinirler gerildi. O zamana kadar sessiz duran İlyas:
     “Niye göle atlamaktan bu kadar çekiniyorsunuz? diyerek hepimizi korkaklıkla suçladı. Anlayamıyorum. Öyleyse ben girerim. Bu işi uzattığınızı bir türlü anlayamıyorum”. Ardından da suya atladı. Ben merakla onu izlemeye koyuldum. Diğerleri de öyle... İlyas takılan oltanın ipinden tuttu ve gözden kayboldu. Birkaç saniye geçmeden elinde birkaç ağaç dalı ve olta ile ortaya çıktı
     “İşte bu kadar.”diyerek küçümsemeyle baktı bize. Kendi adıma İlyas’tan bu cesareti beklemiyordum. İlyas,çıkmak için: “Tutun elimden.” diye bağırdı ve elini uzattı. Cemal onu elinden tutup çıkardı. Sonra beni ve Sedat’ı suçlayan bakışlarla süzdü. Dayanamadım:
     “Ne, ne oldu? Bir şey mi var?” diye öfkeyle bağırdım. Cemal:
     “Bir şey olduğu yok. Bu işi niye bu kadar büyüttünüz? Onun için.....diye cevap verdi.
     “Öyle de birader dedim. Daha baştan söyledim, bir olta için suya giremem diye. Altı üstü bir olta, kopmuşsa ne olmuş.” İlyas:
     “Senin için öyle tabi, diyerek elini salladı. Senin oltan takılmış olsaydı, böyle konuşmazdın.”
     “Tamam arkadaşlar! Böyle önemsiz bir mesele yüzünden neden bu kadar çene çalıyorsunuz? Anlayamıyorum. Birisinin bu oltayı takıldığı yerden kurtarması gerekiyordu, o kadar. Bu birisi ha sen, ha başkası olmuş, ne fark eder? Hem biz buraya tartışmaya mı geldik, yoksa balık tutmaya mı?......Hadi, asmayın suratınızı!.....”Vecdi, ortamdaki olumsuz havayı yumuşatmak istiyordu. Ama,sözlerinin tesiri kendini hemen göstermedi. Sinirler kolayca gevşemedi. Yüzler en az bir saat somurttuktu. Bu esnada iki küçük balık tutulmuştu. İkisini de Vecdi tutmuştu.....Ben de şöyle irice bir balık tutmak için içimden dua ediyordum...Zaman da geçiyordu. Nerdeyse öğle olmuştu. Karnım da acıkmıştı. Bu iki küçük balık bir kişinin karnının dibini bile tutmazdı. Bunca zahmete bu kadar balık....Ne üzücü bir durumdu.
     “Bu böyle devam edemez.” diyerek bir öneride bulunmak istediğimi belirttim. Sonra “Bu böyle devam edemez, diye tekrarladım. Arkadaşlar! Sabahtan beri uğraştık, durduk. Mahsulümüz şu iki küçük balıktan ibaret. Öğle vakti geldi, çattı ve benim midem kazınmaya başladı.”
     “Ne yapalım sence? diyerek, Cemal sözümü kesti.
     “Şu aşağılara doğru gidelim. Küçüklüğümüzde yaptığımız gibi elle balık tutalım. En azından şimdiki halimizden iyidir.” Herkes, “Niye daha önce bunu düşünemedik” gibisinden birbirine baktı. Vecdi:
     “Bak, bu iyi fikir.” diyerek bana katıldı. Sonra,bir sorun varmış gibi, “Peki,istediğimiz büyüklükte balıklar var mıdır oralarda?....Hani diyorum ki, burada yoksa orada hiç olmaz.” diye konuştu. Ben de:
     “Şansımızı denemiş oluruz” dedim ona.
     Eşyalarımızı topladık. Derenin iki yüz metre ilerideki sığ yerlerine doğru yola çıktık. Traktörü arkamızda bırakmıştık. Çok önceleri elle veya ikişer kişilik gruplar halinde büyükçe bezlerle balık tutardık. Suyun akışının tersine bezlerimizle (gömlek,eşarp vb.) balıkları yakalamaya çalışırdık. Su diz boyunu geçmezdi. O yüzden etraftaki balıklar da rahatlıkla görünürdü. Balık tutacağımız yere gelir gelmez kimimiz sırtındaki gömlekle, kimimiz de elle balık tutmayı tercih etti. Gömlekle avlanmak isteyenler ben, Cemal ve Sedat’tık. Diğerleri yalnız başına çalışmak istediler. Diğer taraftan üç kişiyle grup olamayacağı için birimizin ayrılması gerekiyordu. Sırtımdaki gömleği çıkarıp bir ucunu Cemal’e uzattım. Yaptığım biraz kabaydı, az önce de Cemal’le hafif bir anlaşmazlığım olmuştu. Ancak,yine de birbirimizle iyi dosttuk. Sedat beni sevmez. Eğer, kendisinden ikimiz arasından bir seçim yapması istense hiç tereddüt etmeden Cemal’i seçer. Daha küçüklüğünde bana karşı her zaman bir kin beslemiştir. Normal günlerde benimle gayet iyi bir dostmuş gibi görünür, ama ufak bir meselede içindeki sevgisizliğini göstermekten geri kalmaz. Ne hinoğlu hindir o. Bilmez miyim onu. Aslında onun benden bu derece nefret etmesinde benim de rolüm azımsanmayacak kadar çoktur. Çünkü, en az ben de o kadar ona gıcık gidiyordum. Birkere yedi yaşına kadar anasının kucağından ayrılmaz, süt emerdi. Bizler onu bu halde gördüğümüzde alay ederdik. Koca adam olmuş, hala süt emiyordu. Doyduktan sonra da ağzını silmeden yanımıza koşardı. Bu davranışını hiç tasvip etmiyorduk. Bizim öyle sütten kesilmemiş çocuklarla oynayacak halimiz yoktu. Hepimiz onu dışlıyorduk. En çok da ben karşı çıktığım için bana kin besliyordu. Diğer zamanlarda en küçük hatasında onu hemen döverdim. Bir kere korkak olduğu için onu dövmek, pataklamak düşüncesi beni sadistçe hareketlere sevk ediyordu. O da ağlar, ya anasına ya da ablasına gider beni şikayet ederdi. Bunu yaparken abartı da katıyordu sözlerine. Ondan sonrasını anlatmak istemiyorum. Yaşlarımız ilerledikçe birbirimize karşı husumeti kaba kuvvete dönüştürmekten vazgeçtik. Aslında, benim Sedat’la bir alıp veremediğim yoktu, ama onun benle vardı.....Cemal’le eşleşirken onun bana yönelen bakışlarının derinlerinde kök salmış nefretini sezmek benim için güç olmadı. Bu anlık bir bakıştı. Hemen sonrasında kendini toparladı, diğerlerine katıldı.....Birkaç dakikada üç tane küçük balık-bunlar hamsi büyüklüğünde idi-yakaladık. İkisi pek hoşumuza gitmedi, geri suya attık, diğerini aldık. O an ki neşemiz daha kaybolmadan biraz ilerde de sevinç çığlıkları kulağımıza çarptı. Sedat’la İlyas büyükçe bir taşın etrafını sarmış, taşın altında çok kıymetli bir şey tutmuş gibi heyecandan çarpılmış yüzleriyle:
     “Yakaladık, büyük bir balık yakaladık!” diye bağırıyorlardı.
     “Nerde?..Hani nerde?” sorularına karşılık da :
     “Taşın altına hapsettik onu, diye cevap veriyorlardı. Çok kaygan, elimizden sürekli kurtuluyor. Ama bir yere kaçamaz. Kıskıvrak yakaladık onu.....Bak, elime vuruyor....”Sedat, İlyas’a bağırdı:
     “Taşın etrafını iyice sar, kaçmasın mendebur!” Vecdi de onların yardımına koştu. Biz de yardım edecektik, ama taş beşimiz için küçük kalırdı. Sonunda İlyas, tiz bir sesle bağırdı:
“Evet, işte bu kadar! Tam ortasından yakaladım. Bu sefer elimden kaçamaz.....Bakın! İşte!....Gördünüz mü?” Şimdiye kadar tuttuklarımızdan büyüktü. İmrenerek izledik onu. Vecdi, bu sevinci pekiştirmek ister gibi:
“Hadi arkadaşlar! dedi, böyle giderse kısa sürede bir sürü balık yakalayacağız. Balığı eline alıp havaya kaldırdı. Hayvancağız kurtulmak için habire çırpınıyordu. Onu da diğerlerinin yanına fırlattı. Biz de gömlekle çok balık tuttuk, ama hepsi de ufaktı, yenilmezdi, onları tekrar suya atıyorduk. Sonra baktık, adamakıllı bir şeyler tutamayacağız, diğerlerine katılmaya karar verdik. İşin aslına bakılırsa diğerlerinin yöntemi daha karlı ve eğlendiriciydi. Kendi adıma konuşmam gerekirse gömlek yöntemi de benim işime geliyordu. Çünkü, beni nelerin beklediğini bilmediğim taşların altına elimi sokmak beni korkutuyordu. Bir yengecin kıskaçları arasında parmağımı düşünmek korkmam için yeter de, artar bile. Yengeç, belki biraz keser,ancak tuttuğu parmağı koparacak kadar da güçlü değil, sanırım. Ama, düşüncesi beni ürpertiyor....Etraftakilerden cesaret alarak ben de korkusuzca taşların altını yoklamaya koyuldum. Yengeç düşüncesini de sürekli bastırıyordum. Önümüzdeki yarım saat içinde üç balık daha tuttuk. Bunlar da diğerleri kadardı. Bunun yanında bir de yılan balığı yakalamıştık. Yakalama esnasında sırtındaki kılçıklar İlyas’ın elini hafiften kesmiş, kanatmıştı. İlyas hafiften inledi. Eli gerçekten yırtılmıştı. Yılan balığının yakayı kurtarmak için adamın elinde nasıl bir geri bir ileri çırpındığını, bunu yaparken de düşmana elinden geldiği kadar zarar vermekten çekinmediğini geçmişte yaşamıştım. Böyle bir günde yine balık avına çıkmıştık.Taşların altını yoklarken bir şeyin elime vurup kaçtığını hissettim. Ardından bir hamle daha yaptım. Artık yakalamıştım. Ama kolay olmadı. Elimin içini de sırtındaki bıçak gibi keskin kılçıklarla kesmişti. Çok da acımıştı. Yılan balığının darbeleri hep birbirine benzerdi. İlyas’ın elinin içi de tıpkı elim gibi yırtılmıştı. İlk birkaç dakika içinde acı, İlyas’ın yüzünde kendini gösterdiyse de sonra yerini her zamanki haline bıraktı. Zaman geçiyordu....Daha fazla balık tutmamız gerekiyordu. Öğle vakti olmuştu. Güneş yukarıda tüm hararetiyle çıplak sırtımıza vuruyor, vurduğu yeri kavuruyordu. Ancak, dizlerimize kadar suyun içinde olmamız bizi bunaltıcı sıcağa karşı biraz serinletiyordu.
     Bir balık gördüğümüzde hepimiz etrafını sarar, onu uygun bir yerde tuzağa düşürmek için çalışırdık. Bir tarafa kaçamazdı. En yakın taşın altına kaçtığında da hep birlikte saldırırdık.
     “Yakaladık.” sesleri yükselirdi, bundan sonra. Ta ki, gerçekten yakalayana kadar.....Onu da diğerlerinin yanına fırlattığında Cemal:
     “Kaç tane oldu?” diye soruyordu.
     “Ohoo! Daha ne kadar oldu ki? diye cevap verirdik. Paylaşsak herhalde her birimize iki tane düşmez. Düşse bile karnımızı doyurmazdı. Cemal suyu yararak:
     “Aşağılara doğru gidelim. Belki orada kısmetimiz artar, ha! “Ne diyorsunuz?”
     “Güzel, dedi, İlyas. Tam da içimden geçiyordu.” Orada muhtelif büyüklükte dört balık tuttuk. Şansımız açılıyordu. “Belki daha çok tutarız” diye bir yere bağlı kalmıyorduk. Sürekli aşağı taraflara doğru sürükleniyorduk. Kaplumbağayı hesaba katmasak epey balık tuttuk.
     “Yetmez mi bunlar?” diye arkadaşlara seslendim. Eğlenceli de olsa hepimiz yorulmuş, acıkmıştık. Diğerleri bana katılınca da sudan çıktık.
     “Hadi bakalım herkes çalı-çırpı ve odun toplasın.” dedi Cemal. Hepimiz kalktık. İlyas oturmuş, bizi seyrediyordu. Sıra balıkları pişirmeye geldiğinde, Sedat iki tanesini ayırdı:
     “Bunları eve götüreceğim....dedi. “Karşı çıktık. “Eğer, böyle yapacaksan bizimle yemeyeceksin” dedik kendisine. Elindekilerden bir tanesini bıraktı.
     “O zaman şunu götüreyim.” İlyas:
     “Kime götüreceksin onu?” diye merakla sordu. Sedat sakin bir ses tonuyla:
     “Anneme!” diye cevap verdi. Ardından elindeki balığı temizlemeye koyuldu. Diğerlerini de biz temizlemeye başladık. Sedat’ın sevgili annesine balık götürme fikri hiçbirimizin hoşuna gitmemişti. Aramızda fısıldaşmalar başladı. Sonra Cemal:
     “Sevgili anneciğin balık yemezse olmaz mı? diye alaylı bir şekilde sordu. Sedat gönül rahatlığıyla :
     “Olmaz, dedi. Daha köyden ayrılmadan kararımı vermiştim. Aslında gönlümde daha fazla götürmek vardı. Ancak, hem balıkların azlığı, hem sizin karşı çıkmanız-ki size hak veriyorum bu konuda-ister istemez elimdekiyle yetinmem gerektiğini anladım. Cemal, sıkılmış gibi, temizlediği balığı Sedat’a uzatarak:
     “Al, o zaman hepsini götür,” dedi. Bu fikre de Sedat “Haksızlık olur” diyerek karşı çıktı.
     “Niye haksızlık olsun ki...?” Sedat biraz düşündükten sonra karşısındakinin samimi olup olmadığını anlamak ister gibi yuvarlak gözlerini Cemal’e çevirdi:
     “Olmaz,” dedi.
Cemal, önüne döndü, fısıltı halinde: “Utanmazsa hepsini götürecek” dedi. Yemeğimizi yedik. Karnımız doydu mu? Ekmeğe kuvvet vermemize rağmen hayır! İçimizden en fazla da Sedat yedi. Yanaklarını dolduruyor, gözleri hiçbir şey görmüyordu. Diğerleri aç kalmış, kalmamış umurunda değildi. Sofrada kılçıklardan başka bir şey kalmayınca da sessiz bir şekilde kenara çekildi.....Biraz dinlendikten sonra kalktık. Köye dönmenin zamanı gelmişti artık. Karagöl’e doğru yola çıktık. Oraya vardığımızda İlyas durdu.
“Buraya kadar gelmişken şu gölde bir güzelce eğlenmeden mi gideceğiz? dedi. Hem terledik de. Başka bir zaman böyle fırsatı bulamayız” Kimseden ses çıkmadı. Sonra Vecdi, bu fikrin çok güzel olduğunu belirtti. Zamanın kalmadığını ileri sürerek karşı çıktık. Bu arada Cemal de traktörü çalıştırmaya gitti. Ardından da bize seslendi:
“Hadi arkadaşlar! Bırakın yüzmeyi falan da gelin artık. Zamanımız yok....”
İlyas:
“Daha gün batımına dört saat var,sen zamanın kalmadığından bahsediyorsun.” diye bağırdı. Cemal bir daha seslendi: “İsteyen gelir, isteyen kalır. Ben gidiyorum.”
İlyas ile Vecdi dışında herkes traktöre koşup bindi. Hareket ettik. İlyas soyunmaya başladı. Kararını değiştirmiş olmalı ki, Vecdi arkamızdan bize seslendi:
“Durun beni bekleyin!”
İlyas da bağırdı: “İlerdeki köyde beni bekleyin, tamam mı!”
Onu geride bırakarak hızla uzaklaştık. İlyas suya atlamamıştı daha. Gözden kaybolana kadar da suyun kenarında durmuş, kolları havada, atlamaya hazır bekliyordu.......

SON     Bayram Telli



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anı kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sislerin Ötesinde

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Söylesene Sen Kimsin
İsmi Adem'di
Kararan Geceler


bayram telli kimdir?

iyi yazıları okumayı seven,aynı zaman da kendini kabul ettirmiş yazarları okuyan birisiyim.

Etkilendiği Yazarlar:
dostoyevski,stendal,balzac,steinback,j.london,sçedrin,çehov


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © bayram telli, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.