Hata! Klavye bağlı değil. Devam etmek için F11'e basın... |
|
||||||||||
|
ADEM İsmi Adem’di. Köyün en çok dikkat çekici çocuğuydu. Köy kalabalıktı. Yirmi otuzun üzerinde büyüklü küçüklü çocuk vardı. Daha küçükleri hesaba katılmazsa eğer. Sürü sürü gezer, oyun oynarlardı. Ancak nereye giderlerse gitsinler, Adem bir çıban gibi kendini hemen gösterirdi. Yaramaz, haylaz, şımarık, laftan anlamayan, ufak tefek, on üç yaşlarında bir çocuktu Adem. Küçük gözleri, zayıf ve çelimsiz vücudu, gülmek için tetikte bekleyen alaycı dudakları vardı. Onun elinden mahallenin çocukları illalah ediyorlardı. Adem bazen çok acımasız olabiliyordu. Kendinden boyca büyük olanları bile dövüyordu. Ancak, sevimli görünüşü ve liderlik vasfı dolayısıyla köy çocukları onsuz yapamıyorlardı. Adem’in içinde olmadığı bir oyun, eğlence tatsız tuzsuz geçerdi. Varlığı –varsa - bütün olumsuz havanın, somurtkanlığın bir anda istenilen yönde değişmesi için yeterdi. Çelimsiz bir çocuktu, ancak konuşkan, geveze ve daha önemlisi zeki bir çocuktu. Olabildiğince haşarılığı ileri dereceye götürmekten hoşlanırdı. Elindeki topu gözüne kestirdiği pencereye atmaktan hiç çekinmezdi. Çitlerin, duvarların üstünden bahçelere saldırır, oraları talan etmekten bir nevi zevk duyardı. Adem, bu yüzden büyüklerinden eşşek sudan gelinceye kadar çok dayak yerdi. Bu dayak faslının verdiği acı, onu en fazla yarım saat, bilemedin bir saat adam gibi uslu yapardı. Acının tesiri geçince haşarılıklarına kaldığı yerden devam ediyordu. Onun yüzünden diğer çocuklar da çok dayak yerlerdi. Kimisi günlerce gruptan uzak durur, baktı olmuyor, hayatın tadı tuzu yok, yeniden Adem ve arkadaşlarına katılırlardı. Bütün köy bu çocuk sürüsünden bıkmış, usanmıştı. Aileleri çocuklarının bu aşırılıklarının önüne geçemiyor, tek sebebin de Adem olduğunda karar kılıyorlardı. Hiçbir gün yoktu ki, birkaç adam veya kadın Adem’in anasına babasına Adem’i şikayete gelmesin. Ancak, “Bizim de yapacak bir şeyimiz yok”, diyerek çaresizce elini kolunu sallardı. Sonra da devam ederdi. “İnanın, elimiz kolumuz bağlı...Çocuk ne laftan, ne de dayaktan anlıyor...Etme oğlum, yapma oğlum, ayağını kırarım, kafanı koparırım diyoruz ama, çocuk, çocuk değil, bir şeytan sanki. Sırıtarak adama daha da gıcık veriyor. Valla köylüm, biz bir çare bulamadık....Bak, şu kapıyı görüyor musun? Her gün bu kapıya asılıp duruyor. Bir gün bir tarafını kesecek. Kesmekle kalmayacak, bizi de kapısız bırakacak. Çocuğu okula gönderdik, belki düzelir dedik. Ama, seneler geçmesine rağmen değişen bir şey olmadı. Öğretmeni de hiçbir şey yapamadı. Çocuk, öğretmeninden korkmuyor ki....cenabet....” Her şikayete gelen, böyle yakınmalarla karşılaşırdı. Sonra da içlerinden “Allah, bunlara yardım etsin. Benim çocuğum böyle mi?....Çok şükür!....O da Adem’in grubundan ama, şimdiye kadar kimse oğlumdan şikayet için kapımı çalmadı.”diyerek evinin yolunu tutarlardı. Adem’in mağdur ettiği diğer aileler de çocukları için kendilerini talihli görüyorlardı. Sabah- akşam Adem’le gezenlerden bir kaçı bazen Adem’e özenerek şunun bunun bahçesine girmek veya başka bir suç işlemeye girişmişlerdi. Ancak, gelen şikayet üzerine babaları çocukların kulağından çekip elindeki ince, yaş, kırbaç gibi sopayla da kaba etlerini şöyle temiz bir şekilde morarttıktan sonra çocuklar korkmuş, gün boyunca eve uğramamış, sonra suçlarını kabul ederek gelip babalarından özür dilemişlerdi. Ondan sonra da Adem’le birlikte oyun oynarlarken daha dikkatli davranmaya başladılar. Bunun üzerine, onları korkaklık ve pısırıklıkla suçlayarak “Oğlum!....Senin ağzının kenarında anandan emdiğin süt lekeleri duruyor. Git de anan temizlesin seni...” diye alaya alarak onları yanından kovardı. Çocuklar üzgün üzgün oradan uzaklaşırken de “Doğru, ananızın yanına gidin!...Tamam mı?Kıçınızı da temizlemeyi unutmayın!” diye onların arkalarından seslenirdi. Ardından, ağzını şişirir “pırrrrrr....” yapardı. Sonra da oradakilere döner, “Hadi, arkadaşlar! Biz gidelim...”Alay edilen çocuklar ertesi gün Adem’in yanına gelir, özür diler, kendilerini yeniden aralarına alması için ona yalvarırlardı. “Ben size ne dersem onu yapacaksınız, tamam mı?” “Tamam Adem, bundan sonra senin sözünden çıkmayacağız. Vur de, vuralım; kır de kıralım.” “Tamam tamam. Gülünç duruma düşüyorsunuz.” Etraftakilerden kahkahalar yükseldi. Hepsinin de yüzlerinden gurur okunuyordu. Kendileri şu şaşkınların yerinde olmadıkları için kabarıyor, bir üstünlük havası taslıyorlardı. Ardından, önde Adem, sürü halinde şarkı söyleyerek köyden uzaklaştılar. Uzaktan sesleri geliyordu köy halkının kulağına. Kim bilir hangi fakir fukaranın malını bozmaya, talan etmeye gidiyorlardı. Çocukların olmadığı zamanlarda köy öyle sessiz olurdu ki, insanda terkedilmiş hissini uyandırıyordu. Kulaklar dinlenir, halk huzur bulurdu..... ***** **** ***** ***** Adem’in olduğu yerde oyun bulma sıkıntısı yaşanmazdı. Keskin zekasıyla her şeyden bir oyun çıkarmasını biliyordu. Bulamasa bile etrafındakilere “Hadi kafanızı çalıştırın biraz....”derdi. Ardından çeşitli ve ilginç fikirler ortaya çıkar, en uygun olanı seçilirdi.....Ailesi Adem için çok kaygılanıyordu. Dört çocukları vardı; biri kız, diğerleri erkekti. Adem en küçüğüydü. Diğer erkek çocukları evlenmişti. Adem hiç birisine benzemiyordu. Abdullah, kara kara düşünüyor, “Acaba, nerde hata yaptım da Allah, bunları bana reva görüyordu. Başkasının çocuğuyla da alay etmiş değilim...” diyordu. Sonra da suçu karısının, Zeliha’nın üstüne atıyordu: “ Ne olacak? Sülalende doğru dürüst birisi yok ki! Hangisini alsan elinde kalıyor. Sen git, onlara çek. Olacak iş değil bu.....” Karısı hemen atılırdı: “ Senin sülalenden birisine çekseydi ya!...Sanki ben mi engelledim? Şuna bak hele!...” “Her gün şikayet, her gün şikayet. Yahu, ben bu çocuğun elinden nereye gideyim?....Bu gün değilse bile muhakkak bir gün başımıza daha büyük dertler açacak. Kesin gözüyle bakıyorum. Aaha, şuraya yazıyorum; ya katil, hırsız, ya da serseri olacak. Çünkü gittiği yere uğursuzluk götürüyor. Hayra alamet değil bu....” Karısı karşı çıktı: “Amaan Davut! Daha iyi, güzel düşünemez misin sen? Her şeyin hayırlısını iste. Bakma sen Adem’e. Daha çocuk o. Büyüyünce aklı başına gelir. Her zaman böyle kalacak değil ya.....” “ Sen ona çocuk mu diyorsun? Çocuk değil o, cin cin! Onun kafasında en az seninki, benimki kadar beyin var, hem de bu yaşta. Baksana! Köyün tüm çocuklarını – hem de kendisinden çok çok büyük çocukları - dize getiriyor, onları avucunda evirip çeviriyor. Sen kalkıp ona çocuk diyorsun.” Davut, kendisini anlamaya yanaşmayan karısına daha fazla laf anlatmak istemeyerek odadan çıktı. Bunun üzerine karısı, “Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı. “ Tarlaya gidiyorum...” Yalnız kalan Zeliha oturdu, elinde işe yaramayan bir kazağın ipliğini kaldığı yerden sökmeye devam etti. Adem’le arkadaşları köyden yaklaşık iki kilometre uzağında, dağda bir zamanlar köylülerin, sürülerini burada suladıkları, ağzı bir metre çapında derin bir kuyunun başında toplanmışlardı. Uzun zamandan beri kimse hayvanlarını burada sulamıyordu. Kuyu yarıya kadar su doluydu. İçi karanlıktı. Bu taraflara yolu düşenler muhakkak gelir, bu kuyuya bir veya birkaç taş atmadan etmezdi. Şimdi kuyunun başında toplanmış çocuklardan bazıları da meraklarını gidermek için kuyuya taş attılar. Onları engellemek isteyen Adem: “ Durun, dinleyin beni, dedi. Bakın ne diyeceğim? Aklıma müthiş bir fikir geldi; kim kuyunun üzerinden daha uzağa atlayacak?...Eeee...Nasıl buldunuz? Orada bulunanlar daha önce hiç denenmemiş bu oyuna hep birlikte sevinç çığlıklarıyla katıldıklarını ifade ettiler. Bunun Adem tarafından bulunması da oyunu daha cazip hale getiriyordu. İçlerinden tombulca, iyice kısaltılmış saçlarıyla Nazileri andıran esmer yüzlü, orta boylu Salim, ileriye atılarak, “Kazanana ne verilecek?” dedi. Başka sesler de Salim’e hak verdi. Doğru ya, kazanana ödül gibi bir şeyler verilmeli. Ödülden yana birkaç fikir daha çıktı ortaya. Ancak, yine de herkesin gözü Adem’deydi. O da düşünüyordu, ama aklına da bir şey gelmiyordu. Öte yandan bir ses: “Birinci gelene bu akşam çalacağımız tüm yumurtaları verelim,” dedi. Gözler sesin geldiği tarafa çevrildi. Adem boyunda, zayıf, kuru birisiydi. İsmi de Servet’ti. “Güzel bir fikir, dedi Adem. Tamam, birinci gelen, akşamki yumurtaların hepsini alsın.” Sonra oradakilere dönerek: “ Hadi bakalım, herkes sıraya,” diye bağırdı. Çocuklar itişe kakışa sıraya girdiler. Önce Adem......Kuyudan birkaç metre uzaklaştı. Koşu vaziyetine girip derin bir nefes aldı. Göğsünü şişirdikten sonra tüm gücüyle ileri atıldı. Çocukların hepsi, ağızları bir karış açık, gözleri sonuna kadar açılmış, Adem’i izlemeye koyuldular....Adem fena atlamadı. Bundan daha uzağa atlayacağını da sanmıyordu. Herkes alkışladı: “Adem!...Adem!...” diye bağırmaya başladılar. Adem ise normal tavrını sürdürdü. Sonra, bir kenara çekilip oturdu. Arkadaşları kendisine tezahurat getirmekle işi biraz abartıyorlardı. Halbuki, kendisi için böyle şeyler basitti, oyuncak gibiydi. Boyu kısaydı, ama atikti, civa gibi hareketliydi....Diğerleri sırasıyla atladılar. Adem’i geçeni de, geçemeyeni de vardı. Ancak, kendisinden daha iyi atladılar diye Adem hiç sesini çıkarmadı. Diğer taraftan, daha uzağa atlayan, yani Adem’in rekorunu kıran çocuklar şımarmaya, gururlanmaya başladılar. Üstünlük havalarına girdiler. Çünkü, Adem’i geçmişlerdi. Bunlara daha fazla dayanamayan Adem elini havaya kaldırdı: “ Hemen horozlar gibi şişmeyin, diye haykırdı. Gövdenize yapışık duran o baston gibi uzun bacaklarınıza mı güveniyorsunuz?...Ha, söyleyin bakalım, muşmula kafalılar?...” Berikiler: “Hayır, horoz gibi şiştiğimiz falan yok,” diyerek, savunmalarını yaptılar....Herkes atladı. Adem şansını bir daha denemek istedi. Eğer, diğerlerinden daha uzağa atlayamazsa, bu, kendisi için hiç de iyi olmazdı. Bir defa, saygınlığı azalırdı. Sözlerinin geçerliliği konusunda ciddi kaygılar ortaya çıkardı....Geri geri gitti. Bir yay gibi gerildi. Sonra tüm hızıyla ileriye attı kendini. Öyle ki, kuyunun karşı tarafında kafa üzeri az daha yere çakılacaktı....Birinci atlayıştan daha iyi bir atlayıştı bu. Bundan iyisini de başarması imkansız gibiydi. Öte yandan berikilerin rekorunu da kıramadı. Üzgündü, gururu incinmiş, kendini yenilmiş buluyordu. Bunun yanında, kendisiyle aynı boy ve kiloda olan diğer çocukların hepsini geride bırakmıştı. Elinden geleni yapmıştı. Sırık gibi boyları olan diğer çocukları geçmesini de kimse bekleyemezdi ya!....Böyle bir beklenti içinde olmak Adem’e haksızlık olurdu. Az ilerde rekoru elinde bulunduran çocuğa da bir göz dağı verdi: “Senin yerinde olsam, dedi, böyle fazla kabarmam.”Çocuk kendini toparladı. Doğru ya, ölçüyü fazla kaçırmıştı. Ardından bazıları tekrar tekrar kuyunun üstünden atlamaya başladılar. Az sonra bu oyunu öyle abartılar ki, daha biri atlarken, bir diğeri onun peşinden koşuyordu. Bu yüzden az kalsın birisi kuyunun dibini boylayacaktı. Tabii, arkadaşları onu hemen tutmasalardı....Çocuğun yüzü korkudan sapsarı kesildi. Bir ölü yüzü gibi donuklaştı. Çocuk ölümle karşı karşıya kalmıştı. Saniyeler, hatta saliseler söz konusuydu. Herkes, ölçüyü fazla kaçırdıklarının farkına vardılar. Yaptıklarından ötürü pişmanlık, üzüntü, daha da önemlisi korku duyuyorlardı. Şimdi, eğer son anda çocuğun yakasından yakalanmamış olsalardı, ne olurdu acaba? Bu sorunun cevabı hepsinin zihnine kazındı. Ama, kimse bilmek istemiyordu. Kafalarından atmaya kalkışsalar bile bunu yapamıyorlardı. Pekala, o çocuğun yerinde kendileri de olabilirdi ve şu an burada toplananların arasında olmak şansını ebediyen kaybedebilirlerdi. İşte, bu yüzden her biri diğerini suçladı. “Eğer, sen arkamdan gelmeseydin öbürleri de böyle sabırsızlanmazdı.” “Gayet ihtiyatlı davranıyordum.” “Suç senin. Niye çocuğu durdurmadın?” “Bütün suç bu oyunu ortaya atanda....” “Ne yani, ben atlayalım dediysem, ahırdan ite kakıla çıkan hayvanlar gibi hep beraber atlayalım demedim ki...” “Aslında bence bütün suç, ödülü ortaya atanda...” “Hop, yavaş ol birader...Suç bendeymiş, ağzından çıkanı sarkmış kulakların duyuyor mu?.....” gibisinden bir tartışma başladı. Sonra da kendiliğinden sakinleştiler. Neyse ki, Ali’ye bir şey olmamıştı. Ya düşseydi, ne yapacaklardı? Ailelerine ne diyeceklerdi? Peki, kendilerini nasıl affedeceklerdi? Olay çocuk kendine gelmeye başladı. “Arkadaşlar, ben çok korktum, dedi. Bir an sandım ki.....Neyse yine aranızdayım ya, siz ona bakın.” Adem: “Amma da çok korktun ha!”diyerek takıldı ona. Çocuk onun yüzüne baktı: “Sen olsaydın korkmaz mıydın?” “Eeee, korkardım herhalde.” Bir başkası: “Kim olsa korkardı. Baksanıza kuyunun içi su dolu. Dibi görünmüyor. İçi çok karanlık. Belki, yılan da vardır, veya başka bir şey....” Bir başkası: “Öyle de düşer düşmez, insan hemen ölecek değil ya....” Ne olduysa oldu ve şu an üzülecek bir şey yoktu. Önde Adem, tüm çocuklar köye doğru yola çıktılar. Ağaçlara tırmandılar. Birkaç tane kuşun yuvasını bozdular. Yumurtalarını da birbirine fırlattılar. Atlamada birinci çıkan çocuk: “Bu akşam tavuk falan çalacak mıyız?” diye sordu. Yanında da Adem vardı. Soru ortaya sorulmuştu, ama aslında Adem’in cevap vermesini istiyordu. Herhalde Adem karar verecekti buna. Tüm gözler Adem’e çevrilmişti. Adem, kolunun yeniyle “Fırt” yaparak burnunu sildi, öksürdü. Sonra, tereddüt içerisinde: “Bilmiyorum ki... diye karşılık verdi. Aslında, nedense bugün hiç keyfim yok. Bu son zamanlarda çok yumurta yürüttük. Herkes bizden şüphelenecek, diye kaygılanıyorum.....Biraz ara versek, nasıl olur?” “Öyle de yarışmada alnımın teriyle hakkım ne olacak?” diyerek karşı çıktı. Adem durdu, ona baktı: “Hangi haktan bahsediyorsun? Uzun bacakların kimde olsa o birinci olurdu.” Sustu. Ardından ekledi: “Şart mı bugün oğlum? Ne zaman çıkarsak o zaman sen de yumurtalarını alırsın. Merak etme, yumurtalarını vermeyecek değiliz.” Diğeri: “O zaman sorun yok,” dedi. Etraftan, Adem’i düştüğü kararsızlıktan kurtarmak isteyen birkaç ses yükseldi: “Kim bizden şüphelenir ki? Hem, böyle bir suçlama olsa bile inkar ederiz.” “Bu zamana kadar işimizi ustaca yaptık. Kimse anlamadı.” “Valla, bana sorarsanız, bu gece çıkarız. Hele, tavukların gıdaklamaları....Doğrusu, özlemişim.” “Hadi Adem, çıkalım bu akşam!” Herkes, onun dudakları arasında dökülecek kelimeleri bekliyordu. Adem düşündü. Bir türlü karar veremiyordu. Arkadaşlarının üstelemesi sonucu daha fazla dayanamadı. Bu akşam çıkacaklardı. Yumurta çalacaklardı, hatta, tavuk bile.....Bir ikisi tavuklarla ilgili kaygılarını anlattılar. Tavuk konusu ağırmış. “Yazık olur, günah olur,” türünden fikirler öne sürdüler. Adem: “Olmaz, hiçbir şey olmaz. Gelmek istemeyen gelmesin. İçinizde korkan var mı? Varsa, açık açık söylesin, ben korkuyorum desin,” diyerek lakırdıyı kesti. Az sonra da Salim: “Bu sefer kimin kümesini dağıtacağız?” diye sordu. Sonra da ekledi: “Şeyin olabilir....Hıııı....Neydi o kadının ismi?...” Düşünüyordu, ama kadının adını hatırlamıyordu. Elini kel kafasında gezdiriyordu (Traşlı kafasıyla Nazilere benzediği için arkadaşları arasında Nazi Salim diye biliniyordu). Adem: “Hangi kadın?” diye sordu. “Hani, şu kadın yok mu?....Haa! Şu Hatice Kadın....Onu ziyaret edebiliriz. Tavukları da güzel, bıldırcın gibi.” Gerçekten de tavukları bıldırcın gibiydi. Kadın iyi bakıyordu. Başka bir işi de yoktu. Günün belirli saatlerinde elinde yem testisiyle şurada burada böcek avlayan hayvanların peşinden tek tek gider, onların yiyeceğini, ekmek kırıntıları, yemek artıkları, içeceğini verirdi. Uzun bir zaman onları huşu içerisinde temaşa ettikten sonra evine yollanırdı. Çocukları vardı kadının. Ve hepsi de büyüktü. Evin diğer tüm işlerini bunlar yürütürdü. Ancak, onlar görevini yapsın, yapmasın, kadının hiç umurunda değildi. Kadın için dünyada yalnızca bir meşgale vardı: Tavuklar....İşte, bu yüzden Salim, kadının tavuklarını aklından geçirdiği zaman ellerini oğuşturmadan edemezdi. Lezzetini daha şimdiden ağzının her yerinde hissedebiliyordu. Adem, tavuklarına bu kadar düşkün olan böyle bir kadının kümesine girmenin tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünüyordu. Ve bunu da oradakilerle paylaştı: “Çünkü, diyordu, değil tavukların sayısını, renklerini, şekillerini bile ezbere biliyordur o cadı kadın.” Salim, hemen çaresini buluyordu: “Öyle de farkına varsa bile nerden bilecek ki, bizim yaptığımızı. Bu, sansar veya tilki de olabilir.” “Doğru, iki ayaklı tilki...Tıpkı, senin gibi. Gerçi, tilkiden çok sansara benziyorsun ya, neyse...”Akşam hangi evin bahçesine gireceklerine tam karar vermeden köye vardılar. Herkes dağıldı. Adem de evinin yolunu tuttu. * * * * Adem, evdekileri sofra başında buldu. Akşam olmak üzereydi. Ev halkı yemeklerini erken yiyorlardı. Adem’i üstü başı kir, pas içinde gören babası, kafasını salladı. Ağzı yemek doluydu. Bağırdı. Ama, ne dediği anlaşılmıyordu. Zeliha: “Ağzındakini yut, öyle konuş,” diyerek kocasını azarladı. Kocası da onu kırmadı. Sonra: “Neredesin sen, bu saate kadar?.....Sabah çıkıp akşam geliyorsun!....Gel buraya!...” Çocuk korktu. Burnuna, sonu hoş bitmeyen bir takım kokular geldi. Babası her zaman kendisine bağırıp çağırıyordu, ama bu sefer ölçüyü biraz kaçırmış görünüyordu. “Ne yapacaksın beni?” Bir taraftan da kapıya doğru arka üstü gidiyordu. Olur ki, babası o sinirli haliyle kalkar, kendisine saldırır, diye tetikte bekliyordu. Babası tekrar etti: “Gel diyorum sana!....Bir şey yapmayacağım.....” “Eeee, niye sinirlisin sen?” “Ben sinirli değilim. Sadece yanıma gel diyorum.” “Hele yemin et!...Hem ben ne yaptım ki....” “Sen bir şey yapmadın oğlum. Sadece yanıma gel diyorum, o kadar.” Babasının ses tonu yumuşamıştı. Ancak, ihtiyatı elden bırakmıyordu. “Yemin edersen gelirim.” Zeliha’nın yardımıyla Davut yemin etti. Kocasını, çocuğu incitmemesi için uyardı. Çocuğun üzerine fazla gittiğinden bahsetti. Davut ona cevap vermedi. Adem usulca ve çekine çekine küçük gövdesini babasının olduğu yere doğru sürükledi. Babasına güvenemiyordu. Bir çok kez yemin etmesine karşın Davut kendisini hırpalamıştı. Bunda da kendisini haklı görüyordu. Başka çaresi olmadığı için yemin etmek zorunda olduğunu düşünüyordu ve: “Bu yüzden günahkar olmayacağım” diyordu kendi kendine. İşte, bu yüzden Adem, babasının yanı başında dikilirken bile gerilmiş bir ok gibi tetikte duruyordu. Davut hafiften kıpırdansa Adem soluğu dışarıda bulacaktı. Sofradakiler yemek yemeyi bırakmış, ikisini izliyorlardı. Baba çocuğunu şöyle baştan aşağı bir süzdü. Aklından bin bir düşünce çarpışıp duruyordu. Buna rağmen hiçbirisi dile gelmiyordu. Davut ne diyeceğini, nasıl diyeceğini düşündü, durdu. Sonunda : “Sen ne zaman akıllanacaksın?” diye sordu. Diken üstünde duran Adem: “Ne varmış ki, aklımdan?” diye karşılık verdi. “Neredeydin bu saate kadar?” “Hiiiç, arkadaşlarla oyun oynuyorduk.” “Nerede?” Adem durdu: “Şurda burda...” “Nerede?” Zeliha araya girdi: “Amaan Davut! Bırak da çocuk yemeğini yesin.” Sonra da Adem’in kolundan tutup kendine doğru çekti ve sofraya oturttu, “Sen kulak asma oğlum babana, dedi.Yemeğini ye!” Kocasına da dönerek: “Çocuğun üstüne fazla gitme, bak nasıl da korkmuş.” Kocası da, akıllana kadar kendi tavırlarında bir değişikliğin olmayacağını söyleyerek kaldığı yerden yemeğine devam etti. “Her gün birisi kapımıza geliyor....Haa! Sen bu gün kimsenin malına falan dokunmadın değil mi?” “Yok!” “Kimsenin bahçesine falan da dadanmadın, değil mi?” “Yok, kimsenin bahçesine dadanmadım.” “Çocuk falan dövdün mü?” “Yok!” “Peki, ne yaptın tüm gün boyunca?” “Söyledim ya, oyun oynadık.” “Oyun! Sen oyun oynadın değil mi?....Kimseye dokunmadın değil mi?” Adem konuşmadı. “Kiminle oynadın?” “Her zaman ki arkadaşlarla...” Davut duyduklarına hala inanmıyordu. Neyse, ertesi gün nasıl olsa her şey açığa çıkacaktı. Akşamın ilerleyen saatlerinde Adem bir fırsatını bulup kendisini dışarı attı. Köyün orta yerinde arkadaşlarıyla buluştu. Herkes orada kendisini bekliyordu. Adem’i gören arkadaşları onun başına toplandılar. “Gidiyor muyuz?” diye sordular. Adem de: “Herkes geldi mi?” dedi. Evet, herkes gelmişti. “Hadi bakalım, ses çıkarmadan gidelim.” Köyün dışına çıktılar. Adem, kümese kimin gireceğini sordu. Kimseden ses çıkmayınca kendisi seçmeye karar verdi. Herkes birbirinin arkasına gizlenmeye çalıştı. “Salim nerede? Yok mu?” Arkadan bir ses “Buradayım” dedi. “Gel buraya!” dedi Adem. Gözler Adem’e çevrildi. Karşısında suçlu gibi duran Salim’e Adem: “Ne o, korkak tavuklar gibi davranıyorsun. Sen kendin kaşındın. Yaklaş bana!” Salim itiraz ettiyse de işe yaramadı. Ardından Adem uygulayacakları planı anlattı: “Bakın çocuklar! Hatice cadısı, eminim, bu saatlerde sıcak yatağında mışıl mışıl tünüyordur. Biz yine de tedbiri elde bırakmayalım. Evet, iki kişi evin dört bir tarafını bir güzelce kol açan edecek, giden gelen var mı? diye. Sonra kadının uyuyup uyumadığını da kontrol edecekler. Evde ışık var mı, ses geliyor mu? Tüm bunları siz ikiniz yapacaksınız!” İki kişiyi yanına çekti. Sonra da kaldığı yerden devam etti: “Baktınız her şey yolunda gidiyor, bize işaret ediyorsunuz. Ama, oradan kesinlikle ayrılmıyorsunuz. Etrafı sürekli gözlerinizle tarıyorsunuz, tamam mı? En küçük bir ihmalkarlık istemiyorum. Aksi takdirde, ikinizin de canın cehenneme gönderirim. Görevinizi eksiksiz yerine getirmeniz hepimiz için çok önemli...Sonra, iki kişi de Salim’le birlikte gidecek. Salim’in sıkıştığı durumlarda hemen yardımına koşacaklar. Sen Salim, özellikle sen! Kümese girerken çok dikkatli olacaksın. Adeta bir sansar gibi hareket edeceksin. Eğer, tavukları ayaklandırırsan, sen bilirsin! İki üç kişi de evin değişik yerlerinde gizlensin. Dört bir taraftan gelebilecek tehlikeleri zamanında haber etsin. Şayet, böyle bir durum karşısında kesinlikle bağırıp çağırmıyorsunuz. Hayır! Kesinlikle panik, telaş istemiyorum. Ağzınız tamamen kapalı olacak. Birbirinizle işaretlerle, olmazsa fısıltılarla konuşacaksınız. Bir daha söylüyorum; kesinlikle panik, telaş, bağırma yok. Anlaşıldı mı?” Kafalar “Evet” anlamında sallandı. Ancak, açık olmayan bir durum vardı. “Nedir o?”diye sordu, Adem. Salim: “Tavuk da çalacak mıyız?” “Herhalde oğlum...Hem de iki tane ...Etli butlu olsun. Ceplerini de yumurta ile dolduracaksın. Sakın kırayım demeyesin....Var mı başka bir sorun?...Yok...O zaman herkes görev yerine!” Görevliler dağıldı. Ali’ye görev verilmedi. Adem onu yanına alıkoydu. Adem oturduğu taşın üzerine iyice yerleşmeye çalışarak: “Gündüz olanlardan sizinkilere bahsettin mi?” diye sordu. “Hayır, bahsetmedim.” “İyi etmişsin. Ortalığı velveleye vermeye gerek yok. Olan oldu ve sen zarar görmeden olayı atlattın...İsabet etmişsin, anlatmamakla....Sevdim seni.” Halbuki, işin aslı bu değildi. Ali, her şeyi olduğu gibi anlatmıştı. Ancak, Adem’in hiç suçu olmamasına rağmen ailesi ona inanmadı. “Muhakkak bu olayda Adem’in parmağı vardır” dediler. İşte, Ali, “bahsetmedim” demekle aslında Adem’i şikayet etmediğini anlatmak istemişti. Diğer taraftan, anası veya babası kendisinin sözlerine inanmadıkları için Adem’in ailesine şikayete gelebileceklerinden de derin üzüntü duyuyordu. Korkuyordu da. Adem, laftan anlamazdı. Korktuğu kesinlikle başına gelecekti. Ne yapacağını bilemiyordu. Meseleyi Adem’e izah etse başına neyin geleceğini bilemiyordu. Anlatmazsa, hem yalancı duruma düşecekti, hem de Adem’i daha da sinirlendirmiş olacaktı. Offf...Ne yapmalıydı?...Şu ana- babası da neden Ali’ye inanmazlar ki...İnanmamakla iyi mi yapacaklardı. Ali’yi daha bir çıkmaza sokacaklardı. Ama, hata Ali’deydi. Eğer, olanlardan kimseye bahsetmeseydi, şimdi kafası rahat olacaktı. Adem’in biraz uzağında bir yere çömelmiş oturan Ali, “Hayır, bahsetmedim” dediği zaman ne kadar da korkmuş, kızarmış, utanmıştı. Beklemekten başka çaresi yoktu. Ve Ali beklemeye karar verdi. *** *** *** Aradan yarım saat geçti geçmedi, diğerleri koşa koşa geldi. Ellerinde de doluca bir torbayla...İçinde iki tane tavuk vardı. Durmadan ses çıkarıyorlardı. Adem telaşla: “Şşşşt...sessiz olun. Duyan olacak” dedi. Sonra da torbayı eline aldı: “Nasıl geçti?” “İyi geçti sayılır, diye cevap verdi Salim. İçerisi bir savaş alanı gibiydi. Tüm mahalleyi ayağa kaldıracaklar sandık.” “Hadi o zaman, çabuk buradan uzaklaşalım. Rahat edeceğimiz bir yere gidelim.” Köyden iki yüz metre uzaklaştılar. Tavukları kestiler. Sonra, yumurtalarla beraber nereye saklayacaklarına sıra geldi. Adem, Salim’e sordu: “Kaç tane yumurta yürüttün.” Sayısını bilmiyorum, ama çokaldım. Her tarafıma doldurdum; gömleğimin içine, ceplerime...” Kırmadın değil mi?” Ama, Salim birkaç tanesini kırmıştı. Vücudunda bir serinlik hissediyordu. Neyse ki, çok vardı. Birbirilerini kutlamaya başladılar. Operasyonu kazasız, belasız tamamladılar. Kimsenin ruhu bile duymadan her şey bitmişti. Çünkü, Nazi Salim ve arkadaşları görevlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmişlerdi. Salim içeriye daldıktan sonra diğerleri kümesin kapısını sıkısa kapattılar ki, dışarıya ses gitmesin. Şansları çok iyi gitmişti. Bir düşünsenize, o saatte Hatice cadısı, sıcak yatağından kalkıp sevgili tavuklarını bir kontrole çıksaydı veyahut, her şey çok güzel gidiyorken yakınlarda bir yerden birisi geçseydi hepsinin yandığı gündü o gün. İçlerinden birisi: “Neyse canım, siz sonuca bakın.” dedi. Evet, çok doğru söylüyordu. “Ne yapacağız bunları?.” Adem: “İyi bir yere saklamak gerek. Şöyle, bir kayanın altına veya buna benzer bir yere ...” Sonra da, karanlıkta bir yer aramaya başladılar. Güvenilir bir yer olmasa da, sonunda iki büyük kayanın arasında karar kıldılar. Boşluk iki karış kadar vardı. “Dikkat edin, yumurtalar kırılmasın” diyerek Adem herkesi uyardı. Tavuk ve yumurtaları torbanın içine koydular ve usulca iki kayanın arasına yerleştirdiler. Torbanın üstünü de – yumurtalara zarar vermeyecek şekilde - yassı taşlarla kapattılar. Ertesi sabah hepsinin ilk işi buraya gelmek olacaktır. Aralarında böyle anlaştılar. Saat tam onda...Gelmeyen olursa eğer, hakkını kaybedecekti. “Kabul mü?” “Kabul!” “Ve bu gece olanlardan kimsenin haberi olmayacak.” diyerek Adem, son noktayı koydu. Sabah oldu. Gece geç saatlerde eve döndüğü için Adem, babasına yakalandı. Azar işitti. “Ben sana geç gelme demedim mi?...Ha! Hangi cehennemdeydin bu saate kadar?” Sonra da: “Seni bir daha bu saatlerde hala dışarıda sürttüğünü görürsem veya duyarsam....” Sonunu getirmedi. Ardından da başını tekrar yastığa gömdü. Sabah da karısına: “ Çok gezen tavuk ayağında bilmem ne getirirmiş? Bu çocuk da başımıza büyük bir bela getirecek, ama ne zaman? diye bağırdı. Onunla fazla ilgilenmiyorsun. Ne yapar, ne eder hiç haberin yok.” Kadın, bu laflarla kendisine haksızlık ettiğini ileri sürdü. “Hem, neden yalnız ben ilgilenecekmişim? Benim olduğu kadar senin de çocuğun. Neden sen de ilgilenmeyecekmişsin?” diyerek savundu kendisini. Davut : “Onun kuyruğunun ardından mı dolaşmamı istiyorsun? İstediğin bu mu?” diye haykırdı. “Başka işim gücüm yok ya....Evin tüm ihtiyaçlarını karşıla, uğraş, didin, yine de hanımefendiye yaranma! Olacak iş değil.” Zeliha’nın da kendince haklı sebepleri vardı. Onun da bir sürü işi vardı. Hem, tüm bunların yanında Adem’le ilgileniyordu. Ancak, bu kadar yapabiliyordu. Daha ne yapabilirdi ki....Yapmadığı, etmediği bir şey kalmışsa bunu kendisine söyleyebilirmiş....Yok daha neler? Daha ne yapsın? Allah, devlet vermemişse kendisinin ne suçu varmış? Kadın daha çok söylendi, ama Davut daha fazla dinlemek istemedi ve dışarı çıktı. Bu arada, çocuğunu kuyuya atmaya yeltenen Adem’i şikayet etmek için Ali’nin annesi sabahın erken saatlerinde kapıya dayandı. Zeliha’yı dinlemeden bir sürü laf etti. Adem olacak o küçük şeytan dün Ali’sini kuyuya itmiş. Başkalarından olmasaymış çocuk az kalsın kuyunun dibini boylayacakmış. Ali’nin yaşı ney ki! Adem utanmıyormuş ki, böyle pervasız ve düşüncesizce böyle bir işe kalkışıyormuş. Ailesinden doğru dürüst bir terbiye almamış ki.” Bu son cümle Zeliha’yı kızdırdı. “Kadın, kadın diye haykırdı. Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Sen kim oluyorsun da dinlemeden, etmeden bizi suçluyorsun? Çocuklarıma nasıl bir terbiye vermem gerektiğini sadece ben bilirim....Sen hangi kuyudan bahsediyorsun? Kim kimi kuyuya atmış?...” “Dağdaki kuyudan ....” diyerek beriki eliyle uzakları gösterdi. “Ne zaman?” “Dün...” “Dün mü?...Adem bize bir şey anlatmadı.” “Niye anlatsın ki? Kim olsa anlatmaz. Senin, çocuğundan haberin yok ki....Ne yapıyor, nereye gidiyor, kimle gidiyor? Yok, yok....Olan, benim Ali’m gibi gariban, terbiyeli çocuklara oluyor, ne olacak?” Zeliha yine parladı: “Seninki mi terbiyeli? Sümsüğün teki, pısırık, korkak....Terbiyeliymiş....Senin verdiğin terbiye ortada işte.” “Sen benimle bu şekilde konuşamazsın. Tamam mı?” “Git işine, sen de.” Zeliha son sözü söyledikten sonra sinirli, morali bozuk, bir hayli de incinmiş olarak içeriye girdi. Diğer kadın da evine yollandı. Ancak, söylenmelerine köyün içinde de devam ederek... Olup bitenleri Zeliha’nın aklı almıyordu. Adem bunu nasıl yapabildi? Tamam, oğlu haylazdı, yaramazdı, söz dinlemezdi, ama bu kadar ileri gidebileceğini aklı bir türlü almıyordu....Neredeydi şu çocuk?....Olanları neden kendisine anlatmadı? Sultan’nın söyledikleri doğru muydu? Adem gelsin, onun hakkından nasıl gelirmiş, görsün hele? Sultan’ın sarf ettiği sözleri hakaretler çok gücüne gitmişti. Kaldıramazdı bu kadarını. Bütün suç laf dinlemeyen, bir türlü uslanmayan şu çocuktaydı. Ciğeri beş para etmez insanlardan da laf işitiyor ya, çok zoruna gidiyordu Zeliha’nın. Adem ve arkadaşları belirledikleri saatte ve yerde buluştular. Torbayı sırtlayıp köyün göze görünmeyen uzak bir tarafına doğru gittiler. Hepsi de çok neşeliydi. Türkü söylüyor, zıplıyor, birbirini kovalıyorlardı. Adem, Nazi Selim’in sırtına binmiş, eşek dürter gibi onu dürtüyordu. Nazi Selim karşı çıktı önce, ama Adem “ Sana tavuğun en büyük butunu vereceğim” deyince sevinçle kabul etti. Müthiş bir ziyafet çekeceklerdi. Tavuklar oldukça besiliydi. Hatice cadalozu yememiş yedirmiş, içmemiş içirmişti sanki. Acaba, ikisinin yokluğunu fark ettiğinde ne yapardı? Suratının şekli nasıl olurdu? Bunu görmek büyük bir zevk verecekti. İçlerinden bir ses: “Suratı bir domuzunki kadar çirkinleşecek, saçını, başını yolacaktır. Kudurmuş bir köpek gibi oraya buraya saldıracaktır. Bundan eminim” dedi. Bir kahkaha tufanı yükseldi. Kadının en zayıf tarafından vurmuşlardı. Bundan önceki teşebbüslerin hiç birisinde bu kadar eğlenmemişlerdi. Hem, o zamanlar yalnızca yumurta çalmakla yetinmişlerdi. Ama, şimdiki ise hem zevkli, hem de çok karlı. İşte, buna kral ziyafeti denirdi....Tavukları temizleme işini Nazi Salim’e verdiler. Kuvvetli bir ateş yakıp eti kızgın közlerin üstüne atılar. Etler kızardıkça iştahlar da kabarıyordu. Etrafı hoş bir koku sarmıştı. Bunlar sıradan tavuklar değildi, Hatice’nin tavuklarıydı. Birisi: “Acaba, kadının burnu bu güzel kokuyu alıyor mudur?” dedi. Bir diğeri: “Kesinlikle alıyordur kokuyu. Ancak, bunun nereden geldiğini bileceğini sanmıyorum, diye karşılık verdi. Çünkü, dedi, koku dört bir taraftan kadını kuşatmıştır.” Yine, bir kahkaha yükseldi. Tavuklar büyük bir iştahla midelere indi. Hatice’nin canı sağ olsun. Kendisine bu cömertliğinden dolayı teşekkür ettiler. Öte yandan, Adem’in annesi kendi kendisini yiyip bitiriyordu. “Hangi cehennemin dibine gitmiş bu çocuk?...” Zaman geçmek bilmiyordu. Sabah olup biteni kocasına anlattı. Kocası bekliyordu böyle bir şeyi. “Çünkü, diyordu, bugün değilse bile er geç bu çocuk büyük bir bela salacaktı başımıza.” Öyle de, ne yapabilirlerdi? Elleri, kolları bağlıydı. “Hey Allah’ım, diyordu Davut, ben ne ettim de bütün bunlar başıma geliyor?” Ardından da gitti, ince, uzun ve yaş bir sopa aldı eline. Sopadan ziyade bir kırbaca benziyordu bu. Kırbacı eline vurdu. Bununla Adem’i nasıl vuracağını hesap ediyordu. “Bu kadarı yetti artık. Ona öyle bir ders vermeliyim ki.....” Hiçbir şeyden habersiz, elini, kolunu sallayarak gelen Adem’e, kırbacı arkasında saklayan babası seslendi: “Gel bakayım buraya!” Burnu bir tilkinin burnu kadar hassas olan Adem geri çekildi. “Acaba, gece olup bitenlerle ilgili bir şey mi duydu?” diye içinden geçirdi. Babası tekrar etti: “Sana gel diyorum yanıma!” Fıldır fıldır dönen gözleri babasına odaklanan Adem: “Ne yapacaksın sen beni? Söyleyeceksen orda söyle” diye sordu. Aslında korkmuyordu, ama dayak da yemek istemiyordu. Kolunun yeniyle burnunu ve ağzını sildi. Geri geri gitti, sonra gözden kayboldu. Düşünüyordu. Acaba, babası kendisini neden yanına çağırıyordu? Kızgın görünüyordu. Arkasında da bir şey saklıyordu. Kesinlikle Adem’in görmesini istemediği bir şey...Bu aralar babası kendisinin üzerine fazla gidiyordu. Halbuki, geceki olayı saymazsa yakınlarda herhangi bir suç işlememişti. En azından böyle sanıyordu. Kendisinin dışında gelişen bu olaylara bir anlam veremiyordu. Köyün içinde haylazca dolaştı. Ali’nin annesine rastladı. “Ne yapıyorsun Zeliha Teyze?” Kadın döndü, baktı Adem’e. Karşısında, birkaç adım ötesinde Adem’i görünce bütün sinirleri tepesine hücum etti. Önce ne yapacağını şaşırdı. Kararsızlık içinde biraz bocaladı. Aslında, bir hamlede Adem’i yakalayıp kafasını koparmak istedi. Ama, cin gibi bir çocuk, onu yakalamak imkansızdı, hele, kendisi gibi yaşlanmaya merdiven dayamış birisi için....Etrafı gözleriyle yokladı. Eline gelen ilk taşı kavradı, karşısında sırıtıp duran çocuğun kafasını, gözünü yarmak için tüm gücüyle fırlattı. Olmadı. Hedefi tutturamayınca da bedduayla karışık küfürler savurdu. Kadın eğilip bir taşa daha atıldı. İkincisine kalmadan Adem ortadan kayboldu. Ne oluyordu bunlara? Önce babası, sonra Zeliha ...Bu kadın kendisinden ne istiyordu? Zeliha kendisinin ardından söylenirken bir ara kuyu ile ilgili ne olduğunu tam çıkaramadığı lakırdılar kulağına gelmişti. Öyle de .....Adem meseleyi anlamak için Ali’yi aramaya çıktı. Onu arkadaşlarının yanında buldu. Yanına gitti, Tek bir laf etmeden kolundan tutup oradan uzaklaştırdı. Diğerleri bu işten bir şey anlamadılar. Sus pus içinde, korku dolu gözlerle arkalarından bakakaldılar. Adem onlara döndü: “Sakın kimse bizi izlemesin!” diyerek sert bir tonla onları uyardı. Ali’nin korkudan elleri, bacakları titriyordu. Adem boyunda, tıpkı onun gibi çelimsizdi. Fakat, Adem’deki mangal yürek onda yoktu. Ancak: “Beni nereye götürüyorsun?” diyecek kadar güç ve cesaret bulabildi. Adem kızmıştı. Babasının ve Zeliha’nın neden kendisine bu kadar köpürdüklerini şimdi çok daha iyi anlıyordu. “Demek, beni şikayet edersin ha!...Demek, ben seni kuyuya atmaya çalışmışım ha!...İyi o zaman. Seni gerçekten kuyuya atayım da gör. Sonra bildiğin yere şikayet et.” Adem soluk soluğa kalmıştı. Onun bu sözlerinden Ali durumu iyice kavradı. “Dur Adem, dedi, yanılıyorsun. Seni şikayet ettiğim falan yok.....yanılıyorsun....” Adem onu dinlemiyordu. Ali ona yalvarıyor, ortada bir yanlış anlaşılmanın varlığından bahsediyordu. Ama, Adem onu dinlemiyor, sinirli sinirli onu kolundan sarsıyor, itiyordu. Sonunda ikisi nefes nefese, yorulmuş bir halde dağdaki kuyunun başında durdular. Korku ve yalvaran gözlerini Adem’e çeviren Ali: “Atacak mısın beni?” diye sordu. Adem kafasını salladı. “Bekle, görürsün.” Çevrede ikisinden başka kimse yoktu. Ali bakışlarını umutsuzca etrafta gezdirdi. Birilerinin oralarda geçmesini ne kadar istediğini kimse anlayamazdı. Adem’e yalvardı: “Doğru, sana yalan söyledim dün akşam. Ama, seni şikayet ettiğim falan da yok. Sadece, bizimkilere az daha kuyuya düşeceğimden bahsettim, o kadar. Kimseyi şikayet etmedim...” Ali’nin sözlerine inanmayan Adem, onu kuyuya doğru itti: “Öyleyse, dedi, neden annen biraz önce beni dövmek istedi. Bunu niye yapsın ki, ha!...Söyle!...” Ali, ona karşı direniyor, ayaklarını tüm gücüyle yere bastırıyordu. Uzaklığı bir adım bile olmayan kuyunun korkunç karanlığı Ali’nin yüreğini ağzına getiriyordu. “Yalvarırım sana, yapma! Yemin ederim, senin hakkında ileri geri konuşmadım. Kim dediyse yalan demiş....Eminim, ortada büyük bir yanlış anlaşılma vardır....” Berikinin hal ve tavrında hiçbir değişikliğin olmadığını gören Ali iyice inandı artık. Yaklaşan müthiş son kafasının içinde şimşekler gibi çaktı. Sanki, olacak olanları yeni kavramış gibi bir kuyuya, bir Adem’ baktı. Gözlerinde doğal olmayan bir hal belirdi. Adem’in kendisinin kafasından tutarak kuyuya doğru sarkıtmasıyla Ali bir çığlık kopardı, var gücüyle. Çırpındı, berikinin elinden kurtulmaya çalıştı, ama olmadı. Eğer, gücü yetseydi Adem’i oracıkta öldürürdü. İçinde zerre kadar bile acıma duygusu kalmamıştı. Ne olurdu biraz kuvvetli olsaydı....Çaresizlik içinde gözlerinden yaşlar boşandı. Adem ne yapacağına karar veremiyordu. Gerçekten de Ali’yi kuyuya atacak mıydı? Bilmiyordu....Hayır, biliyordu. Atmayacaktı. Sadece iyice korkutacaktı onu. Sonunda Ali’nin yakasından tuttu, kendine doğru çekti: “Bana bak, dedi. Git, annene, babana, her kime ne söylediysen düzelt. Benim hiçbir suçumun olmadığını söyle. Bunu özellikle istiyorum senden. Ortada bir yanlış anlaşılmanın olduğunu söyle. Şimdi, hemen şimdi....Aksi takdirde ikinci sefer şansın bu kadar iyi gitmeyebilir.” Ali’yi bıraktı. Ardından: “Bu olanlardan kimseye ağzını açmayacaksın. Anlaşıldı mı?” “Tamam!” “ Defol, git!” Serbest bırakılmasıyla tabanları yağlaması bir oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar ortadan kayboldu. İçinden şükrediyordu. Sevinçliydi, yaşadıklarının etkisi geçmemişti. Elleri hala titriyordu. Birkaç dakika içinde cehennem azabını iliklerinde yaşamıştı, ama geçmişti her şey. Ve sevinçliydi. Özgürdü, bir kuş kadar hafifti. *** *** *** Anasını ağılın içini temizlerken buldu. Kızmıştı, darılmıştı anasına. Demediği halde annesi neden Adem’i suçlamıştı. Annesi de olan bitene akıl erdiremiyordu. Karşısında hiddetten dolup taşan, sapsarı yüzü ve titreyen dudaklarla kesik kesik konuşan oğlunu anlayamıyordu. “Dur oğlum, biraz nefes al! Bu halin ne böyle? Kim kovaladı seni?” Ali de anlatmaya başladı: “Bak anne! Adem’in dünkü olayda hiçbir suçu yok. Anlıyor musun? Ama sen ne yapmışsın? Gidip ona kızmışsın. Onu dövmek istemişsin.” Annesi karşı çıktı: “Öyleyse seni iten kimdi?” “Kimse itmedi beni. Oyun oynuyorduk, bir arkadaşla çarpıştık. Sadece bu kadar.” Annesi söylenenlere inanmıyordu. Oğlunun yalan söylediğinden emindi. Ama Ali sözlerinde ısrar ediyordu: “Doğru söylüyorum anne!” Sonunda annesi: “Tamam,, tamam. Sen geç, elini, yüzünü yıka hele....Adem seni dövmedi değil mi?” “Hayır! Neden yapsın ki bunu? O suçsuz.” Adem, hala dağdaydı. Yavaş yavaş yürüyordu. Düşünüyordu. Babasına ne diyecekti? Ona nasıl söz dinletebilirdi ki? Adem’i dinlemezdi bile. Bu zahmete katlanmazdı. Her şeye Sultan sebep olmuştu. Eğer, Adem hakkında ön yargıları olmasaydı tüm bunlar olmayacaktı. Ve Adem çekine çekine, korka korka eve yollanmayacaktı. Bunun acısını Sultan’dan almalıydı. Nasıl olsa babası Adem’i hırpalayacaktı, hem de nasıl! Bunu düşünmek bile istemiyordu. Suçsuz olarak bu şekilde cezalandırılmak daha da zoruna gidiyordu. Adem, şimdi köye varmıştı. Köyün içinde geçerken eline büyükçe bir taş aldı ve avucunun içinde sıktı. Sultan’ların evinin hizasına gelince durdu. Kimseler var mı diye etrafı gözleriyle taradı. Söz konusu evden elli adım uzaktaydı. Avucundaki taşı tekrar sıktı, tüm gücünü topladı. Gözleriyle evin penceresini nişan aldı ve taşı fırlattı. Ardından bir gürültü....Adem gözden kayboldu. Bir sessizlik. Şimdi kulağı hiçbir şey duymuyordu. Adem hemen eve gitmedi. Bir yerlere gidip saklanmanın daha doğru olacağını düşündü. Ancak, bir saatten fazla bir zamandan sonra evine yollandı. Babasına görünmeden annesini bulmalıydı. Dünkü olaydan kendisinin bir suçu olmadığını anlatmalıydı. Neyse ki, anasını içerde oturup yırtık elbiseleri yamalarken buldu. Hemen yanına yaklaştı. Kendisiyle ilgili ortalıktaki yanlış bilgileri tek tek anlattı. Annesi inanmıyorsa gitsin Ali’ye sorsundu. “Ali, yanlış anlatmış, dedi. Daha doğrusu anası onu yanlış anlamış. Bana inanmıyorsa git kendin sor. Vallahi, ben şu duvardaki kireç gibi tertemizim. Babama da söyle bunları....Sahi, babam nerde?” Anası, “Bilmiyorum, dedi. Sen kendin niye anlatmıyorsun?” “İnanmaz ki!” Gerçekten de inanmamıştı babası. “Sen her şeyi yaparsın” dedi. Bir taraftan da gizlediği yerden çıkardığı kırbaçla Adem’in kaba etlerini kızartıyordu. Çocuk zayıftı, ufak tefekti. Vücudunda hissettiği her bir kırbaç darbesi kemiklerinin içini sızlatıyordu. Kendisinde kaba et ne arardı ki. Anasının uzun çabaları, müdahaleleri sonucunda dayak fasılası umulduğundan kısa sürdü. En az on gün bunun acısını yaşadı Adem. İlk günlerde çok şiddetli ağrılar oldu, ama sonra kendini toparladı. Kırbaç izleri uzun zaman kaybolmadı. Tam bir sene önce yine böyle bir fasıladan geçmişti, ama unutmuştu onu. Bu seferkinin unutulması ne kadar zaman alır bilemiyordu. Davut, bu çocuğu ne yapacağını bilemiyordu. Bir gün elinde kalacak diye endişeleniyordu. Gün olmuyordu ki, kafası sakin olsun. Etraftan gelen, “Zamanla uslanır.” Söylemlerine inanmıyordu. Bu çocuğun hiç akıllanacağını düşünemiyordu. Adem laf anlamıyordu. Belki de anlamak istemiyordu. Oyunda birinci gelen Nazi Salim’in kazandığı yumurtaları da vermedi. “Vermiyorum,” diyerek kestirip atmıştı. Hatta, “Çok konuşma. Yoksa, bunları tek tek kafanda kırarım,” diye de tehdit etmişti. Öteki de fazla üstelemedi. Elinden gelse Adem’i çiğ çiğ yerdi. Fakat, iri cüssesine rağmen buna cesaret edemiyordu. Tavukları da Adem bölüştürdü. Göz kararıyla de olsa herkese eşit dağıttı, denilebilirdi. Adem böyleydi işte. Bazen kızsa da, celallense de herkes onu sevdiğini birbirine itiraf etmeden yapamıyordu. Adem işte, nerde, nasıl davranacağını kimse bilmezdi ki. İyi ki vardı şu Adem. Oradakiler onunla gurur duyuyordu. “Öyle değil mi, arkadaşlar? Adem’den olmasaydı bu ziyafeti rüyamızda bile görmezdik, dedi içlerinden birisi. Bu akşam da çıkalım mı?” “Hayır, diyerek kızdı Adem. Adem. Aradan biraz zaman geçsin. Hatice olanlardan bir şey anlayacak mı, anlamayacak mı? Kadının tepkisine bakalım.” Doğru ya, şu Adem de her şeyi hesaplıyor. Ne kadar mantıklı düşünüyordu, değil mi? Herkes başını “evet” diye salladı. Diğer yandan da avuçlarındaki eti dişliyorlardı. Bir çocuk “Kemiklerinizi uluorta atmayın, dedi. Yoksa, herşey açığa çıkar.” “Doğru, dedi Adem. Herkes kemiklerini bir yerde saklasın.” Sonra eliyle bir yeri işaret ederek “Şu ocağın üstüne de toprak atın, diyerek konuşmasını sürdürdü. Belli olmasın. Arkamızdan hiç bir iz bırakmamamız lazım....Herkes duydu mu, beni? Hey ordakiler duydunuz mu?” Biraz ötede elindeki son kemikleri temizlemeye çalışan bir ikisi de “duyduk, duyduk” diyerek bağırdılar. Yahu bir alemdi şu Adem. Sabahın erken saatlerinde ekmek kırıntıları ve akşamdan kalma yemek artıklarıyla dolu testisiyle Hatice kadın, kümesin kapısına dayandı. Kendi kendine ordan burdan söylenerek kapıyı açtı. Birden bütün tavuklar dışarıya fırlamak istediler. Ancak, kadın onların bu isteğine şiddetle karşı çıkarak bir kaç tanesine tekmeledi. Homurdanarak bir şeyler söyledi. Kümesin içini gözleriyle şöyle bir taradıktan sonra elindeki testiyi yere bıraktı. O esnada duvar dibinde kırılmış yumurta kabukları gözüne ilişti. Bu zamana kadar hiç böyle olmamıştı. İçerde tavuklar durmadan tepiniyor, gıdaklıyor, ortalığı velveleye veriyordu. Kadın onları saymak istiyordu ama bunu nasıl yapacağını bilemiyordu. Bir süre sonra, kümeste bir şeylerin döndüğünü anladı. Bundan emindi. Yumurtaları tavuklar kırmış olamazdı. Üstelik bunun dışında somut bir şeyler göremezse de, içinden kötü bir takım düşünceler, hisler peyda oldu. Kapıyı açar açmaz, tüm tavuklar dışarıya saldırdı. Tam bir curcunaydı. “Açık alanda onları daha iyi sayar, incelerim” diyerek, peşlerinden gitti. Dikkatlice inceledi, saydı. Tavuklarının hemen hepsi besili, etliydi ama en iyilerinden iki tanesinin kayıp olduğunu farketti. Otuz dokuz tane çıkması gerekirken, kendisi otuz yedi saydı. Bir yanlışlık olamazdı. Sayma işini defalarca tekrar etti. Ve her defasında iki tanesinin eksik olduğunu gördü. Hatice kadın matematiğine güveniyordu. Okumuş kişilerden daha bilgili ve akıllı olduğunu iddia ediyordu. Aptal değildi kendisi. Sinirlendi, bağırarak yakası açılmadık küfürler etti, ağır beddualarda bulundu. Soğukkanlılığını yitrmişti. Eve gelince, yaşadıklarını tekrar gözden geçirdi. Kim yapmış olabilirdi acaba? Komşularını düşündü, aralarında kendine gizlice kin güden kimse var mıydı? “Bildiğim kadar hayır, dedi, kendi kendine. Sansar veya tilki olabilir miydi? Sanmıyorum. Eğer, tilki falansa neden kapı aralık değil. Çünkü kapı sapasağlam yerinde duruyordu, değil bir sansar, tilki, bir fare bile kapı aralığından geçemezdi.” Kapı her akşam güzelce süngüleniyordu. Bunu ancak bir insan açabilirdi. O zamana kadar köyde böyle bir olay olmadığı için kadın kapıyı süngülemekle yetiniyordu. Aslında, şimdiye kadar bir çok kümes soyguna uğramıştı. Ama hiç kimse birisinden şüphelenmemişti. Çünkü, yalnızca yumurta çalınıyordu ve eğer kümeste sahibi kırılmış yumurta falan görse de bu kazayı mal eder, aklına da başka bir şüphe getirmezdi. Ancak, Hatice kadının durumu farklıydı ve onun kümesinden bir sürü yumurta, iki tane de gözü gibi baktığı kocaman tavuğu kayıptı. Kendi kendine yaptığı bu hesaptan doğruluğu halkın da sağlam bir kararda halk tarafında da sağlam bir kararada kılınınca da ilk yaptığı şey ellerini dizine vurmak oldu. Ardından başladı söylenmeye. Çok ağır beddualar etti, “Yedikleriniz boğazınızda kalır inşallah. Zehir zıkkım olsun size....Ne istediniz benden?...” Daha bir sürü laf etti. Hızını alamadı, köyün içine daldı, sokak sokak dolaştı. Diğer yandan da bağıra bağıra söyleniyordu. Onu gerenler şaşırıyorlardı. Çünkü, Hatice kadını hiç bu vaziyette görmemişlerdi. “Ne oldu?... Niye böyle söyleniyorsun?...Seni kim kızdırdı?....Yoksa, delirdin mi?” gibisinden kendisine yöneltilen sorulara o, cevap vermiyor, durmadan beddualarını, küfürlerini tekrarlıyordu. Belli ki, tavuklarının başına uğursuz bir iş gelmişti. Ama, kimse bunu itirafa kalkışamıyordu. Sadece, “Bu, tilkinin işidir, tilkinin,” diyordu. Herkes, “Başka ne olabilirdi ki. Kesinlikle, tüysüz melunun, tilkinin, işidir. Kapıları açık bırakmıştır kadın. Gece olunca da tilki tavuk ocağına dalmıştır,” diyerek fikirlerini ileri sürüyordu. Birisi “ kapı kapalıymış, ama kadın kapıyı iyice süngü çektiğinden emin” dedi. Karşılık alınca da “Ne yaptığını biliyor mu ki? diye cevap veriyordu. Bunadı herhalde. Kapıyı açık bıraktığını söyler mi? Kendisi de bilmiyor ki bunu? Dediğim gibi, o tavukları tilki almış götürmüştür....Kaç taneymiş?” “ İki taneymiş.” “ Oh, ne güzel!” Adam, yaşlıydı. Gittiği yerde de fikirlerinde ısrar etti. “Hatta, geçenlerde köyün hemen ötesinde bir tilkinin pis pis dolaştığını gördüm. Ben köpeklere ıslıkla onun yerini işaret edince de kuyruğunu bacakları arasına aldı, tabanları yağladı. Muhakkak odur” diyerek ekliyordu. Aradan haftalar geçmesine rağmen mesele aydınlanmadı. Zamanla, “Tilkinin işidir” diyenler de çoğaldı. Herkes dikkat etsindi. Gerçekten de kümeslerin kapıları daha sağlam bir şekilde kapatıldı. Adem ve arkadaşları bu mesele hakkında tek bir kelime bile konuşmadılar.Hepsi gereken talimatı daha önce Adem’den almışlardı. Uzun bir zaman kümeslere girmemeyi tercih ettiler. “Bu olay unutulsun” dediler. Bu arada bostanlar tüm güzelliğiyle onların tasarrufuna açılmıştı.Hem başka da bir şansı da var mıydı ki..... bayram telli DEVAM EDİLECEK!!!!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © bayram telli, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |