Özyaşamöyküsü başka insanlarla ilgili gerçekleri anlatmak için eşsiz bir araç. -Philip Guedella |
|
||||||||||
|
Tam on yıldır memleketinden, çok sevdiği ailesinden ayrı yaşamak zorunda kalmıştı Mehmet. Girmiş olduğu üniversite sınavını kazanmış ve henüz gencecik bir delikanlı iken, okumak için ayrıldığı memleketine ancak on yıl sonra gelebilmişti. Aradan geçen bunca zaman diliminde, Mehmet üniversiteyi bitirmiş, yedek subay olarak askerliğini yapmıştı. Senelerce doğu ve güneydoğunun terör bölgelerinde özel harekâtta çalışarak bu vatana hizmet etmişti. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” misali, Mehmet’in çalışma azmi ve bu mesleğe olan aşkı hiç göz önüne bile alınmadan, sudan bahanelerle maalesef ki özel harekâttan kadro dışı bırakılmıştı. Bundan sonra, özel harekât Mehmet’in içinde acı bir yara olarak kalacaktı. Acı bir yara ve asla ulaşamayacağı bir yıldızı olacaktı. Sonrasında ise; Emniyet teşkilatında şerefli bir polis memuru olarak mesleğine devam edecekti. Mehmet hemen hemen her gece rüyasında, özel harekâtta ki çalışma arkadaşlarını görüyordu. Sabah olduğunda ise, yatağından buruk bir acıyla ve gözyaşlarıyla uyanıyordu. Yüreğinde yanan bu meslek aşkı onu çok yıpratıyordu. Zaman denilen vuslat o kadar çabuk geçmişti ki, Mehmet her geçen gün biraz daha kabullenir olmuştu her şeyi. Ya da öyle olduğu için, boyun eğmek zorunda kalmıştı. Çünkü yapabilecek hiç bir şey yoktu. Çaresizdi. Mehmet evlenmişti. Mine adında bir kızı, Emir adında bir oğlu olmuştu. Kızı altı yaşına, oğlu da üç yaşına gelmişti. Hayat şartları, yaşam koşulları çok ağırdı. Omuzlarında ağır bir yük taşıyordu. Maddi olanaksızlıktan dolayı özlediği memleketine ve çok sevdiği ailesini bile görmeye gidemiyordu. Anne ve babası henüz torunlarını ve gelinlerini bile görememişlerdi. Bu durum içini acıtıyordu. Mehmet’in yüreğinde olmasını istediği o kadar çok şey vardı ki, imkânı olsa bunların hepsini bir an da gerçekleştirmek istiyordu. Mesela; kızına ve oğluna güzel bir gelecek bırakabilmek, memleketini, annesini ve babasını görüp onlarla hasret gidermek, bir de çok sevdiği özel harekâta yeniden dönebilmek. Belki maddiyata dayalı olan şeyleri zamanla yapabilirdi ama özel harekâta dönmek çok zordu onun için. O da bunun farkındaydı, bu nedenle her şeyi olduğu gibi kabullenmişti. Kredi kartları borcu yüzünden intiharı bile düşünen Mehmet, bir akşam babasından gelen telefonla, yaşamının bu kadar değişeceğini tahmin bile edemezdi belki de. Adeta Mehmet’e sihirli bir değnek değmişti. Gırtlağa kadar dayanan borçlar yüzünden bunalıma giren Mehmet’in imdadına, babası Metin bey yetişmişti. Kredi kartlarındaki tüm borçlarını kapatmıştı. Borçları yüzünden kaybettiği huzurunu, mutluluğunu vermişti babası ona. Hayatta her şey para demek değildi, ama mutlu, huzurlu ve sağlıklı yaşayabilmek için para şarttı. Zaman öyle bir zaman olmuştu ki; hayatın adı da, sanı da para olmuştu. Yazık ki; bütün manevi değerlerden, dostluk, arkadaşlık kavramlarından bile üstün tutulur olmuştu. Mehmet, polis sandığından çektiği araba kredisi ile bir araba bile almıştı. Oysaki daha düne kadar bir arabanın hayalini bile kuramazken, şimdi hem borçları kapanmıştı, hem de güzel bir araba alabilmişti. Belki de hayatında hiç olmadığı kadar çok mutluydu. O yaz yaşamının en güzel günlerini yaşıyorlardı ailece. Mehmet eşi ile birlikte aldıkları karar üzerine, senelik iznini alıp arabasıyla memleketine gidecekti. Eşi de Mehmet’in ailesini ilk defa görecekti. O da en az Mehmet kadar heyecanlıydı. Nihayet çok özlediği memleketine gitme günü gelmişti. Valizler hazırlanmış, tüm hazırlıklar yapılmıştı. Mehmet on yıldır görmediği anne ve babasını görecekti. Gözünde tüten memleketinin havasını soluyacaktı. Yüreği kıpır kıpır, sanki heyecandan yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Yol boyunca eşi ve çocuklarına unutamadığı anılarından, memleketinden ve ailesinden bahsetti. Araba bir uçak kadar rahattı. Bu nedenle yolculukta çok rahat geçiyordu. Sıkıldıkları ya da yorgun düştükleri zaman mola verip dinleniyorlar, sonra tekrar yola devam ediyorlardı. Uzunca bir yolculuğun sonunda, nihayet Mehmet’in memleketi olan Samsun’a gelinmişti. Arabasını durdurup denizin kıyısında etrafı seyre daldı. Kollarını iki yana açıp, denizin kendine has kokusunu derin derin içine çekti. Kimsenin bilmediği, on yıldır yüreğinin derinliklerinden gelen bir hasret, benliğini esir etmişti sanki. Şimdi ise; bu esareti adeta denize atıyor, ondan kurtulduğunu haykırıyordu. Samsun; yeşilin her tonunu görebileceğiniz, doğanın bütün güzelliklerini cömertçe sergilediği, son derece güzel bir şehirdi. Mavi ile yeşilin kucaklaştığı en güzel yer burası olmalıydı. Şehrin girişinde yazılı olan tabela anlam yüklüydü. “Atatürk’ün şehri Samsun’a hoş geldiniz.” Tüm heybetiyle denize demir atmış Bandırma vapuru, tarihin tüm izlerini üzerinde taşıyarak, nazlı bir gelin kadar saf ve masum duruyordu. Mehmet’in heyecanı ellerinden, bakışlarından, yüzünün renk değiştirmesinden, kısacası her şeyinden belli oluyordu. Gözlerinin içi gülüyordu. Bir bayram çocuğu gibi seviniyordu. Mutluluk her insana yakışır ama Mehmet’in yüzüne, daha ayrı bir ahenkle gelmişti sanki. Arabayı park edip, cep telefonundan babasına telefon açtı. Babası ile kararlaştırdıkları yerde buluştular. Artık baba ocağına gitme vakti gelmişti. Babası arabada hem yolu tarif ediyor, hem de hiç görmediği torunlarını kucaklamaya çalışıyordu. Mehmet sabırsızlık içinde, geçen her dakika da annesini biraz daha özlüyordu. Ne de olsa anadan babadan ayrı geçen, yılların hasreti vardı yüreğinde. Evin önüne geldiklerinde, Metin bey torunu Emir’i kucağına alıp arabadan indi. Mehmet arabanın bagajından valizleri indirirken, eşi de kızı Mine’nin elinden tutup bekliyordu. Valizlerin bir kısmını Mehmet, bir kısmını da eşi aldı. Yavaş yavaş merdivenlerden yukarı çıktılar. Babası kapıyı açmış onları bekliyordu. Seneler önce genç bir delikanlı iken ayrıldığı ailesinin yanına, şimdi evli ve iki çocuk babası olarak gelmişti. Mehmet’in gözleri annesini arıyordu. Az sonra uzun boylu, beyaz tenli, yeşil gözlü, başı eşarplı mütevazı bir kadın odada beliriverdi. Bu kadın, senelerdir hasretini yüreğinde taşıdığı annesinden başkası değildi. İkisinin de gözleri birbirine değmişti, ikisi de ağlamaklıydı. Oturduğu koltuktan fırlayarak kalktı Mehmet. Hasretle uzun uzun annesinin boynuna sarıldı. Onu öptü, kokusunu içine çekti. Annesi de oğlunu öpüp, kokladı. Ana oğul ikisinin de gözyaşları durmak bilmiyordu artık. On yılın hasreti derin izler bırakmıştı yüreklerinde. Annesi Mehmet’e sıkı sıkıya sarılarak; “Çok şükür Allah’ıma. Seni ölmeden önce dünya gözüyle bir kez daha görebildim. Çok şükür Allah’ım… Çok şükür…” Mehmet boynuna sarıldığı annesine; “ Seni çok özledim anne. Sana geldim. Sana torunlarını ve gelinini getirdim.” “Ben geldim anne…” 28. 09. 2006 / ANKARA EMİNE SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |